Kâfire ‘Kâfir’ diye hitap etmek üç açıdan caiz değildir.
Birincisi; kör bir insana, “Hey kör!” diye seslenmek İslâm’da doğru değildir. Çünkü böyle bir sesleniş, o kişiye bir eziyettir. Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) zimmî[1] birisine yapılan eziyet hakkında bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kim zimmî olan birine eziyet ederse, ben onun hasmı (düşmanı) olurum.”[2]
İkincisi; kâfirin iki anlamı vardır. Birincisi ve ilk akla geleni, Allah’ı inkâr eden dinsiz demektir. Bu anlamı itibariyle ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara ‘kâfir’ denilmez. Çünkü onlar Allah’ı inkâr etmiyorlar. Kâfir kelimesinin ikinci anlamı ise, Peygamberimizi ve İslâmiyet’i inkâr eden anlamındadır. Bu anlamı itibariyle ehl-i kitap kâfirdir. Zaten onlar da buna razıdırlar. Lâkin halk arasında ‘kâfir’ dendiğinde, çoğunlukla ilk akla gelen birinci anlamıdır. Bunun için, bu kelime, daha çok tahkir veya eziyet amaçlı olarak kullanılmaktadır.
Üçüncüsü; itikat dairesini, muamelat dairesine karıştırmaya mecburiyet yoktur. Yani ehl-i kitap, İslâm inanç esaslarına göre kâfir diye, onlarla olan bütün muamelelerde bunu dile getirmeye ve yüzlerine bu hakikati vurmaya gerek yoktur. Her söylenilen doğru olmalıdır, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Çünkü bu tarz bir davranış, onların İslâm’dan soğumalarına, İslâm toplumundan dışlanmalarına hatta İslâm’a düşman olmalarına sebep olabilir.
Cerbeze Gariplikler Makinesidir
Cerbeze, hakkı batıl, batılı da hak gösterebilecek derecede hileli ve kurnaz bir akla sahip olmak demektir.
Cerbezeli bir akla sahip olan kişi, büyük ve küllî işlerde sadece kusurları görür ve aldanır. Başkalarını da aldatır.
Cerbezeli bir insan, başka birisinin bir kötülüğünü gördüğünde, o kötülüğü abartarak o kişinin bütün iyiliklerini örter. Adeta kişinin göz bebeğinin önüne bir sinek kanadını getirerek arkadaki sıradağları görmesini engellemek gibi.
Cerbezenin öyle tuhaf ve şaşırtıcı bir tavrı vardır ki, farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda meydana gelen birbirinden farklı şeyleri ve olayları toplar, onları birleştirir, bir yapar. Siyah bir perdenin ardından etrafa bakmak gibi, cerbezeli birisi de her yere cerbezesiyle oluşan siyah perdenin arkasından bakar ve öyle görür, öyle anlamlandırır.
Hakikaten cerbeze, bütün çeşitleriyle, garipliklerin makinesidir. Meselâ, cerbezeli bir akla sahip bir âşık, bütün varlıkları, birbirine aşkın cezbesiyle çekilmiş ve gülerek raks edenler olarak görür. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir anne, bütün varlıkları, hüzün içinde ağlaşıyor gibi görür. Kısacası, herkes istediği ve kendi hâline münasip gördüğü meyveyi koparır.
Cerbezenin mahiyetini daha iyi anlamak için Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir misal verir: Meselâ bir kişi, bir saat gezip rahatlamak niyetiyle gayet süslü ve çiçekli bir bahçeye gider. Bu bahçenin bu güzelliği içinde, illâ ki farklı noktalarında bazı pis ve hoşa gitmeyen cüz’î şeyler de bulunacaktır. Bu kişi, bozuk ahlâkının (tabiatının) gereği olarak, bu güzel ve süslü bahçe içinde, o kadar güzellikler içinde, gidip, sadece o cüz’î pis ve çirkin şeylere devamlı bakmaya başlar. Sadece o cüz’î pis ve nahoş şeylere takılıp araştırmaya başlar. Hayalinin de etkisiyle, bu hal genişler ve o güzel bahçe, bu kişinin nazarında bir mezbaha ve çöplük suretinde görünmeye başlar ve midesi bulanıp istifrağ eder. Büyük bir nefretle o bahçeden kaçar, uzaklaşır.
Bu misalde olduğu gibi, acaba, bir insanın hayatını böylesine elemli ve sıkıntılı bir hale çeviren böyle bir bakış açısında (cerbezeli bir akılda) ve hayalde, elbette hiçbir hikmet ve fayda olamaz.
Evet, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.
Gayr-ı Müslim Azınlıkların Askerliği
Gayr-i Müslim azınlıkların askerlik yapmaları, aşağıdaki sebeplerden dolayı caizdir.
Birincisi: Askerlik kavga içindir. Dehşetli, vahşi bir hayvanın parçalamak için saldırısında ve o hayvan ile boğuşulduğu bir vakitte, kimden ve nereden olursa olsun her türlü yardım hoş karşılanır. Aynen öyle de etrafımızdaki bunca bizi parçalamak için bekleyen düşmanlar varken, gayr-ı Müslimlerin de askerlik yapması neden caiz olmasın?
