Hicretin Gölgesinde Bir Genç
Ömer DÖNGELOĞLU
Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir gün Mescid-i Nebevi’de oturuyordu. Kapıda bir genç ama üstünde doğru dürüst elbise yok. Altına peştemal gibi bir şey sarmış, üstüne de sizin ihramda kullandığınızdan çok daha kısa, ince, dar -yelek gibi- bir çul atmış; iki tane bez parçasını üzerine almış bir garip delikanlı geldi. Allah Resulü (sav), mescidin kapısından giren bu gence taaccüp ile baktı. Hazret-i Ali Efendimiz oradaydı, Hazret-i Ebubekir Efendimiz oradaydı, Hazret-i Ömer Efendimiz oradaydı, Ashâb-ı Güzin Efendilerimizden bir grup oradaydı. Allah Resulünün yanına geldi, “Aranızda Allah Resulü hanginiz?” dedi.
Kardeşlerim, Peygamber Efendimizi tanımak isteyen birisi için şu soru bile onu tanıtmaya değer ve yeter. Allah Resul’ünü soruyordu… Allah’ın Resulü öyle protokolsüz yaşamış. Aralarında hiçbir fark olmadan öyle kardeşleriyle, Müslüman kardeşleri ile öyle protokolsüz yaşamış ki Hazret-i Muhammed Mustafa (sav), dışarıdan gelen biri için Hazret-i Ebubekir kimdir, Hazret-i Ömer kimdir, Hazret-i Osman kimdir, Hazret-i Ali kimdir, Resulüllah kimdir bilinmeyecek kadar mütevazı ve onlardan olmuş. Efendimizi gösterdiler, Resulüllah (sav), “Hoş geldin!” dedi. Zülbicadeyn… Zülbicadeyn çifte çullu demektir; iki çul sahibi, iki bez parçasıyla yürüyen genç.
Resullülah (sav), “Hoş geldin!” dedi,
- Kimsin sen?
- Ben Abdullah el-Müzennî.
Abdullah el-Müzenni, 20’li yaşlarında. Asr-ı Saadet’ten Zulbicadeyn, “Ya Resulallah! Bu hoşuma gitti” dedi Abdullah el-Müzenni. Allah Resulü,
- Hoş geldin, dedi, nerden geldin?
- Ben Medine’nin köylerinden, Üzen kabilesinden Abdullahım Efendim. Bizim köyümüz Allah’a ve Resul’üne iman etmemiştir. Ben orada işittiklerim, orada duyduklarımla Müslüman olunca ailem, çevrem, arkadaşlarım, köyümüzün ileri gelenleri bana eziyet ettiler, beni hapsettiler. Kaçmasın, muhabbete gitmesin diye beni günlerce aç susuz bir odada esir tuttular. Allah bana yardım etti. Ben onların elinden kurtulunca üstüme giyecek hiçbir şey bulamadım. Bu iki bez parçasını, birini üstüme birini altıma sardım, sana geldim ya Resulallah!
