Kader, Cenab-ı Hakkın başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle, bütün varlık âleminin ve içindeki olmuş ve olacak bütün yaratılanların nasıl olacaklarını, ne zaman vücuda geleceklerini ve nasıl yaşayacaklarını her türlü ayrıntısı ile bilmesi ve aynısını da kader levhasına yazmasıdır. Bu da iki kısma ayrılmaktadır.
- Allah’ın hikmetinin gerektirdiği ve iradesinin tercih ettiği şekilde, kader programına göre, O’nun kudretinin yarattığı ve insanın iradesine bağlı olmayan işlerdir. Bu kısım, insanı bağlamaz. Hikmet-i İlahiyeye göre bu gibi işler gerçekleşir. Bütün âlemin ve içindeki bütün varlıkların yaratılması, insanın nerede, ne zaman, hangi anne ve babadan dünyaya geleceği buna örnektir.
Bir bina, plan ve projesiz meydana gelmediği gibi, insanın iradesinin dışındaki âlemde de ne olup bitiyorsa hepsi bu kader projesine göre oluşmaktadır. Ağaçtaki yaprağın düşmesinden tut, ta yıldızların, güneş sistemi gibi sistemlerin ve bütün varlık âleminin yaratılıp idare edilmesi, ancak kaderin bu programına göre takdir edilmiştir.
- Bizim cüz-i irade denilen isteğimize bağlı olarak, düşündüğümüz ve yaptığımız işlerdir. Cenab-ı Hakk, bize bir parça irade vermiştir. Onu da, külli iradesinin taallukuna basit bir şart yapmıştır. Hayır veya şer olsun, insan bir şeyi istemedikçe, Allah onu yaratıp zorla insana vermez. Zaten insanın istemesinin dışında, Cenab-ı Hakk insana bir muamelede bulundu ise, insan ondan mesul değildir. Mesela cinnet getirerek veya bilmeden bir suç işlemenin, “Benim ümmetimden hata ve unutkanlığın cezası kalkmıştır”hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, Allah katında mesuliyeti olmaz.
Cenab-ı Hakk, imtihan için insanı bu dünyaya göndermiştir. Hikmet ve adaletin gereği olarak, iyilik veya kötülüğü tercih edebilecek bir cüz-i ihtiyariyi yani istediğini seçebilme iradesini, insana vermiştir. Bu dünyada hayır ve şerri bir arada bulundurarak, bunu imtihan vesilesi yapmıştır.
Sadeddin Taftazani’nin dediği gibi İman: “Kulun iradesini kullanıp istemesinden sonra, Cenab-ı Hakk’ın o kulun kalbine yerleştirdiği bir nurdur. Demek bir kul iman etmek istemedikçe, Allah ona imanı vermediği gibi, kâfir olmak istemedikçe de, Allah ona küfrü vermez. Kulun işlediği günah ve sevapların durumu da böyledir.
مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ
“Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsindendir”[1] ayet-i Kerimede ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hakk, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğundan, rahmetiyle kulunun iyilik yapmasını ister. Eğer kul da iradesiyle, Cenab-ı Hakk’ın istediğine inanıp, o iyiliği sahiplenirse, Allah kudretiyle o iyiliği yaratır. Zira iyiliği isteyen rahmet-i ilahiyedir. İnsanın kabulünden sonra iyiliği yaratan, yine kudret-i ilahiyedir. Sebeb de sonuç da Allah’tandır. Öyleyse iyilik hususunda insana düşen hisse, ona inanıp sahiplenmek gibi çok az bir kısımdır. Buna binaen ayette “iyilik Allah’tandır” denilmiştir.
Fenalık hususunda ise, Allah rahmetiyle kulunun fenalık yapmasını istemez. Bunu da peygamberler ve âlimler vasıtasıyla bildirmiştir. Ancak imtihan gereği olarak, Allah insanın iradesini serbest bıraktığından, fenalığı insan isteyebilmektedir.
