İnsanlığın Durumu
Peygamber Efendimiz zamanında, Arap yarımadasında ve dünya üzerinde, güçlü olan haklıydı. Mazlum eziliyordu. Kazanan kârlı, kaybeden mahkûm oluyordu. Zayıflar ayaklar altında eziliyordu. Ahlak ve fazilet aşındırılmıştı. Toplum kirlenmişti.
Toplum, zengin fakir, kuvvetli zayıf, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumdaydı. Kadınlar değersizdi. Haklarından mahrumdu. Köleler ve fakirler hor görülür ve suç işlediklerinde de şiddetli bir şekilde cezalandırılırlardı. Zenginler üstündü. Hukuk zenginlere göre şekillenirdi.
İnsanlık ırk, dil ve din farklılıklarından dolayı ayrılık içinde iken farklı düşüncelere karşı ise katı bir önyargıya sahipti. Ekonomik zenginlikler bir kısım insanların ellerinde şekillenip halk sefalet içindeydi. Devletlerarasında savaşlar, çekişmeler ve sömürgeleştirme mücadelesi sürüp gitmekteydi.
İnsanlık düşünce istikametini kaybetmişti. Varoluşun sırrını unutan o günün insanları herşeyi yaratana değil, varlıklara hatta kendi elleriyle yaptıklarına kulluk edecek kadar insanlık onurunu düşürmüşlerdi. Halbuki, Allah’tan başka hiçbir varlık, kendisine kulluk edilmeye layık değildir. İnsan, hiçbir şeyi ona kulluk edecek kadar kendinden büyük görmemelidir. Evet, izzet, âlemlerin sultanı olan Allah’a hizmetkâr olmaktadır.
O zamandan günümüz dünyasına geldiğimizde ise durum pek de farklı değildi. Yüzyılımızda insanlığın peygamberler aracılığı ile kazandığı bütün güzel ve iyi hasletler yozlaştırıldı. İnsanlık en karanlık dönemini yaşıyordu. Savaşların, katliamların ve soykırımların yüzyılıydı. İnsanlar, savaştan, nefretten, yoksulluktan, şiddetten, haksızlıktan, onursuzluktan yorgun düştü. Sadece yüzyılımızda savaşlardan dolayı yaklaşık 180 milyon insan hayatını kaybetti. Adeta kurtların kanunuyla hayat sürüyordu dünyamız. Servet bir kısım insanların elinde hapsolurken, dünyanın öbür ucunda açlıktan hayat mücadelesi veren kıtalar vardı.
Bugün de bizler ekmek kadar, su kadar, hava kadar merhamete, haysiyetli bir hayat yaşamaya, huzur ve sükûnete muhtacız.
Hz. Peygamber (sav) Ve Onur
Resul-ü Ekrem Efendimiz kimsesizlerin peygamberiydi. O, hakkın ve bütün halkın peygamberiydi. O, doğruluğun ve güvenin peygamberiydi. O, kutlu fazilet mücadelesini veren bir peygamberdi.
Hz. Peygamber doğmadan önce babasını, 6 yaşında annesini, 8 yaşında dedesini kaybeden yetim ve öksüz bir zattı. O, ne bir kral ne de bir aşiret lideriydi. Hâkimiyet ve saltanata da hiçbir meyli de yoktu. Hiç bir kuvvete de sahip değildi. Davasına başladığı zaman bütün kavminin, hatta amcasının bile şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştı.
Böyle bir vaziyette iken tehlikeli bir mevkide, sarsılmaz bir kararlılıkla, büyük bir işe teşebbüs etti. O günün düşünce dünyasını mağlup ederek fikre istikamet, hayata da saadet getirdi. Bütün ruhlara kendisini sevdirdi. Kalplerden vahşet adetlerini ve çirkin huyları kaldırdı. Bunların yerine insanlarda güzel ahlakı ve yüksek değerleri tesis etti.