Abdullah el-Müzenni’ydi o. Aradan bir buçuk yıl geçmedi, Abdullah el-Müzenni (ra), Hazret-i Peygamber ile Tebük harbine gitti. Abdullah el-Müzenni yolda hastalandı. O zamanlar yiyeceklerin içeceklerin korunması çok zordu; insanlar çok genç yaşta ölürdü. Ölüm vakaları çok yaygındı. Hastalandı Abdullah el-Müzenni. O yolculuk esnasında, bu hastalık neticesinde bir gece vefat etti. Sa’d bin Ebi Vakkas Hazretleri diyor ki, “Bir gece kazma kürek tıkırtıları işittim; öyle bir mezar kazılıyor, bir çalışma var. Bu gece karanlığında ne oluyor acaba?” dedim. “Kalktım, o gece karanlığında ses çıkaran, çalışan kimselerin yanına gittim. Yaklaştım, o gece karanlığında bir de gördüm ki Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz. Abdullah el-Müzenni vefat etmiş, Resulüllah Efendimiz iki yakın dostunu da almış, birkaç sahabeyle birlikte mezar kazıyorlar. Biraz sonra o anasını, babasını, köyünü bilmedikleri bu gariban çocuğu kabrine indirecek Resulüllah Efendimiz (sav). Resulüllah cenaze namazı kıldırdı. Gecenin bir karanlığıydı. Yolculuk Tebük yolculuğuydu. Tebük ordusu için Allah Resul’ünün verdiği isim ceyşü’l-usve’dir yani zorluk ordusu. “Zorluk ordusunu donatana cennet var” demişti, Allah Resulü. Hazret-i Osman Efendimiz 300 deve ile destek vermişti. Abdurrahman ibn Avf Hazretleri, 4000 dirhemle omuz verdiği; hiçbir şeyi olmayan bir garip köle, iki tas hurmaya akşama kadar tarlalarda yevmiyecilik yapan bir köle, Hazret-i Ebu Ukayl, iki tas hurmanın bir tasıyla omuz verdiği o yolculuk. Tebük yolculuğundan bir genç toprağa veriliyordu, Efendimiz (sav) onu kabrine indirmek için kabrinin başına oturdu. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ömer Efendimiz ve Hazret-i Ebubekir Efendimiz’e, “İnin kabre” dedi. Bu delikanlının anası babası yoktur. Resulüllah (sav) şöyle dua etti: “Allah’ım ben şahidim, bu genç her şeyini senin rızan için terk etti. Ya Rabbi! Onu cennetine kabul et. Allah’ım onu cennette derecesini yükselt, Ya Rabbi!”
Yerde az önce cenazesi kılınmış Abdullah el-Müzenni (ra). Efendimiz Peygamberimiz daha 20’li yaşlardaki bu delikanlıyı kucağına alacak, kabrin içindeki Ömer’e teslim edecek.
Hazret-i Sa’d Bin Ebi Vakkas diyor ki, “Vallahi ben uzaktan o çocuğun kabre indirildiğini görünce şöyle dedim, Allah’ım bugün öğlen Abdullah el-Müzenni değil de keşke ben olaydım şu peygamberin kucağında. Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in eline teslim edilerek kabre indirilen ve Resulullah’ın imanına şahit olduğu delikanlının yerinde ben olsaydım Ya Rabbi! Ve gözyaşı döktüm” diyor, Aşere-i Mübeşşereden Sa’d bin Ebi Vakkas. Şimdi hicretin gölgesinde bir gencin ardından duranlar mı kârdadır, gidenler mi? İki elinizin arasına alın başınızı, bir daha hesaplayın, bildiğiniz matematik formüllerini aşın, geride kalanlar mı kârlıdır, göçüp gidenler mi? Bilmem kim, neyi kapmış götürüyor. Hazret-i Peygamber (sav) bir-bir buçuk yıllık Müslüman 20’li yaşlarda bir genç delikanlıyı kucağına alacak ve Ebubekir’ine teslim edecek.
Hazret-i Peygamber’in kucağında cennete giden yollar vardır, hicret yolunda. Bu yola çıkan adamlar, hakkın rızası için yolu yürüyenler, asla ve asla mahzun olmadılar. Hazret-i Üstad’ı Bitlis’te yaşatmadılar da ne oldu ki? Ömrü yollarda geçti de ne oldu ki? Kim kazandı bu savaşı. Kim kazandı bu kavgayı, kim galip geldi bu işin sonunda? İnanmışsanız Kadir Gecesi 1000 aydan daha hayırlıdır, bir Kadir Gecesinde çağırırlar adamı. Kardeşlerim, aziz dostlarım! Hazret-i Peygamber (sav)’in asrından bugüne, hatta Hazret-i İbrahim’in Harran’dan Filistin’e yaptığı yürüyüş.
