“İnsanlara iyiliği emrederde kendi nefsinizi unutur musunuz? Hâlbuki siz kitabı da okuyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”[1]
Yıllar önce vakıflık yapan bir arkadaşımız bana “Bulunduğum yerde cemaat içinde çok enaniyetli, kendini beğenmiş bir adam var. Bunun enaniyetini nasıl kıracağımı, nasıl ıslah edeceğimi bilemiyorum” diye dert yanmıştı. Ben de, “Onun olduğu meclislerde enaniyetin, kendini beğenmişliğin kötülüğünü ve ondan kurtulmanın yollarını anlat! Fakat açıkça sen şöylesin diye kırıcı konuşma! O hissesini alır” diye yol gösterecek oldum. Arkadaşım, “Onun olduğu meclislerde zaman, zaman bu tür konuşmaları, sohbetleri yaptım. Bu sohbetlere o da iştirak etti. Konuyla ilgili bildiklerini o da anlattı. Ama hiçbir zaman ben de öyleyim, benim bu hasletten kurtulmam lazım diye bir derdi olmadı” dedi.
Daha sonraki zamanlarda ben de bu tür insanlarla karşılaştım. Onlar içinde çok bilgili olanlar da vardı. Enaniyetin, kibrin, kendini beğenmişliğin, hasedin kötü olduğunu biliyorlardı. Üstelik bu hasletlerden nasıl kurtulunacağına dair sohbetler, dersler de yapıyorlardı. Bütün bunlara rağmen kendileri bu hasletlerden kurtulamıyorlardı. İşin garip tarafı, kurtulmak için kendilerinde bir istek, bir çaba bile görünmüyordu. Belki de kendilerinde böyle bir hâlin olduğunu bile bilmiyorlardı.
Bunun sebebi nedir?
Âlimler cehaleti cehl-i basit ve cehl-i mürekkep olmak üzere iki kısma ayırmışlar. Cehl-i basit, kişinin cahil olması ve kendi cahilliğinin farkında olmasıdır. Cehl-i mürekkep ise, bir kişinin cahil olduğu halde cahilliğinin farkına varamaması, kendini bilgili, âlim sanmasıdır.
Nefsanî hastalıklarda da durum aynıdır. Bazı insanlar kendilerindeki hata ve kusurları bilirler. Bunların ıslahı kolaydır. Fakat kendilerinde nefsanî hastalıkların farkında olmayanlar veya aşırı kendini beğenmişlikten dolayı bu hastalıklardan uzak olduklarını zannedenlerin ıslahı güç, bazen de imkânsızdır. Çünkü bu insanlar, kendilerini bilgili olarak gördüklerinden, nefsanî hastalıkları bildikleri için, kendilerinin o hastalıklardan uzak olduğunu zannederler. Hâlbuki nefis terbiyesinin nasıl yapılacağını bilmek, bizim nefsimizi terbiye etmez. Çünkü bir şeyi bilmekle, o şey ile hâllenmek arasında fark vardır. Örneğin baş ağrısının ne olduğunu bilmek ayrı, başın ağrıması ayrıdır. Biri bilgi, diğeri hâldir. İhlâsın ne olduğunu bilmek insanı ihlâslı yapmaz. İnsan onunla hâllendiğinde ihlâslı olur.
Bu tür insanların en büyük hatası, nefis terbiyesiyle ilgili konuları öğrenirken kendi nefisleri için değil de, başkaları için öğrenmeleridir. Onlar insanlara tebliğ yapmaları gerektiğini, insanları ıslah etmeleri gerektiğini düşünürler. Bu yüzden örneğin hased hastalığını öğrenirken kendisinde değil de başkalarında var olan hased illetini düşünürler ve onlara hasedden nasıl kurtulacaklarını öğretmeye çalışırlar.
Üstad Bediüzzaman “Şu insanlar gibi olmayın ki onlar Allah’ı unutmuşlardır da, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur” ayetini tefsir mahiyetinde, “Allah’ın nefislerini unutturduğu kimseleri” şöyle anlatır:
“Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.”[2]
ALINTIDIR
[1] Bakara, 44.
[2] Sözler Mecmuası
Bir yanıt yazın