Vahşet çöllerinde katılaşan kalpleri ince duygularla doldurdu. Öyle ki bu insanlar komşusu açken tok yatamaz hale geldi. Karşısındaki insan kederliyken gülemez oldu. Yanındaki üşürken ısınamaz insanlar oldu. O, vahşetin köşelerinden çektiği insanları, medeniyetlere öncülük eden birer rehber haline getirmişti.
Resul-ü Ekrem Efendimizi başarıya götüren, hiç şüphesiz onun doğruluğu ve güvenilirliğiydi. Onun hayatında asla hiçbir yalan, hiçbir hile ve hiçbir ihanet görülmedi. Bütün hayatını istikamet, iffet ve kararlılıkla geçirdiğine düşmanları dahi şahadet etmişlerdir.
O (sav), Doğru Bir Yaratılış Düşüncesi İnşa Etti
Sevgili Peygamberimiz, öncelikle insan düşüncesinde doğru bir yaratılış inancı yerleştirdi. Zira yaratılışa kulak vermeyenler veya varoluşu doğru idrak etmeyenler, insan haklarını ve onurunu koruması mümkün değildir.
Resul-ü Ekrem (sav) insanı, tesadüf rüzgârlarının bir eseri, tabiatın bir oyuncağı veya atomların tesadüfen diziliminden meydana gelen bir varlık seviyesinden, âlemlerin sultanı olan Allah’ın dünyadaki aziz misafiri mertebesine çıkardı.
Evet, insan bütün varlığın yaratıcısı olan Allah’ın kudret mucizesidir. Onun kuludur. Onun hizmetkârıdır. Şerefi de bundan kaynaklanmaktadır. Onun için hukuku da izzeti de o nispette büyüktür.
İnsan, izzetli yaratılmıştır. Bu, İlahi iradenin takdiridir. Onur, tesadüfen gelen bir hak değildir. Yaratılışın bir parçası ve ilahi kaderle belirlenen bir hakikattir.
İnsanın Allah’ın yanındaki mevkii büyüktür. Zira Yüce Allah bütün isimlerinin nakışlarıyla yaratmıştır insanı. Allah’ı tanımak için verilen emaneti yüklenmiştir. Ona kul olmak ve onun emirlerine göre yaşamak ve yaşatmaktan ibaret olan yeryüzündeki halifesi olmuştur.
Hz. Peygamber(sav) Veda Hutbesinde; “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”
“Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin” buyurarak insanların kul olma yönüyle birbirinin dengi olduğunu, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını açıkladı. Resul-ü Ekrem Efendimiz düşüncelerde, var oluşun merkezine Allah’ı koyarak, kullara kulluk etmenin insan onuruna layık olmadığı bilincini yerleştirdi.
Bir defasında Sahabeden birisi Peygamberimizi ziyaret için yanına gelmiş, bu arada heyecanlanıp titremeye başlamıştı. Onun bu halini gören Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kardeşim sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.”
Evet, âlemlerin sultanı olan Allah’a imanla bağlanan ve layıkıyla kul olan, başkalarının önünde alçalıp eğilmeye tenezzül etmez. İmanın verdiği şefkat sayesinde başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmez. Kimseyi hor ve hakir görmez. Bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın baskısına tahammül etmediği gibi çaresiz ve aciz birisine de baskı yapmaya tenezzül etmez.
O (sav), Hak Ve Hakikatin Gücüne İnandı
Tehditlerle, korkularla, hilelerle, baskıyla kısa bir süreliğine insanlara hükmetmek ve düşüncelerini başka mecralara döndürmek mümkün olabilir. Fakat bu yolun ömrü kısa, etkisi azdır. Geçici olur.
Düşünceleri değiştirmek, ruhlara sevgili olmak, vicdanlara hükmetmek, kalbin derinliklerine nüfuz edip ince duyguları harekete getirmek, kötü huyları kaldırıp yerine güzel ahlakı yerleştirmek, insanlık cevherini ortaya çıkarmak, fikir hürriyetini sağlamak ise, ancak hakikatin gücüyle olabilir. İşte Resul-ü Ekrem’in (sav) mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak ve hakikatin üzerine kurulmuştur. İnsanları aldatmaktan uzaktır.