Hayber ganimeti… Müslümanların dünya malı ile imtihanı… Hazret-i Ayşe, hayatında ilk defa Resulullah’la ev eşyası kavgasını Hayber ganimetleri için yapmıştır. Hazret-i Ayşe mobilyalarını değiştirmek ister. Peygamberimiz de der ki, “Ben bunları Ashâb-ı Suffe için vakfettim, bunlar Ashâb-ı Suffe’nindir. Ayşe, üstüme gelme!” dedi. Efendimiz (sav) öylesine baştan savmak için söylememişti; hakikaten Hayber zordu ve Hayber’in galip gelmesi için bir Ali lazımdı, bir Allah’ın aslanı lazımdı. Allah Müslümanları galip getirmiş, akıllara zarar bir ganimet elde etmişlerdi. Hayber’den alınan ganimetler Medine sokaklarına sığmamış, vadilere dizilmişti. Hayvanlar böyle çoktu. Ayşe anamız da bir insan olarak Peygamberimizden ev eşyası istemişti. O da dedi ki, “Ben bunları Ashâb-ı Suffe için ayırdım Ayşe, ısrar etme!” 29 gün evine gitmeyecek Resulullah. Kırılacak, gönlü kırılacak peygamberin 29 gün evine gitmeyecek Muhammed Mustafa (sav), benden dünya istediniz diye.
Hazret-i Peygamber (sav) Hayber’den dönerken tepenin ucundan bir grup görüldü, tepelerin ucunda bir küçük grup. Resulüllah (sav), “Kim şu gelenler tanıyor musunuz?” dedi. Hiçbir Müslüman o gelenleri tanıyamadı. Dedi ki Allah Resulü “Şu gelen Cafer olaydı, şu tepede görünen gençler, Cafer ve ailesi olaydı.” Bir elçi, bir süvari altıyla yıldırım gibi koştu; 10 dakika sonra yıldırım gibi geri döndü. “Müjdeler olsun! Gelen amcanın oğlu Cafer bin Ebu Talip ya Resulullah!” Allah Resulü, canım peygamberim. Gurbete gönderileli tam 14 yıl olmuş, Hazret-i Cafer yola çıkalı 14 yıl olmuş. 14 sene sonra ilk defa görecek. Peygamberliğin beşinci senesidir. Habeşistan’a Resulullah’ın gönderdiğinden 14 sene sonra, yeni düğün etmiş Cafer. Hanımı Esma bint Umeys annemizle beraber, üç çocuklarıyla beraber yola düşmüşler. Habeşistan’dan geliyorlar. Uzaktan görünce Resulüllah Efendimiz dedi ki “Şu Cafer’in gelişine mi sevineyim, Hayber’in fethine mi sevineyim, Allah’ım hangisine daha çok sevineyim; cevap verin, gelişine mi sevineyim yoksa Hayber’in zaferine mi sevineyim?”
Bazen gurbette bir aile, içinde Resulullah’ın olduğu ordunun zaferine denktir. Gurbette kazanılmış bir zafer… Onlar hicretin yolcuları… Resulullah’ın huzuruna gelince Hazret-i Ömer, Esma anamıza “Esma, hicretiniz mübarek olsun, yalnız sizin hicretiniz bizim hicretimiz gibi değildi” dedi. Sizin hicretiniz Habeşistan’dan Medine’yedir. Bizim hicretimiz Mekke’den Medine’yedir. Sünnete tam uygun olan bizimkidir. Biz Resulullah gibi Mekke’den Medine’ye hicret ettik. Oysa siz Habeşistan’dan geldiniz. Sizin hicretiniz Mekke’den Medine’ye hicret edenlerinki gibi değildir” deyince Hazret-i Esma anamız diyecek ki “Ey Hattab’ın oğlu Ömer! Niye öyle söylüyorsun, sizinki hicret de bizim hicretimiz hicret değil mi? Sizin çektiğiniz çileler çile de bizim çektiklerimiz çile değil mi? Ey Ömer! Seni Resulullah’a şikâyet edeceğim, bu söylediğin sözleri Resulullah’a söyleyeceğim Hattab’ın oğlu, niye öyle olsun?” dedi. “İtiraz ediyorum, öyle olmamalı” dedi. “Sizin hicretiniz kadar bizimki de kıymetli olmalı, senin canın sıkılınca oğlunu kızını aldın Resulullah’a koştun. Senin canın daralınca koştun Mescid-i Nebevi’ye Resulullah’ın yüzüne baktın. Ben şu çocukları gurbette peygamberi görmeden büyüttüm. Ben yapayalnız, kocamla beraber, Allah için memleketimi terk ettiğimde Resulüllah ‘Gidin!’ deyince, “İmanınızı koruyun!” deyince, “Orada adaletli bir kral vardır” deyince akrabamızı, malımızı hiç düşünmeden gittik. Bizim hicretimiz niye hicret olmasın, bizim çektiklerimiz niye çile olmasın? Bizim çektiklerimiz az mı Ömer!” dedi. “Sen bilir misin gurbete bu çocukları Müslüman yetiştirmek nasıl bir şeydir. Sen bilir misin, gurbette Kur’an’ı çocuklara sevdirmek nasıl bir şeydir. Ben seni Resulullah’a şikâyet edeceğim” dedi.