Eğer bir insan, Allah istemediği halde, bir fenalığı bile bile isterse, onun isteğine binaen, Allah o fenalığı verir. Fenalığa sebeb olan insanın nefsidir. Çünki insan kendisi istemektedir. Yaratan ise, kudret-i ilahiyedir; netice Allah’a aittir. Ayetteki “Fenalığı kendinden bil!” hakikati ise, insanın o fenalığa sebeb olmasındandır.
“Madem Cenab-ı Hakk kaderimde olan her şeyi bilip yazmış, öyleyse işlediğim günahlardan mesul değilim” diyemeyiz. Zira bir işin oluşması için irade sıfatı, tercih eder. Kudret sıfatı ise, tesir sahibidir, onu yaratır. İlim sıfatı ise, o yaratılan nasıl yaratıldı ise, o hal üzere onu bilir; yaratma özelliğine sahip değildir.
Zira kader de bir ilimdir; ilim ise, maluma tabidir. Yani bir insan dünyaya geldiğinde ne isteyip yapacaksa, Allah aynen onu bilir ve yazar. Allah’ın bu bilmesi ve yazması, insanın isteğine ve yapacağına göredir. Öyleyse, iyilik ve fenalığın kaderde yazılı olması, insanı onları yapmaya mecbur etmez. İnsan onları yapacağından dolayı, kaderde yazılmıştır. Dolayısıyla yaptığımız fenalıklarda kaderin hiçbir mesuliyeti yoktur.
Bu hakikati daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz. Gelecek sene daha gelmeden takvimler hazırlanıp iki üç ay önceden insanlara dağıtılıyor. Bu takvim, gelecek senenin kaderi gibi, senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, hangi günün Cuma veya cumartesi olduğunu, ay ve güneş tutulma vakitlerini, beş vakit namazın vaktinin hangi dakikada girdiğini, bayram ve tatil günlerinin hangi günler olduğunu bütün teferruatıyla göstermektedir. Takvimi hazırlayan ise, cüzî bir ilme sahip olup, tecrübeleriyle gelecek seneyi bütün teferruatıyla bilip yazmıştır. İlim ve bilgiden ibaret olan takvim, daha gelmemiş ve gelecek olan seneye göre hazırlanmıştır. Ve o seneye tabidir. Senenin takvimin gösterdiği şekilde gerçekleşmesi, takvime bağlı değildir. Öyleyse biz diyemeyiz ki “Bu adam takvimi böyle yazdığı için sene de öyle gerçekleşti.” Belki adam senenin nasıl gerçekleşeceğini bilmiş ve ona göre de takvimi düzenlenmiştir. Takvimin sene üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
Aynen öyle de Cenab-ı Hakk, başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle sonradan yaratacağı bir kulunun neler isteyeceğini ve neler yapacağını bilir. Ve bildiği için de kader olarak yazmıştır. Bu kaderin kulun üzerine hiçbir etkisi yoktur. Ancak kulun irade ve gücüyle yapacaklarını aynen yazmıştır. Bu hakikati bilen insanlar, bütün mesuliyeti kadere değil, iradelerine ve nefislerine verirler; bütün iyilikleri de kaderden bilirler. Ancak bu hakikati tam anlamayan avam, ümitsizliklerini ve üzüntülerini gidermek için, olup biten bazı şeyleri kadere veriyorlar. Örneğin: yapmadığı veya yapamadığı bir iyilik için “Nasip değildi, kaderde yokmuş” diyerek ümitsizlikten kurtulup teselli bulur. Ve yine başına gelen bir musibetten dolayı: “Kaderimizde varmış. Bu musibetten kurtulamayacakmışız” der. İşi kadere vermekle üzüntüsünü, sıkıntısını giderir. Ama hiçbir zaman bir Müslüman işlediği günahlardan dolayı: “kaderimde vardı. Onun için yaptım” diyemez. Ve dese de doğru olamaz. “Hem kaderde ve nasibimde ne varsa gelir beni bulur” diyerek kendini tembelliğe atamaz. Cüzi iradesiyle yapması gereken sebepleri yerine getirerek tedbirini alıp neticelerin Allah’tan geldiğini bilmek ve O’ndan beklemek mecburiyetindedir.