Kızlarını diri olarak gömecek kadar taşlaşmış kalbi taşıyan insanları, bir karıncayı ezmez hale getirecek şefkatli bir kalbe sahip kılmak, hakikatin gücü değil midir?
Kadınlara, mazlumlara, zayıflara ve kölelere hiçbir hak tanımayan o günün insanlarını, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu” dedirtecek kadar, ellerine hassas bir adalet terazisini tutturan, hakikatin gücü değil midir?
En değersiz varlık görülen Bilal-i Habeşi ve Üsame bin Zeyd gibi köleleri, Kâbe’nin damında ezan okutup, ismi her anıldığında saygı duyulacak hale getirmek, askerleri Hz. Ebubekir ve Hz. Ömerlerden oluşan İslam ordusunun başkomutanı seviyesine çıkarıp insan onurunu ebedileştirmek, hakikatin gücü değil midir?
Birbirine yabancı ve düşman olarak kabileler halinde dağınık yaşayan o günün vahşi insanlarına, 10 senede üç milyon kilometrekareyi aşan (4 Türkiye) bir alana sahip bir devlet kurdurması ve bu sayede barışı, huzuru, fazileti tesis etmesi hakikatin cazibesiyle değil midir?
Evet, varlığın fahrı/övüncü olan Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav) hak ve hakikatin gücüyle ruhları kirlerden arındırdı. Kalpleri kötülüklerden temizledi. Vicdanları terbiye edip ıslah etti. Faziletin medeniyetini kurdu. Âlemin nizamını sağladı.
Onun (sav) Getirdiği İlkeler Yaratılışa Uygundu
Toplumda bir çığır açan insan, yaratılışın sesine kulak vermeli ve asla muhalefet etmemelidir. Kâinattaki tabiatın zıddına hareket etmemelidir. Yoksa bütün çalışmaları boşa gider. Şer hesabına işler. Başarılı olamaz.
Resul-ü Ekrem Efendimiz insan yaratılışının birer parçası ve insan hayatının temel taşları olan ilkeler getirdi. Onun getirdiği bütün hakikatler, insan tabiatına uygun ve yaratılışın gereği idi. O, hayatın her sahasında, toplumun her kesiminde adaleti, eşitliği, hürriyeti, kardeşliği, dürüstlüğü, fazileti, barışı, sevgiyi, merhameti, istikrarı tesis etti. Bu sırdan dolayıdır ki kısa bir zamanda insanlar kitleler halinde İslam dinine girmeye başladılar.
O, adaletten mahrum olan toplumda, hak ve adaleti tesis etti. Getirdiği adalet anlayışı hem o çağda hem de sonraki dönemlerde insanlığa yol gösterdi. Adalet konusunda ayırım yapmazdı. Hukuk önünde padişah ile köleyi bir tutardı. Hak üstündü. İmtiyaza izin vermedi.
Bir defasında itibarlı bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kabilesi kadının cezalandırılmasını şerefleri için bir leke sayarak, Hz. Peygamber’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’i aracı kılmışlardı. Usame, Peygamberimiz’den, cezayı uygulamamasını isteyince, Allah Resulü’nün yüz hatları gerilmiş ve Usame’ye “Allah’ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diyerek serzenişte bulunmuştu. Allah Resulü halkı toplayarak: “Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur ki, içlerinden asalet sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu cezalandırırlardı; Allah’a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık yapsaydı onu da aynı şekilde cezalandırırdım!”
Sevgili Peygamberimiz, köle-efendi, zengin-fakir, yabancı-akraba veya bir üstünlüğe sahip olanların arasında olumsuz bir ayrımcılık yapmamıştır. “İnsanlar tarağın dişleri gibidir” diyerek insanların birbirine eşit olduğunu söylüyordu. Hatta köle ve hizmetçiler hakkında “Onlar sizin kardeşleriniz ve en yakın adamlarınızdır. Allah onları ellerinizin altına (emaneten) koymuştur. Kimin kardeşi eli altında ise, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacağı işi buyurmasın. Eğer buyuracak olursa onlara yardım etsin” diyerek kölelerin ve hizmetçilerin, hizmet edilen kişilerin kardeşi olduklarını, onlara farklı bir muamele yapılmamasını buyurmuştu.