Hazret-i Peygamber’in huzuruna geldi bir kadın, Esma bint Umeys. Resulullah’a geldi. “Ey Allah’ın Resulü” dedi. “Hattab’ın oğlu Ömer’in söylediklerini duydun mu?” “Ne dedi?” dedi Allah Resulü. “Ey Esma! Hicretiniz mübarek olsun ama sizin hicretiniz bizimki gibi değil” dedi. “Biz Resulullah’ın hicreti gibi hicret ettik, biz Mekke’den Medine’ye geldik ama siz Habeşistan’dan Medine’ye geldiniz, bizim hicretimiz sizin hicretinizden efdaldir” dedi. “Bu doğru mu ya Resulullah, Ömer’in içtihadı doğru mu? Allah aşkına ey Allah Resulü! Bizim hicretimiz Ömer’in hicretinden daha az sevabı olsun. Bizimki çile değil mi ya Resulullah, bizim çektiklerimizi Allah Azze ve Celle bilmiyor mu ya Resulullah? Biz neler çektik o gurbet elinde.” Hazret-i Peygamber “Esma!” dedi, “Ömer’e söyle, Allah size iki hicret sevabı verecek. Ömer’e bir hicret sevabı verecek. Siz bir Mekke’den Habeşistan’a gittiniz muhacir oldunuz, bir de Habeşistan’dan Medine’ye geldiniz iki kere muhacir oldunuz. Sizin hicretiniz, iki hicrettir” dedi.
Hicretini ikiye tamamlayan Ahmet Ammar’a Zeytinburnu’ndan selam olsun! Ne güzel yürüyüştür o. Ölüm adamı anasının onu doğurduğu Malezya’da da bulabilirdi. O kendi memleketinde de vefat edebilirdi. Yola düşmek varmış, gelip senin memleketinde, Eba Eyyüb el Ensari’nin koluna girerek Resulüllah Efendimizin huzuruna Abdullah El-Müzenni gibi yürümek de varmış. Hazret-i Peygamber’in candaşlarıdır onlar. Hicretin gölgesinde bir gençlik lazım bize. Bizim gençliğin internetin, eğlencenin, sporun, siyasetin, müziğin, her türlü dijital küfürün, sanal dünyanın iyice gevşettiği iyice dünyevileştirdiği bir dünyada Ahmet Ammar gibi isimlere… İnanın henüz 20 yaşında çocuklar, benim bile çok ihtiyacım varmış. Güzel söz söylemek, güzel söz konuşmak öyle çok da maharet değildir. Hatta öylesine karmaşık duygular yaşadım ki bugün şu salonda, kelimeleri zindana atasım geldi şu an, dilime kilit vurasım geldi şu an. 20 yaşında o kadar mı büyük oynanır delikanlı, 20 yaşında o kadar mı büyük kazanılır aslanım!? 20 yaşındasın, benim senin yaşında oğlum var, 93 doğumlu. 20 yaşında bir adam bu kadar büyük ticarete mi gidermiş! Sana, bana bu salonlarda onu konuşma kalmıştır. Ben bu gençleri asıl saadetten tanırım.
