Hayat, bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yektâ.
Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.
Hayat, pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattir. Bundan dolayı Yüce Allah’ın bir ve tek olduğunu gösteren bir nurdur. Varlıklar, hayat vasıtasıyla Yüce Allah’ın tevhidini göstermektedir. Evet, çoklukları bir eden vahdetin tecellisidir. Hayat vasıtasıyla bir şey, her şeye sahip olmaktadır. Cansız bir cisim dağ kadar büyük olsa da etrafındaki varlıklardan habersiz kalmaktadır. Onun için adeta hiçbir şey yoktur.
Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hüküm süren rızık, rahmet, inâyet ve hikmeti barındırmaktadır. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecellî eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecellî edip meskenini ihtiyaçlarına göre tertip edip güzelleştirir. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devamına ve gelişmesine gereken maddî, manevi gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde depoluyor. Demek hayatı veren kim ise rızkı veren, besleyen, ihtiyaçları gören, varlığını devam ettiren de odur. Demek hayatın sahibi her şeyin sahibidir.
Hem hayat, çok şeyleri, bir eder. Hayat sayesinde varlıklar, birlik halini alır. Bir yerde görünen birlik ise, o şeyin Bir’den geldiğini göstermektedir. Bir olan zatın icadıdır. Özellikle hayatın hem kendisi hem de hayat vasıtasıyla birlik haline gelen varlıklara dikkat edilirse gayet mükemmel bir düzen, hassas bir ölçü, çok şeyleri içinde barındırdığı görülecektir. Bu hal ise nihayetsiz Kadîr, Hakîm olan bir zatın eseri olabilir. Bu hakikati ifade etmek için şöyle bir kaide ifade edilmektedir: “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir.”
“Ruh vücûd-u hâricî giydirilmiş bir kanundur”
Ruh bir nûrânî kanundur, vücûd-u hâricî giymiş bir nâmustur. Şuûru başına takmış. Bu mevcûd ruh, şu ma‘kūl kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş. Sâbit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irâde vasfından gelir. Kudret vücûd-u hissî giydirir, şuûru başına takar. Bir seyyâle-i latîfeyi o cevhere sadef eder. Eğer envâ‘daki kanunlara kudret-i Hâlık vücûd-u hâricî giydirirse, her biri bir ruh olur. Ger vücûdu ruh çıkarsa, başından şuûru indirirse, yine lâyemût kanun olur.
Lemaatta son derece önemli konuyu içeren bir bölümdür. Açıklamasına geçmeden önce anlamayı kolaylaştıracak bir kısım ıstılahların bilinmesi gerekmektedir.
Vücud-u Hâricî/Vücud-u Hissî: İlahi ilimde bulunan varlığın mahiyetine veya suretlerine, ilahi kudretin vücud vermesi anlamına gelmektedir. Vücuda kavuşan bu varlık, mana âleminden şehadet âlemine geçmektedir. Realitede olan varlık demektir. Bir başka şekilde anlatılacak olursa, eşyanın mahiyetlerinin bu âlemde kendine ait bir kimlikle belirmesine denmektedir.
Kanun: Her ferdi bağlayan genel kurallardır. Aynı zamanda Yüce Allah’ın irade ve ilim sıfatının ve emrinin bir tecellisi olan ve türlerde görünen genel kurallara denmektedir.
Namus: Sır, kanun, nizam ve Cebrail için kullanılmaktadır. Cebrail’e bu sıfatın verilmesi herkese değil yalnız peygamberlere geldiğinden dolayıdır. Irza, namus denmesi ise yalnız ailenin bilmesinden dolayıdır. Tabiat kanunlarına da namus denmesi ise herkesin değil erbabının bilmesinden dolayıdır. Yani kanundan sır olmak yönüyle ayrılmaktadır. Kanun için yapılan tarif, namus için de geçerlidir.
Âlem-i Emir: Emir âlemi demektir. Sebebe bağı olmaksızın Hak tarafından bir anda vücud bulan âlem demektir. Melekût âlemi bu âlemdendir.
Ruhun varlığını kabul eden âlimler, ruhun hakikati ve mahiyeti hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. İslam felsefecileri ve kelamcılar bu konuda birçok farklı görüşler beyan etmişlerdir. Hatta el-Harputî, ruh hakkında bine yakın farklı görüşün olduğunu ifade etmektedir. Burada bu fikir ayrılıklarına girmeden Bediüzzaman Hazretlerinin ruh hakkındaki görüşünü açıklamaya gayret edeceğiz.
Üstad ruh için;
- Nurani bir kanun
- Haricî vücud giymiş bir namus
- Şuurlu
- İrade sıfatından ve emir âleminden gelmiş bir hakikat olduğunu ifade etmektedir.
Ruhun bu özelliklerini daha iyi anlamak için yanlışlıkla tabiat diye bilinen fakat gerçekte Sünnetullah, âdetullah denilen kavramı bilmek gerekmektedir. Tabiat denilen şey hakikatte Cenab-ı Hakkın emir ve iradesinin külli tecellisiyle âlemde cereyan eden ilahi kanunlar anlamına gelmektedir. Buna fıtrî kanunlar, şeriat-ı fıtriye de denmektedir.
Âdetullah/tabiat kavramı külli bir iradenin ve kapsayıcı bir hâkimiyetin unvanıdır. Âlemdeki düzen ve işleyişi bu ilahi kanunlara vermek istemeyen bir kısım insanlar yanlış bir kavramsallaştırma ile tabiat kanunları demektedirler.
Bediüzzaman Hazretleri ruhun mahiyeti, kökeni olarak bu kanunları göstermektedir. Yani âdetullah denilen âlemdeki bu kanunlar eğer harici bir vücud giyerse, başına şuur da verilirse artık bu kanunların ismi ruh olmaktadır. Veya ruhtan harici vücud çıkarılırsa, şuur alınırsa ruh denilen gerçeğin ismi kanun olacaktır.
Kısacası ilahi emrin ve iradenin tecellisi olan tabiat kanunlarına vücud verilse ve şuur takılsa her bir kanun, ruh olur. Hz. Üstadı bu çıkarıma sevk eden âmil şu olması mümkündür. Kanunlar da ruh ta ilahi emrin[1] tecellisidir.
[1] “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir.” (İsra suresi, 85)
Alıntıdır
Bir yanıt yazın