Peygamberimiz bütün insanların yaratıcısının bir olup, aynı ana babanın çocukları olduklarını söyleyerek kardeşliğin ortak paydasını gösteriyordu. Sevgili Peygamberimiz Kur’ân’ın diliyle “Bütün müminler ancak kardeştir” diyerek Müslümanların kardeş olduğunu ilan ediyordu. Bu sayede ırk, renk ve dil ayrılıkları ortadan kalktı. Hangi milletten, ırktan, soy ve aşiretten olursa olsun, İslam çatısı altında kardeş kabul edildi. İnsanların seçimi olmayan Irk, renk, dil, memleket farklılıklarının üstünlük sebebi olamayacağını açıklıyordu. Üstünlüğün imanda, ahlak güzelliğinde ve manevi güzelliklerle olacağını tüm insanlara ders veriyordu.
Peygamber Efendimiz (sav) “Bir kimseye Müslüman kardeşini hor ve küçük görmesi günah olarak yeter” derdi.
O (sav), Söylediklerini Fazlasıyla Uygulayan Bir Peygamberdi
Hz. Peygamber (sav) kendisini asla müminlere buyurduğu emirlerin üstünde görmedi. O, ashabına ve ümmetine emrettiğinden çok daha fazlasını hayatında yaşadı. O, söylediklerini herkesten fazla hayatında yaşayan bir peygamberdi.
İslam dininde bulunan bütün ibadetlerde en ileri olan O’ydu. Herkesten fazla takvada bulunur ve Allah’tan korkardı. En zor durumlarda bile kulluğun gerektirdiği en ince sırlara uyardı. İnsanları hakka davette sarsılmaz bir kararlılık ve cesaret gösterirdi. Davasında en küçük bir tereddüt, bir telaş ve bir korkaklık göstermedi.
Abdullah b. Mes’ud (ra) anlatıyor: “Bedir savaşına giderken her üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber’in (sav) binek arkadaşları Ebû Lübâbe (ra) ile Ali (ra) idi. Yürüme sırası Resulullah’a gelince sahabe efendilerimiz: ‘Yâ Rasulallah! Sen bin, biz yürürüz’ dediler. Allah Resulü: “Ne siz benden güçlüsünüz, ne de ben sevaba sizden daha az muhtacım” demişti.
Resul-ü Ekrem (sav) emin kişiliğiyle, faziletiyle, ahlakıyla ve elindeki Kur’ân-ı Kerim ile on dört asrı aydınlattı.
- MUHAMMED (SAV) NEYE DAVET EDİYOR?
Bir yetim olarak dünyaya gelen Hz. Peygamber (sav), amcaoğulları içinde bir fakir olarak büyüdü. Fakat yetimliğin zilletinden ve fakirliğin meskenetinden uzaktı. Arkasında ne kendinin ne de atalarının bir yardımı olacak saltanatı yoktu. Ne bir askeri ne de bir devleti vardı. Önünde rehberlik edecek bir mürşitten de mahrumdu. Hayatı boyunca bir muallimin önüne diz çöküp ders almadı. Buna rağmen istikametini kaybetmiş olan zamanın bütün batıl inançlarından Allah’ın inayetiyle uzak kaldı. Yüce bir ahlak ve şerefli bir karakter üzere büyüdü.
Allah’tan başka elinden tutacak ve ona yardım edecek yoktu. Böyle bir vaziyette iken tam bir kararlılıkla çok büyük bir işe girişti. Ümmiliğiyle beraber ümmi bir kavim içinde öyle bir kitapla birden meydana çıktı ki; bütün hukema, ulema ve üstatlar yanında küçülüp ona talebe oldu. Öyle bir imanla ortaya atıldı ki düşünce dünyasına meydan okudu ve bütün fikirlere galip geldi. Ümmeti her daim onun imanından feyiz aldı.