Resulüllah Efendimiz (sav), kâinatın sultanı, nebiler nebisi Mekke’den Medine’ye gidiyordu, hicret diye. Medine’ye az bir şey kalmıştı; 40-50 km var mıdır bilmiyorum, ancak kadardır belki de. 50-60 kişilik bir grup, çölün silahlı askerleri önlerini çevirdi ve gündüzün sıcağında alelacele Medine’ye yetişmeye çalışan Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ebubekir Efendimiz ve onlara yol gösteren bir kâfir, puta tapan Abdullah ibn-i Muraygıt. Hiç Müslüman olmayacak, ne garip bir adam. Resulullah’ı Mekke’den Medine’ye getirecek iki deve karşılığı. Hazret-i Peygamberi iki deve karşılığı Medine’ye getiren bu adam, Peygamberimiz Sevr’in arasında saklanırken Ebu Cehil yüz deve va’d etmişti, “Muhammed’i ölü ya da diri getirene yüz deve!” Bu adam, benim Peygamberimi, yüz deveyi duyduğu halde elin gavuru satmadı biliyor musunuz? Şimdi sana bunu konuşmak kaldı aslanım, sen olsaydın bu durumda yüz deveye satar mıydın, satmaz mıydın? Olur mu hocam, satar mıyız? Ben seni sabah ezanında teraziye koymak isterim. Bir film için, bir derbi maç için kaç namazın kafasını koparıyor Müslümanlar. Ben seni ezan okunduğu vakit teraziye koymak isterim.
Hazret-i Peygamber’in önünü kesen 50 ya da 60 kişilik silahlı grup “Durun!” dedi. Resulüllah durdu. Başlarında 25 yaşlarında bir genç, uzun boylu zayıf yüzlü. Yüzü de upuzun, burnu çengel gibi aşağı sarkık, çekip gözleriyle sert bakışlı bir çocuk. Siz bunu daha sonra Kafkaslarda tanıyacaksınız. Bu delikanlı “Kimsiniz?” dedi, “Çıldırdınız mı? Bu öğlenin sıcağında çöle düşmek ölümdür, ölüm. Siz delirdiniz mi? Bu gündüz sıcağında üç kişi çölde gider mi hiç! Ölümü göze alması lazım insanın. Siz necisiniz, nereye gidiyorsunuz? Hazret-i Ebubekir Efendimiz delikanlıya dedi ki “Evladım, bizi Yesrib’te bekleyenler var, biz Sevr Mağarasında üç gün fazladan saklandığımız için merak içindedir Müslümanlar. Biz, kardeşlerimizin merakını gidermek için, bir an evvel Medine’ye kavuşmak için acele yol almalıyız, ne olur yolumuzu kesmeyin” dedi. “Bizden kimseye zarar gelmez” dedi Bureyde. Bu genci iyi tanıyın, oğlunuz torununuz olursa Bureyde cebinizde saklı bir isim olsun. Hazret-i Bureyde “Öyle gidilmez buradan!” dedi “Siz ya benim sülalemi tanımıyorsunuz ya benden haberiniz yok sizin. Bu çöllerde benden habersiz yol alamaz adam” dedi. “Bu çöllerdekiler ya Bureyde’nin düşmanıdır ya dostudur. Düşmanlarım benden çok korkarlar; dostlarımsa benim soframa oturmadan bir yere gidemezler” dedi. “Ben sizi sevdim” dedi. “Siz zararsız insanlara benziyorsunuz.”
Senin ülkende terörist muamelesi gören Bediüzzaman’ın Malezya’dan bir Müslüman koşarak gelecek, “Bu milletin akidesinin Bediüzzaman kurtardı” diyecek. Ben bu sözü 1930’larda duymak isterdim, ben bu sözü 1940’larda duymak isterdim. Ben bu sözü Kastamonulu Nasrullah Paşa Camii’nin müftüsünden duymak isterdim. Ben bu sözü Denizli’nin Merkez Camii’nde duymak isterdim. Ben bu sözü Emirdağ’ın Ulu Camii’nden duymak isterdim. Ben bu sözü Eskişehir’in meydanında duymak isterdim. Ben bu sözü Afyon’da duymak isterdim. Ben bu sözü Bediüzzaman Hazretlerinin bu memlekette diyar diyar sürgün gezdirildiği memleketlerde duymak isterdim. O adam bizim itikadımızı kurtarıyor, elin adamı bu millet üzerinde operasyon yapıyor.