[1] Nisa Suresi, 79
Kader, Cenab-ı Hakkın başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle, bütün varlık âleminin ve içindeki olmuş ve olacak bütün yaratılanların nasıl olacaklarını, ne zaman vücuda geleceklerini ve nasıl yaşayacaklarını her türlü ayrıntısı ile bilmesi ve aynısını da kader levhasına yazmasıdır. Bu da iki kısma ayrılmaktadır.
- Allah’ın hikmetinin gerektirdiği ve iradesinin tercih ettiği şekilde, kader programına göre, O’nun kudretinin yarattığı ve insanın iradesine bağlı olmayan işlerdir. Bu kısım, insanı bağlamaz. Hikmet-i İlahiyeye göre bu gibi işler gerçekleşir. Bütün âlemin ve içindeki bütün varlıkların yaratılması, insanın nerede, ne zaman, hangi anne ve babadan dünyaya geleceği buna örnektir.
Bir bina, plan ve projesiz meydana gelmediği gibi, insanın iradesinin dışındaki âlemde de ne olup bitiyorsa hepsi bu kader projesine göre oluşmaktadır. Ağaçtaki yaprağın düşmesinden tut, ta yıldızların, güneş sistemi gibi sistemlerin ve bütün varlık âleminin yaratılıp idare edilmesi, ancak kaderin bu programına göre takdir edilmiştir.
- Bizim cüz-i irade denilen isteğimize bağlı olarak, düşündüğümüz ve yaptığımız işlerdir. Cenab-ı Hakk, bize bir parça irade vermiştir. Onu da, külli iradesinin taallukuna basit bir şart yapmıştır. Hayır veya şer olsun, insan bir şeyi istemedikçe, Allah onu yaratıp zorla insana vermez. Zaten insanın istemesinin dışında, Cenab-ı Hakk insana bir muamelede bulundu ise, insan ondan mesul değildir. Mesela cinnet getirerek veya bilmeden bir suç işlemenin, “Benim ümmetimden hata ve unutkanlığın cezası kalkmıştır”hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, Allah katında mesuliyeti olmaz.
Cenab-ı Hakk, imtihan için insanı bu dünyaya göndermiştir. Hikmet ve adaletin gereği olarak, iyilik veya kötülüğü tercih edebilecek bir cüz-i ihtiyariyi yani istediğini seçebilme iradesini, insana vermiştir. Bu dünyada hayır ve şerri bir arada bulundurarak, bunu imtihan vesilesi yapmıştır.
Sadeddin Taftazani’nin dediği gibi İman: “Kulun iradesini kullanıp istemesinden sonra, Cenab-ı Hakk’ın o kulun kalbine yerleştirdiği bir nurdur. Demek bir kul iman etmek istemedikçe, Allah ona imanı vermediği gibi, kâfir olmak istemedikçe de, Allah ona küfrü vermez. Kulun işlediği günah ve sevapların durumu da böyledir.
مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ
“Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsindendir”[1] ayet-i Kerimede ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hakk, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğundan, rahmetiyle kulunun iyilik yapmasını ister. Eğer kul da iradesiyle, Cenab-ı Hakk’ın istediğine inanıp, o iyiliği sahiplenirse, Allah kudretiyle o iyiliği yaratır. Zira iyiliği isteyen rahmet-i ilahiyedir. İnsanın kabulünden sonra iyiliği yaratan, yine kudret-i ilahiyedir. Sebeb de sonuç da Allah’tandır. Öyleyse iyilik hususunda insana düşen hisse, ona inanıp sahiplenmek gibi çok az bir kısımdır. Buna binaen ayette “iyilik Allah’tandır” denilmiştir.
Fenalık hususunda ise, Allah rahmetiyle kulunun fenalık yapmasını istemez. Bunu da peygamberler ve âlimler vasıtasıyla bildirmiştir. Ancak imtihan gereği olarak, Allah insanın iradesini serbest bıraktığından, fenalığı insan isteyebilmektedir.
Eğer bir insan, Allah istemediği halde, bir fenalığı bile bile isterse, onun isteğine binaen, Allah o fenalığı verir. Fenalığa sebeb olan insanın nefsidir. Çünki insan kendisi istemektedir. Yaratan ise, kudret-i ilahiyedir; netice Allah’a aittir. Ayetteki “Fenalığı kendinden bil!” hakikati ise, insanın o fenalığa sebeb olmasındandır.
“Madem Cenab-ı Hakk kaderimde olan her şeyi bilip yazmış, öyleyse işlediğim günahlardan mesul değilim” diyemeyiz. Zira bir işin oluşması için irade sıfatı, tercih eder. Kudret sıfatı ise, tesir sahibidir, onu yaratır. İlim sıfatı ise, o yaratılan nasıl yaratıldı ise, o hal üzere onu bilir; yaratma özelliğine sahip değildir.
Zira kader de bir ilimdir; ilim ise, maluma tabidir. Yani bir insan dünyaya geldiğinde ne isteyip yapacaksa, Allah aynen onu bilir ve yazar. Allah’ın bu bilmesi ve yazması, insanın isteğine ve yapacağına göredir. Öyleyse, iyilik ve fenalığın kaderde yazılı olması, insanı onları yapmaya mecbur etmez. İnsan onları yapacağından dolayı, kaderde yazılmıştır. Dolayısıyla yaptığımız fenalıklarda kaderin hiçbir mesuliyeti yoktur.
Bu hakikati daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz. Gelecek sene daha gelmeden takvimler hazırlanıp iki üç ay önceden insanlara dağıtılıyor. Bu takvim, gelecek senenin kaderi gibi, senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, hangi günün Cuma veya cumartesi olduğunu, ay ve güneş tutulma vakitlerini, beş vakit namazın vaktinin hangi dakikada girdiğini, bayram ve tatil günlerinin hangi günler olduğunu bütün teferruatıyla göstermektedir. Takvimi hazırlayan ise, cüzî bir ilme sahip olup, tecrübeleriyle gelecek seneyi bütün teferruatıyla bilip yazmıştır. İlim ve bilgiden ibaret olan takvim, daha gelmemiş ve gelecek olan seneye göre hazırlanmıştır. Ve o seneye tabidir. Senenin takvimin gösterdiği şekilde gerçekleşmesi, takvime bağlı değildir. Öyleyse biz diyemeyiz ki “Bu adam takvimi böyle yazdığı için sene de öyle gerçekleşti.” Belki adam senenin nasıl gerçekleşeceğini bilmiş ve ona göre de takvimi düzenlenmiştir. Takvimin sene üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
Aynen öyle de Cenab-ı Hakk, başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle sonradan yaratacağı bir kulunun neler isteyeceğini ve neler yapacağını bilir. Ve bildiği için de kader olarak yazmıştır. Bu kaderin kulun üzerine hiçbir etkisi yoktur. Ancak kulun irade ve gücüyle yapacaklarını aynen yazmıştır. Bu hakikati bilen insanlar, bütün mesuliyeti kadere değil, iradelerine ve nefislerine verirler; bütün iyilikleri de kaderden bilirler. Ancak bu hakikati tam anlamayan avam, ümitsizliklerini ve üzüntülerini gidermek için, olup biten bazı şeyleri kadere veriyorlar. Örneğin: yapmadığı veya yapamadığı bir iyilik için “Nasip değildi, kaderde yokmuş” diyerek ümitsizlikten kurtulup teselli bulur. Ve yine başına gelen bir musibetten dolayı: “Kaderimizde varmış. Bu musibetten kurtulamayacakmışız” der. İşi kadere vermekle üzüntüsünü, sıkıntısını giderir. Ama hiçbir zaman bir Müslüman işlediği günahlardan dolayı: “kaderimde vardı. Onun için yaptım” diyemez. Ve dese de doğru olamaz. “Hem kaderde ve nasibimde ne varsa gelir beni bulur” diyerek kendini tembelliğe atamaz. Cüzi iradesiyle yapması gereken sebepleri yerine getirerek tedbirini alıp neticelerin Allah’tan geldiğini bilmek ve O’ndan beklemek mecburiyetindedir.
[1] Nisa Suresi, 79
Bir yanıt yazın