Dönemin bütün çirkin ahlak ve adetlerinden Allah’ın yardımıyla korundu. Yalandan o kadar uzaktı ki herkes onu “el- Emin” lakabıyla andı. Bütün ruhlara kendini sevdirdi. Kalplerden vahşet karanlıklarını giderdi ve yerlerine güzel ahlakı yerleştirdi.
O, kuvvetli bir zayıf, bilge bir ümmî ve insanların terbiyesinde tam bir mürşitti. İnsanların faydası için nerede ise kendini helak edecekti. Resul-ü Ekrem (sav), en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstat ve hâkim eyledi.
Samimi Olmaya Davet Ediyor
Resül-ü Ekrem Efendimiz Kur’ân’ın diliyle diyor ki: “Ey insanlar! Yer ve göğü sizlere hizmetkâr yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ona ibadet ediniz! Samimiyetle Allah’a yöneliniz. Çünkü niyetlerinizin, amellerinizin ruhu, samimiyettir. Samimiyetle kulluk edenler cennette nimetlendirileceklerdir. Allah için birbirinizi sevin. Onun için kurtuluş ancak samimi olmaktadır.” Samimi olmak, samimiyet için mücadele etmek son derece önemlidir.
Kardeş Olmaya Davet Ediyor
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber Kur’ân’ın diliyle şöyle seslendi: “Ey insanlar! Farklı milletlere, kabilelere, renklere ve dillere ayrılmamız çatışma sebebi değildir. Bilakis tanışmak, yardımlaşmak ve aramızda sevgiyi geliştirmekle faziletlerimizi bir araya getirmek ve birbirimizi tamamlamak içindir. Karşı karşıya değil, yan yana olunuz. Hayatınızın da hukukunuzun da korunması buna bağlıdır. Üstünlük farklılıklarımız da değil, takvadadır. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Müslümanların kardeşlik akdi semavidir. Bu hikmete zıt hareket etmeyiniz ki farklılıklarımız ilahi bir cezaya dönmesin.”
Evet, bizlere düşen zarflara değil, mazrufa bakmaktır. Bundan dolayı olmalı ki Fransız bir araştırmacı şunları söylemektedir: “İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.” Bu yazarın bu kanaatini destekleyen bir örnek: Geçtiğimiz yüzyıl gözyaşların, katliamların, sürgünlerin yüzyılıydı. İnsanlığın en karanlık bir çağıydı. Bu yüzyılda öl/dürül/en insanların sayısı 183 milyondur. Evet, iki cihanın rahat ve selameti barıştadır. Bu da birbirimize insanca, mertçe, cömertçe davranmakla mümkündür. Unutulmamalıdır ki barış herkes içindir.
Zalimin Değil, Mazlumun Yanında Olmaya Davet Ediyor
Yüce Allah’ın son elçisi olan Resulullah Efendimiz, ilahi azamet önünde zalimlerin nasıl bir zillet içinde olacaklarını ve yardımcılarının ne hale düşeceklerini Kur’ân’ın lisanıyla şöyle ifade ediyor: “İzzet (onur, şeref) Allah’ındır. Dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. Mülk Allah’ındır. İstediğine ihsan eder. İstediğinden çeker alır. اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Ey hakka baş eğmeyen zalimler! Firavunların, Nemrudların akıbetlerine bakın! Allah’ın emriyle ve kuvvetiyle karıncalar Firavunun sarayını başına yıkar, baş aşağı atar; sinek Nemrud’u öldürüp Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar.
وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ Yüce Allah bu ilahi fermanla, zulme değil yalnız alet olanı ve taraftar olanı, belki az bir meyledeni dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü zulme rıza da zulümdür.”
Evet, “Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı denâettir / Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten”
Akıbetimizi Düşünmeye Davet Ediyor
Resul-ü Ekrem (sav) Efendimiz Kur’ân’ın lisanıyla diyor ki: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz Allah’tır. Sizleri yokluktan buraya gönderen odur. Ahirete doğru giden birer yolcusunuz. Bu dünyadaki işiniz ise dünya ve ahirette güzel yaşamak için Rabbinizi tanımaya, ona iman etmeye ve yalnız ona kulluk etmek için çalışmaktır. İhtiraslarınız, hevesleriniz, çıkarlarınız aklınızı ve vicdanınızı susturup dünyaya geliş amacınızı unutturmasın. Biliniz ki bütün lezzetler imandadır, istikamettedir. Onun için İslamiyet’i yaşamakta size bir zorluk yoktur; size ağır gelmesin. Bütün acılar ise hakkı dinlememekte ve batılda ısrar etmektedir. İşte hal-i âlem buna şahittir.”
Doğru İman Etmeye Davet Ediyor
Geçmiş olan peygamberlere ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini müjdeledikleri gibi, onların ve kitaplarının doğruluğuna olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân, Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”
Evet, kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini gerektirir, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, peygamberlerin sonuncusudur. Öyle ise bütün peygamberlerin vârisidir. Elbette Allah’a ulaşacak bütün yolların başındadır. Onun yolundan başka hakikat ve kurtuluş yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: مَحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ. ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ بِى مُصْطَفٰى
Ey Sadi! Hz. Muhammed’i (sav) örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması imkânsızdır. Hz. Peygamberi işiten ve davasını bilen insanlar onu tasdik etmezse -ki bir inkârdır- Cenâb-ı Hakkı da tanımaz. Onun hakkında yalnız لَااِلٰهَ اِلَّا اللهُkelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz.
İbadet Etmeye Davet Ediyor
Resül-ü Ekrem Efendimiz öyle bir din, öyle bir şeriat, öyle bir kulluk, öyle bir duayla ortaya çıktı ki bütün düşünürleri, rehberleri, fikir adamlarını “Bildiklerimi tecrübe ediniz” diye ibadete davet etti.
Kur’ân’ın diliyle bizlere, “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, göğü binanıza tavan yapmış ve gökten suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve halıkınız yoktur” diyerek amelî dindarlıkta şaşıranları, kulluğun istikametli edebine davet etti, ediyor.
İbadet, kulun Allah’a gösterdiği en şerefli bir hizmetidir. Düşünceleri Allah’a yönelten ibadettir. Hayatın ağır yüklerinden ruha teneffüs veren ibadettir. Emellerine kavuşma ümidi veren ibadettir.
Doğru Olmaya Davet Ediyor
O (sav), doğru sözlülüğü ile şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, kulaklarınızı açınız! Beni dinleyiz! Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun. Söylediğiniz her sözünüz doğru olsun. Çünkü Müslümanlığın temeli doğruluktur. Güzel ahlakı yaşatan doğruluktur. Onun için aranızda doğruluğu canlandırarak ictimai yaralarınızı onunla tedavi ediniz. Aksi halde yalancılıkla yüksek huylarınızı fesada uğratırsınız. Evet, yalan Allah’a yapılan bir iftiradır. Münafıkları tanımanın en belirgin ölçüsüdür. Müslümanları zehirleyen yalandır. İnsanları rezil-rüsvay eden yalandır. Dünyayı ateşe veren yalandır.
Vahyin Geliş Şekilleri
“(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göstermek ve hidayet ile furkandan (hak ile bâtılı ayıran hükümlerden) apaçık deliller olmak üzere, Kur’ân onda indirilmiştir.”[1] Ve “Şüphe yok ki biz onu (o Kur’ân’ı), Kadir Gecesinde indirdik.” [2] ayetlerinde ifade edildiği üzere Kur’ân, Ramazan ayında Kadir Gecesinde indirilmiştir. Kadir Gecesinde bir bütün olarak Levh-i Mahfuzdan dünya semasındaki “Beytü’l-İzze” denilen makama indirilmiş, sonra Cebrail (as) onu peyderpey 23 yılda Hz. Peygamber (sav)’a indirmiştir.[3] Bir bütün olarak Kadir Gecesinde indirilmesine “inzâl”, Cebrail (as) tarafından Peygamberimize indirilmesine ise “tenzil” denilir.
İlk vahyi Hz Âişe (ra) şöyle anlatır. “Resulullah’a ilk gelen vahiy uykuda iken sâdık rüya ile başlamıştır. O’nun her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi tezahür ederdi. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında ibadet ediyor, azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Nihayet Allah’ın Resulü Hira mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. O’na melek gelip “Oku” dedi O’da “Ben okumak bilmem” cevabını verdi. Hazret-i Peygamber (sav) buyururlar ki: O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve “Oku” dedi, bende “Okumak bilmem” dedim. O beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine “Oku” dedi, ben de yine “Ben okumak bilmem” dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı ve beni bıraktıktan sonra “Yaratan Rabbinin ismiyle oku! (O,) insanı bir alak’dan yarattı. Oku! Çünkü Rabbin, en büyük krem sahibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretti”[4] ayetlerini okudu.
Bu ayetleri alan Allah’ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice’nin yanına geldi ve “Beni örtünüz” dedi. Korkusu geçinceye kadar O’nu örttüler. Sonra başına gelen olayı eşine anlattı. “Kendimden korkuyorum” dedi. Bunun üzerine eşi “Allah’a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin” diyerek O’nu teselli etti. Bundan sonra Hatice, Hz Peygamberi alıp, amcazâdesi Varaka bin Nevfel’e götürdü. Bu zat cahiliye çağında Hristiyan olmuş, İbraniceyi bilir ve İncil’den nasibi nisbetinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Varaka’ya “Amcamın oğlu dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka “ Kardeşimin oğlu ne var?” deyince, Resulullah, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka “Bu gördüğün, Allah’ın Musa’ya indirdiği Nâmus-u Ekber’dir. Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım da kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim” dedi. Allah’ın Resûlü de “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da “Evet, Senin gibi şeyle gelen hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın, şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana yardım ederim” diye cevap verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti. Yine o sıralarda bir müddet için vahiy kesilmişti.[5]
Peygamberimiz (sav)’den Şöyle rivayet edilmiştir. “Fetret-i Vahiyden (vahyin bir müddet kesilmesinden) sonra, Hira’da iken semadan bir ses işittim, gözlerimi yukarı kaldırdığımda, gökle yer arasında arş üzerinde oturmuş olan meleği gördüm ve korktum. Eve döndüm ve beni örtün dedim. Allah bana, “ Ey müddessir olan (elbisesine örtünüp bürünen peygamber)! Kalk (ve) artık (insanları Allah’ın azabı ile) korkut!”.[6] Artık bundan sonra vahiy sıklaştı ve devam etti.[7]
VAHYİN GELİŞ ŞEKİLLERİ
İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan, vahy-i sarihi) ve gayr-ı metlüv (okunmayan, vahy-i zımnî) olarak ikiye ayırmışlardır. Metlüv (vahy-i sarihî) vahiy, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sadece tercüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Kur’ân ve bazı Kudsî hadisler bu kısım vahye girer. Gayr-ı metlüv (vahy-i zımnî) olan kısmın, mücmel ve hülâsası vahye ve ilhama dayanır. Fakat tafsilatı ve tasviratı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. Peygamberimiz (sav), O vahiyden gelen mücmel hadiseyi bazen yine ilhama yahut vahye dayanarak açıklar. Veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Birçok hadis-i şerif bu kısma girer. Kur’ân-ı Kerîm, Resul-i Ekrem (sav)’in sadece tercüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Resülullah’a vahiy çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir.
Bunlar tefsir usulü kitaplarında ayetler ve rivayetlere dayandırılarak şu şekillerde açıklanır.