Derken kardeşlerim, Büreyde, “Bu sofraya oturacaksınız!” dedi. “Benden yemek yemeden kurtulamazsınız.” Allah Resulü’nün hoşuna gitti bu gencin cesareti. Hazret-i Ebubekir Efendimize “Ey Ebubekir! Onu önümüze Allah çıkardı, bırak gidelim” dedi.” Delikanlıyla köye gittiler. Büreyde sofra hazırladı, ikramda bulundu. Allah Resulü o gün akşam Meryem Suresi’nin dokuz ayetini anlattı onlara. Meryem Suresinin dokuz ayeti… Büreyde’nin evinde, gecenin geç yarılarına kadar yapılan sohbet… Resulüllah sordu. “Senin adın ne?” “Benim adım Büreyde, Büreyde ibn-i Hasip.” Büreyde serinlik demek Türkçe. Ferahlık, soğukluk. Berid soğuk, büreyde ferahlık. Büreyde deyince Resulüllah döndü Hazret-i Ebubekir’e “Ey kardeşim Sıddık, demedim mi sana Allah bize bu yolda bir ferahlık çıkaracak. Gördün mü, Allah bir serinlik çıkardı.” Resulüllah tanışırken dört şeyi sorardı, ikinci sorusunu sordu. “Evladım senin sülalen hangi sülale, sizin soyunuz ne diye bilinir buralarda?” Büreyde “Bizim sülalemize Sehiloğulları derler” dedi. “Sehl” kolaylık demek. “Gördün mü Ebubekir, Allah bizim yolumuza bir kolaylık çıkaracak demedim mi sana, demedim mi bir kolaylık çıkacak bu işten?” “Büreyde bu yöreye ne derler, Bureyde sizin topraklarınızın adı nedir?” “Sehmoğulları ya Resulullah” Sehm Arapça pay demektir. Hazret-i Peygamber, “Ebubekir payımıza bura düştü bizim, gördün mü?” İsmiyle, sülalesiyle ve memleketi ile Resulüllah tarafından iftiharla takdir edilen bu güzel sözleri duyunca Bureyde, oracıkta iman edecek. “Az önce çölde yürüyen bir gariptiniz benim için, karnı doyurulacak garip bir misafirdiniz. Ben şimdi inandım ki sen Allah’ın Resulüsun ya Muhammed. Ey kavmim! Beni kendinize lider seçtiniz. Ben bu kavmin lideriysem eğer, beni tasdik edip siz de İslam’a girerseniz ben sizinle yaşamaya, sizin köyünüzde oturmaya devam ederim. Ama siz İslâm’a girmezseniz, ben artık sizin içinizde durmam; Medine’ye ben de giderim” dedi. O gün sabaha kadar Büreyde’nin köyünde Müslüman olmadık bir insan kalmadı; herkes İslam’a girdi. Büreyde (ra), imanıyla bir köyü imana getirmiş delikanlıdır 25 yaşında.
Sabah olunca Resulüllah Efendimiz develerine bindiler ve Medine’ye gidecekler. Allah Resulü yola çıktı, gidiyordu. Hazret-i Büreyde atına bindiği gibi yıldırım gibi koştu Peygamberin önüne. Allah Resulü tebessümle sordu: “Şimdi ne oldu ey Bureyde! Yine ne oldu, niye çevirdin önümüzü?” Ya Resulullah! Sana bir sancaktar lazım. Ardından başından açacak sarığını, kılıcının ucuna bağlayacak ve göğe doğru kaldıracak, “Ben çölde Resulullah’ın sancaktarıyım” diyecek. Çölün yollarını açacak. Meğer buraya gidenin yorulduğu yerlerde yürüyecek gençler varmış. Ahmet Ammarlar yürüyecekler Efendimizin ardından; başlarındaki sarıkları kalemlerin uçlarına takıp “Seninle yürürüm ya Resulallah” diyecek. İman hakikatlerini ben çocuğuma öğretemezken, Risale-i Nurlar’ı ben evladıma Türkiye’de Türkçe konuştuğum halde öğretemezken Osmanlıcayı, Türk talebelerinin de girdiği imtihanda birincilik alarak başımızı önümüze düşürecek. Bu çağın Büreyde yüzlü delikanlıları varmış demek ki. Bu asrın Büreydeleri de olacak, yarının Büreydeleri de olacak. Şimdi bizim toprağımızda bu güzel cennet vatanımızı zenginleştiren Malezyalı bir delikanlının ardından bir yıl sonra, Resulüllah Efendimizin şu hadis-i şerifine sığınarak -vefa imandan bir cüzdür- vefa göstermek için geldiniz. Rabbim azze ve celle önden giden delikanlılarımızın taksiratını affetsin, derecesini âli eylesin.
