Çevremizdeki her bir varlık harikulade birer kudret mucizesi olduğu halde, çoğu zaman ülfet (alışılmışlık) sebebiyle, üzerinde dikkatlice düşünüp ehemmiyet veremiyoruz. Bu halimiz ile aslında büyük bir ilim ve hikmet hazinesinden mahrum kalıyoruz. İşte tam bu noktada Kur’ân, büyük bir hazineyi bizlere keşfettiriyor. Birçok ayetiyle varlıkların üstündeki sıradanlık ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıyor. Bizim için artık sıradan olmuş ve neredeyse her gün defalarca karşılaştığımız birçok varlığı tefekkürümüze sunarak üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Her şeyde Rabbimizi gösterecek, O’nun varlığını ve vahdetini bildirecek pencereler açıyor.
Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Âyetler, necimler (yıldızlar) gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havariku’l-âdât (sürekli gerçekleşen harika) mu’cizeleri o âdiyat (sıradanlık) içerisinde gösterir.”[1]
Mesela Gasiye Suresinde arka arkaya şu ayetler sıralanır. “(Onlar) deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve göğe (bakmıyorlar mı), nasıl yükseltilmiş? Ve dağlara (bakmıyorlar mı), nasıl dikilmiş? Ve yere (bakmıyorlar mı), nasıl yayılıp döşenmiş?”[2] Dikkat edilirse zikredilen bu varlıklar ve fiiller o zamandaki insanların her gün iç içe olduğu şeyler idi. Günlük yaşantılarında kendisinden birçok fayda sağladıkları, gözlerinin önünde en çok bulunan devenin harika yaratılışına karşı kayıtsız kalmışlardı. Gözler sanatı gördüğü halde, basiretin sanatkârı gör(e)mediği bir durumdaydılar.
Kur’ân, devenin şahsında insanın etrafındaki bütün varlıklar üstündeki sıradanlık ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırttı. “Artık ey basîret sâhibleri! İbret alın!”[3] gibi birçok ayetleriyle ibret almaya, düşünmeye sevk etti. Her bir hadisenin altında gizlenmiş olan hakikatleri gösterip kainatı dolduran bir ilim ve hikmet hazinesinin kapısını açtı. Allah’ı tanıma ilmi olan Marifetullahta tükenmez bir serveti ihsan etti.
Kur’ân, ihsan ettiği hidayet nuru ile kalplerindeki pası sildi. Sahabeler, Kur’ân’dan aldıkları ders ile her şeyden ders alır bir surete girdiler. Zihinleri, akılları, kalpleri ve bütün kuvvetleriyle yerlerin ve göklerin Rabbini tanımaya, anlamaya müteveccih bir hale geldiler. Adeta her bir şey, sahabelere bir muallim hükmüne geçti. Ve Rabbimizin şu iltifatına mazhar oldular.
“Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine (yatar) iken Allah’ı zikrederler ve gökler ile yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler. (Ve şöyle dua ederler:) “Rabbimiz! (sen) bunları boş yere yaratmadın; sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azabından muhafaza eyle!”[4]
Bizler de her gün belki de her an birçok sanat harikaları ve mucizelerle karşılaşıyoruz. Fakat ne gariptir ki ibret alınacak ve bize Rabbimizi tanıttıracak birer kudret mucizesi, sanat harikası olan bu şeylerin üzerine sıradanlık ve alışılmışlık perdesini örtüyoruz. Kalın bir gaflet perdesini üzerimize çekiyoruz. Etrafımızda bulunan Allah’ın hârika eserlerini göremez hale gelebiliyoruz. Bu durum ile büyük bir hazineden, yani yaratılışımızın en büyük gayesi ve en yüce neticesi olan marifetullahtan, Allah’ı tanımaktan mahrum kalıyoruz.
Hayatımızda her gün iç içe olduğumuz bir kısım olaylarla ilk defa karşılaşsaydık, belki de hayretimizden parmaklarımızı ısıracaktık. Mesela, güneşin doğuşunu ömrümüzde sadece bir defa görecek olsaydık ne yapardık? Muhtemelen insanların çoğu o gece sabaha kadar uyumaz, güneşin doğuşunu büyük bir heyecanla beklerdi. En kaliteli video ve kameralar ile bu anı kaydetmek isterdik. Ertesi gün bu olay tüm medyada, manşetlerde birinci sıradaki haber olacaktı. Fakat ülfet perdesi ile yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneşi[5] göremez hale geliyoruz.
Garip olan şu ki en harika bir kudret mucizesi ve tüm uzuvları yerli yerinde olan yeni doğmuş bir bebeği gördüğümüzde bile sıradanlık damgasını vurup lakayt kalıyoruz. Fakat ne zaman intizamdan düşmüş, kemali değil eksikliği gösteren üç ayaklı yahut iki başlı bir insan ile karşılaştığımızda hayret edip tüm medya ile şaşkın bir gürültü çıkarıyoruz.
Ve daha her gün belki de her an iç içe olduğumuz, sürekli karşılaştığımız ve yaşadığımız görmek, işitmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz, çevremizde gördüğümüz her bir canlı, karşılaştığımız her bir olay ibret alınacak, hayret edilecek harikalarla dolu. Adeta her birimiz harikalar diyarında yaşıyoruz.
Aslında bu dünyaya gönderilmemiz de bu harika kudret mucizelerini hayret ile izlerken bunların sahibini, şu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek değil midir? Allah’ı tanımak için ne Bâbil Kulesi yapmaya ihtiyacımız var ne de Firavunun yaptığı gibi yüksek bir kule inşa etmeye. Sadece basiretimizi kapatan ülfet perdesini atmak yeterli. “Haydi gözü(nü) çevir (de bir bak)!”[6] emrine imtisal ile etrafımızı keşfedip marifetullahta tükenmez ilim ve hikmet hazinelerini bulabiliriz. İşte Kur’an-ı Kerim’in bizlere ilim, hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle ihsan ettiği tükenmez bir servet ve zenginlik.
Adeta her bir varlık hikmetli ve harika vaziyetleri ile baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın harika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar” diye ihtar ediyor.[7]
Ülfetten kurtulan bir insan aynı zamanda, sahip olduğu nimetlerin farkına varır. Şükür kapısını açar. Mutluluğun sırrını yakalar. İnsanların çoğunun mutlu olamamasının sebebi elindeki nimetleri unutmasıdır. Elindekileri unutup, sahip olamadıklarını düşünen bir insan mutlu olamaz. Daima huzursuzluk ile hayatından şikâyet eder. Hâlbuki insan Rabbinin kendisine ikram ettiklerini düşünürse kâinatı dolduran sınırsız nimetlere mazhar olduğunu fark eder. “Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız.”[8] Bu ayet dünyadaki bütün insanlar için geçerlidir. Dünyanın en zengin ve sağlıklı insanı, üzerindeki nimetleri saymakla bitiremeyeceği gibi en çok musibetlere, belalara ve hastalıklara maruz kalan bir insan da kendisine verilen nimetleri saymakla bitiremez.
Sahip olduğumuz bir nimetin herkeste bulunması o nimetin değersiz olduğunu göstermez. Veya bizde sürekli bulunması değerden düşürmez. Mesela göz nimetinin bütün hayvanlarda da bulunması, bizim göze olan ihtiyacımızın şiddetini hafifletmez. Gözü kıymetten düşürmez. Göz bütün canlılar içerisinde sadece bizde bulunduğunda ne kadar kıymetli ise şu anda da o kadar kıymetlidir.
Ülfet perdesini yırtıp, tefekkür mesleğinde yol almanın elbette birçok kazanımları olacaktır: Her şeyde Yaradanını bulan bir insan. Her yerde Rabbinin huzurunda olduğu idrakini kazanan bir kul. Resûlüllah (asm)’ın ifadesiyle imanın en mükemmeli bir makam. Nerede olursan ol. Rabbinin senin ile beraber olduğunu bilmen.[9] Ve beraberinde binlerce ikram, ihlasa muvaffakiyet, günahlardan çekinmekte kuvvet, bazen bir saati bir sene nafile ibadetten hayırlı olan tefekkürî bir ibadet…
Elbette ki ülfetin insana verilmesinin büyük hikmetleri de var. Sıkıntılara maruz kalan bir insanın hayata tekrar bağlanması, yeni hayat şartlarına ayak uydurması, yabancılık çekilen şeylere alışabilmek, yeni ortamlara uyum sağlayabilmek gibi birçok güzelliklerde ülfet ile elde edilir. Mesele her şeyde olduğu gibi ülfeti de yerli yerinde kullanabilmek. Ülfeti gafletin bir sebebi yapmak değil, dünya ve ahiret hayatı için ilahî bir nimet olarak kullanabilmek.
Alıntıdır
[1] Mesnevi-i Nuriye, 188 (Osmanlıca Nüsha)
[2] Gasiye, 17-20
[3] Haşir, 2
[4] Âl-i İmran, 191
[5] Sözler, 243 (Osmanlıca Nüsha)
[6] Mülk, 3
[7] Asa-yı Musa,
[8] İbrahim, 34
[9] Heysemî, I, 60 (hadisten alıntı)
Bir yanıt yazın