İkincisi: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, bir kısım müşrik kabileleriyle karşılıklı antlaşmalar yapmıştır. Hazret-i Peygamber (asm), bu antlaşmalarla, karşılıklı olarak yardımlaşmak, iyi komşuluk münasebetleri kurmak ve hariçteki düşmanların saldırı ihtimaline karşı güç birliği yaparak beraberce o düşmanlara karşı savaşmak gibi faydaları gözetmiştir. Yani Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, hariçteki düşmanların saldırılarına karşı yakın komşu olan müşrik kabilelerle dahi ittifak sözleşmeleri imzalamıştır.[3] Durum bu halde iken, içimizdeki gayr-ı Müslim azınlıklar ile niçin bir anlaşma çerçevesinde askerlik yapmalarına müsaade edilmesin? Kaldı ki gayr-ı Müslimler orduda toplu halde bulunmayıp, ordu içinde farklı yerlere dağılacaklarından dolayı, çoğunluğu oluşturan bizim askerlerin manevi kuvveti, onların olası zararlarının önüne geçecektir.
Üçüncüsü: Tarih boyunca İslâm devletleri içinde nadiren de olsa gayr-i Müslimler askerlik yapmışlardır. Yeniçeri Ocağı buna güzel bir örnektir.
Müslümanlar Niçin Fakirleştiler?
Bediüzzaman Hazretleri, bu çok önemli sorunun iki sebebini bildiğini beyan eder.
Birinci sebep: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”[4] ayet-i kerimesi ile işaret edilen çalışma meylinin ve “Çalışıp kazananı Allah sever” hadis-i şerifi ile işaret edilen kazanma şevkinin, bazı olumsuz telkinler ile kırılmasıdır.
Hâlbuki maddî zenginliğin ve kalkınmanın en temel dinamikleri, insandaki çalışma meyli ve kazanma şevkidir. Ama maalesef bazı şahısların ve vaizlerin aşağıda maddeler halinde sıralayacağımız hikmetleri ve hakikatleri bilmemekten kaynaklanan yanlış telkinleri sayesinde çalışma meyli ve kazanma şevki kırılmıştır. Maddeler şunlardır:
- Bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah tabir edilen Allah’ın kelâmını ve dinini yüceltmek, maddî ilerleme ve kalkınmaya bağlıdır.
- “Dünya, ahiretin tarlasıdır” hadis-i şerifinde işaret edildiği gibi, dünyayı önemli ve değerli kılan sebeplerden birisi de, ahirette göreceğimiz muamelenin ancak dünya hayatındaki amellerimize bağlı olmasıdır. Yani dünya, amellerin ekildiği bir tarla ise ahiret de sonuçlarının bir ambarıdır.
- Ortaçağ şartları ve gerekleri ile asrımızın şartları ve gerekleri birbirinden çok farklıdır. Siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlardaki bu farklılıkları hesaba katmadan ve buna uygun usullerle ve söylemlerle hareket etmeden, dine hizmet edebilmek ve asrımız insanına hitap edebilmek mümkün değildir.
- İslâm’da çalışmaya ve gayret etmeye kanaat yoktur. Çalışma ve gayret etmenin sonucunda elde edilenlere kanaat vardır. Bu iki husus arasında çok büyük ve önemli bir fark vardır. Yani, bir Müslüman çalışmasını, hizmetini ve gayretini asla yeterli görmemelidir. Ama sınır koymadığı çalışma, hizmet ve gayretlerinin sonucunda Allah’tan kendisine ihsan edilen neticelere kanaat etmelidir. “Neden daha fazla verilmedi?” dememelidir.
- Doğru tevekkül anlayışına sahip olmak gerekmektedir. Rabbimiz iradesinin ve hikmetinin gereği olarak sebepleri yaratmıştır. Sonuçlara ulaşmanın yolu sebeplere uygun hareket etmekten geçmektedir. Kulun vazifesi, elde etmek istediği sonuçlara ulaştıracak sebepleri yerine getirmektir. Sebepler yerine getirilmezse, bunun adı tevekkül değil tembelliktir. Tevekkül demek, bütün sebepleri yerine getirdikten sonra Allah tarafından ihsan edilen sonuçlara kanaat etmek ve Allah’ın takdirine rıza göstermektir.
- Rasulullah Efendimizin (asm) hem doğduğunda, hem bütün hayatı boyunca hem de mahşer meydanında “ümmetim ümmetim!” demesindeki sırrı doğru anlamak gerekmektedir. Sadece kendini ve çıkarlarını düşünen birisi, Efendimizin (asm) “ümmetim ümmetim!” demesindeki sırrı anlamamış demektir.
- “İnsanların hayırlısı, onlara faydalı olandır” hadis-i şerifinin hikmetini doğru anlamak gerekmektedir.
İkinci sebep: Müslümanlar, idarecilik ve memuriyeti, en önemli bir geçim kaynağı olarak görmelerinden dolayı büyük zararlara uğramaktadırlar. Bu durum, fakirleşmenin ve maddî kalkınmanın en büyük engellerinden biridir. Çünkü idarecilik ve memuriyet, hem insan fıtratına uygun değil, hem tembelliğe müsait hem de gururu okşayan bir geçim yoludur.
[1] Zimmî: İslâm hukukuna göre yönetilen bir devlete tâbi olan, vergi veren ve korunan ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar).
[2] El-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: 6:19, hn: 8270.
[3] Hicret’in ikinci senesinde Benû Damre müşrik kabilesiyle, yine aynı sene Benû Gıfâr müşrik kabilesiyle ve Cüheyne müşrik kabilesi ile imzalanan antlaşmalar buna örnek olarak verilebilir.
[4] Necm Suresi, 39
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın