Evet, insanların fıtrî dini İslâmiyet’tir. Buna binlerce delil ve burhanlardan yalnız insanların yaşamasını delil olarak göstermek kâfidir. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki dünyaya gelen her çocuğun sevimli bir hâli vardır.
Onun bu hâli vicdanları bozulmamış insanların şefkat ve merhametini celb eder. O çocuk ister Müslümanın çocuğu olsun, ister Müslüman olmayanın çocuğu olsun fark etmiyor.
Çünkü bir hadis-i şerifte “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu Yahudi, Hıristiyan veya ateşperest yapar.” (Buharî. Cenaiz, 80) ferman ediliyor.
Muhakkak ki Allah katında (yegâne) din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 19) Bu âyet-i kerîme bize şu mânâyı işâret ediyor: İnsanların gelişmiş istidatlarına (kabiliyetlerine) uygun ve fıtratlarına münasip din ve hayat nizamı yalnız İslâmiyet’tir. Çünkü insanlar ilk olarak dünyaya geldiklerinde ilköğretime giden sabîler gibi istidatları gelişmemiş ve tecrübesiz bir sûrette gönderilmişlerdir. Kabiliyetlerinin inkişafı nisbetinde şeriatlar ve kitaplar peygamberler vasıtasıyla kendilerine indirilmiştir. İnsanlar tecrübe sahibi olup istidatları tam inkişaf ettiğinde ise en mükemmel muallim olan Hz. Muhammed (sav) ve en mükemmel din olan İslâmiyet gönderilmiştir.
Nasıl ki bir insanın şahsî hayatında anaokulu, ilköğretim, lise ve üniversite gibi devreler bulunur. Öyle de insanlık için de dünyaya gelişinde ona benzer devirler bulunmaktadır. Kitapların ve peygamberlerin gönderilmesiyle ve tecrübelerin artmasıyla o devirler sırasıyla yaşanmıştır. En son üniversite devri sayılabilen asr-ı saadet ve Hz. Muhammed (asm)’ın devri gelmiştir. Bu devir, bin dört yüz seneden beri adalet vesilesi olarak kesilmeden devam ettiği gibi kıyamete kadar da devam edecektir.
Evet, üniversitede ilköğretim derslerine çalışmak kabul edilmediği gibi önceki dinlere göre amel etmenin de Cenâb-ı Hakk tarafından kabul edilmemesi hikmet-i Rabbaniye’nin muktezasıdır. Buna binaendir ki Allah, meâlen, “Kim de İslâm’dan başka bir din ararsa, artık kendisinden asla kabul edilmeyecektir. Âhirette ise o hüsrana uğrayanlardan (olacak)tır.” (Âl-i İmran, 85) diye ferman eder. Zaten İslâmiyet’i bozmaya çalışan başka dinlerin mensupları kendi dinlerini bozdukları gibi, onu da yaşamıyorlar. Hâlbuki eğer akl-ı selim ile, insanlık tarihine bakarak düşünseler, İslâmiyet’e karşı olan bu saldırgan ve tahribatçı hareketleriyle beşeriyeti bozup felaketlere götürdükleri gibi, kıyametin kopmasına da sebep olmaya çalıştıklarını anlayacaklardır.
Çünkü bilindiği gibi tarihte kavm-i Nuh ve kavm-i Lut gibi bütün azgın toplumlara gelen helâketler ve belalar Allah’a isyanlarından dolayıdır. Buna göre şimdiki insanlara ve bilhassa ellerinde maddî güç bulunduranlara baktığımızda, felaketlerin gelmesi ve kıyametin kopması için adeta yarıştıklarını görüyoruz. İslâmî hâkimiyetin maddeten son bulduğu yüz seneden beri vukua gelen, daha önce eşi ve benzeri görülmemiş bu kadar katliamlar, zulümler, esaretler şu anda hâkim olan, insanların fikrinden oluşmuş felsefî sistemin, insanların fıtratına ne kadar muhalif düştüğünü göstermektedir.
KORK ALLAH’TAN KORKMAYANDAN!
Hâlbuki ilahî nizam insanların yalnız nefislerini korkutup müteessir etmiyor. Belki insanların akıllarına, ruhlarına, kalplerine tesir ettiğinden devletin sisteminin çöktüğü yerde de o ilahî sistem devam eder. Polisin görmediği yerde kafasındaki o inanç, mekândan münezzeh olan Allah’ın hâzır ve nâzır olduğunu ona hatırlatarak, nefsini asayiş ve emniyeti ihlal etmekten vaz geçirir. Eğer idareciler vatandaşlarının saadetini istiyorlarsa bunun ancak Allah’ı tanımak, emir ve yasaklarına uymakla mümkün olduğunu bilmelidirler. Darb-ı mesel olarak, “Kork Allah’tan korkmayandan!” cümlesi bu hakîkati ifade etmektedir.
Evet, insanların fıtrî dini İslâmiyet’tir. Buna binlerce delil ve burhanlardan yalnız insanların yaşamasını delil olarak göstermek kâfidir. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki dünyaya gelen her çocuğun sevimli bir hâli vardır. Onun bu hâli vicdanları bozulmamış insanların şefkat ve merhametini celb eder. O çocuk ister müslümanın çocuğu olsun, ister Müslüman olmayanın çocuğu olsun fark etmiyor. Çünkü bir hadis-i şerifte “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu Yahudi, Hıristiyan veya ateşperest yapar.” (Buharî. Cenaiz, 80) ferman ediliyor. O çocuğun sevimliliği büluğ çağına kadar devam eder. Çünkü işlediği günahları Allah affettiği için, üzerinde bir tesir bırakmadığından sevimliliğini kaybetmiyor. O haliyle ölse kimin çocuğu olursa olsun cennete layık bir çocuk olarak cennete gider. Eğer bir çocuk büluğ çağından evvel ibadet yapmış olsa ve çocuk olarak da ölse cennete gider. Cenâb-ı Hakk merhametinin muktezası olarak ona da otuz üç yaş vererek büyüklere yaptığı muameleyi yapar. Dikkat edilirse, ergenlik çağından sonra eğer o çocuk namazını kılar Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uyarsa, o yaratılıştan gelen sevimlilik hali devam eder. İhtiyarlıkta bile camiye, cemaate devam eden, beyaz sakallı, nurani, sevimli bir zat olarak yaşar. Eğer o çocuk büluğ çağından sonra ibadetini yapıp Allah’ın emir ve yasaklarına uymazsa, işlediği günahların tesiriyle o sevimliliğini ve insanların kendisine karşı olan şefkat hislerini kaybeder ve bütün hayatı böylece sevimsiz ve itici bir tarzda devam eder. Hatta tanıdıklarımızdan İslâmiyet’i yaşamayan, kumarhane ve kahvehane köşelerinde hayatlarını geçirenleri düşünmek o çocuk gibi olanların ihtiyarlıklarında ne halde olduklarını anlamak için yeterlidir.
İKİ MEDENİYET, İKİ MEYVE
Hulasa: “Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark şudur:
Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlar, bâtını da yakar. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus (hoş görünür), sîreti mâkûs bir şeytandır.
İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.
Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği) nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa Müslümanları birbiriyle bağlayan ipi de, ancak uhuvvettir. Çünkü imân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati (şefkat kanadı) altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addeder, (sayar).
Küfür ise, öyle şedid bir bürudettir (soğukluk) ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik (yabancılık) tohumunu eker. Ve her şeyi her şeye düşman yapar.
Evet, hamiyet-i milliyelerinde (milliyetçiliklerinde) bir uhuvvet varsa da, muvakkattir.(geçicidir) Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl (bitişik) ve mahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin ve yüksek terakkiyât ve sanayi ise bunlar tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve iktibas (alındığı) edildiği, Lemeat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir.
(o iki eserime müracaat et, insanların ondan gafil oldukları büyük bir emir göreceksin) (Mesnevi-i Nuriye 75)
Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği) nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa Müslümanları birbiriyle bağlayan ipi de, ancak uhuvvettir.
Bediüzzaman Hazretleri (rh)
“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu Yahudi, Hıristiyan veya ateşperest yapar.”
Buharî. Cenaiz, 80
Bir yanıt yazın