- Resül-i Ekrem’e uykuda iken sadık rüyalar olarak gelen vahiy çeşididir. Resulullah (sav) sonradan meydana gelecek hadiseleri rüyasında görürdü. Hz Âişe’nin belirttiği “ Resulullah hiç bir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi çıkmasın”[8]sözleri vahyin bu çeşidine işaret ettiği belirtilmiştir. Bu rüyalara errü’ya’s-sâdıkaTefsir usulü kitaplarında sadık rüya ile hiçbir ayet ve sûre indirilmediği belirtilmiştir.
- Cebrâil (as)’in aslî şekli ile Resulullah (sav)’e görünüp vahiy getirmiştir. Bu şekilde Cebrâil (as)’ın aslî suretiyle görünerek vahiy getirmesi iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi; peygamberliğin başlangıcında Resul-i Ekrem (sav), Cebrâîl (as)’ı Hirâ mağarasında iken aslî şekli ile görmüş, vücûdunu bir ürperti ve titreme kaplamıştı. Hemen evine gelip eşi Hz. Hadîce (ra) vâlidemize: “Beni örtün!” buyurdu. Onun üzerine “Ey müddessir olan (elbisesine örtünüp bürünen peygamber)! Kalk! (Ve) artık (insanları Allah’ın azâbı ile) korkut![9]ayeti nâzil oldu.[10] “And olsun ki, onu (Cebrâîl’i) apaçık, ufukta gördü”[11] ayeti bu hadiseye işaret etmektedir.
İkincisi; Miracda, Sidretü’l-Müntehâ’da gerçekleşmiştir. “And olsun ki, onu (Cebrâîl’i aslî sûretinde) diğer bir inişte de (mi‘râc gecesi), Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında (iken) gördü”[12] ayetleri de buna işaret etmektedir.
- Cebrâil (as)’in çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere gelen vahyin en ağır şekli bu idi. Vahyin bu çeşidinde melek görünmezdi. Bu çeşit vahiy ile tehdîd ve vaîd ifade eden ayet ve sureler gelirdi. Peygamberimiz, bu çeşit vahiy hakkında şöyle buyurmuştur. “Bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra, O benden ayrılırdı.”[13]
- Hz Peygamber uyanık iken, meleğin görünmeksizin İlâhî emri duyurmasıdır. “Ruhu’l-Kuds kalbime şöyle üfledi. Hiçbir nefis ecelini ve rızkını tüketmeden ölmeyecektir. O halde Allah’tan korkunuz ve rızkınızı aramakta güzel bir yol tutunuz” rivayeti vahyin bu çeşidine işaret etmektedir.
- Cebrâil (as)’in insan suretine girerek vahiy getirmesidir. “Bazen melek bana, insan şekline bürünerek gelir. Benimle konuşur. Ben de onun söylediklerini iyice bellerim” hadisi vahyin bu çeşidine işaret eder. Siyer kitaplarında çoklukla Cebrâîl (as)’ın Sahabe-i Kiram’dan Dıhye (ra)’ın suretinde geldiği belirtilir. Bunun dışında bilinmeyen bir kişi suretinde vahiy getirdiği de olmuştur. Resulullah’a en kolay gelen vahiy çeşidi budur.
- Resul-i Ekrem (sav) uyanık iken, Allah-ü Teâlâ’nın kelâmına vasıtasız mazhar olması ile gerçekleşen vahiydir. Mirac hadisesinde namazın farz kılınması, Bakara suresinin son üç ayeti bu şekildeki vahiy çeşidine örnek olarak gösterilebilir.
Alıntıdır
[1] Bakara, 185
[2] Kadr, 1
[3] İbn-i Kesîr, c. 3, 659
[4] Alak, 1-5
[5] Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih
[6] Müddessir, 1,2
[7] Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmius-Sahih
[8] Sahihu’l-Buhari, ı.3.
[9] Müddessir, 1,2
[10] Beyzâvî, c. 2, 541
[11] Tekvir, 23
[12] Necm, 13,14
[13] Sahihü’l Buhâri, I. 2; Sahihü’l Müslim, IV. 1817; Müsned-i Ahmed, VI. 158-163; Sunenu’ln- Nesâî,II. 146-147
Bir yanıt yazın