Kıymetli kardeşlerim! Allah cümlemizin son nefesini son anını hayatımızın en kıymetli anı eylesin. Allah’a en yakın olduğumuz bir anda can vermeyi cümlemize nasip eylesin. Ben böyle güzel bir gecede, Hayrat Vakfımızı, faaliyetlerinden dolayı can-ı gönülden tebrik ediyorum. Bu gecenin bir parçasında olmak benim hayatımın en şeref, en onur duyduğum anlarından biridir.
Cenaze arabasıyla Eyüp Sultan’a doğru giden cenaze arabasındaki tabutun içinde Ahmet Ammar’ın yerinde olmayı ne çok isterdim. O şekilde, o güzellikte, o safiyette defteri fazla kirletmeden, defteri fazla karartmadan gencecik çağında, Allah yolunda yürüdüğü güzel bir hizmetin ortasında “Hadi gel!” deyince Allah azze vecelle, bazen sorunun cevabını size vermeden “Tamam, ben anladım” cevabını der. 20 yaşında çağırır adamı. “Ben razı oldum kabul, sen söylemeden doğru cevabı bildin” derler adama. Ahmet Ammar güzel geldin, güzel gittin. Çok değerli babası “Bir oğlum daha olursa onu da Türkiye’ye gönderirim dedi.” Allah ne takdir eder ona ben karışmam, bilemem ama merak etmesin, Türkiye’de onun binlerce Ahmet Ammar’ı var. Artık Ahmet Ammar’ın yerinde ve yanında onu yaşatacak, onun dokunup bıraktığı yerden bu bayrağı daha ötelere yürütecek, Efendimiz (sav)’in Kafkas Dağları’na kadar çıkmış Büreyde ibn-i Hasip gibi, Urfa tepelerinde Hazret-i İyaz bin Gannem gibi, Diyarbakır topraklarında Süleyman bin Halid bin Velid gibi, İstanbul surlarında Halid ibn-i Zeyd, Eba Eyyüb el-Ensari gibi dünyanın dört bir yanında, iman hakikatlerini taşıyacak gençler var.
Allah içimizdeki aşkı söndürmesin. Allah dünyanın ağırlığını kalbinizin içine doldurmasın. Dünya kalbinizin içine girerse, yürümek yorar adamı. Allah bizi dünyayı put edinen, dünyayı kendine maksat edinen gafillerden etmesin. Cenab-ı Hak azze ve celle iki çulun arasında Peygamber karşısına gelmiş delikanlının servetini Rabbim bize de nasip eylesin. Musab bin Umeyr (ra) gibi… Uhud’da yüzüstü yere kapandığında Efendimiz (sav) “Bu kimdir?” dediğinde, çevirdiler Musab Bin Umayr. Efendimize çok benzediği için Hazret-i Muhammed diye şehit ettiler onu. Efendimizin boyu kadar boyu vardı. Vücut hatları Efendimiz ile birebir örtüşüyordu. Uzaktan bakan Hazret-i Muhammed zannederdi Musab bin Umeyr’i. İşte bu Musab’ı Kinane denilen katil Uhud’da, Hazret-i Muhammed’i öldürdüm diyerek şehit edecekti. Yüzündeki miğferi kapalıydı. Onu yüzünden tanımamışlardı; şehit etmişlerdi. Mübarek Musab bin Umeyr Kur’an’ın ilk öğretmeni… Peygamber görmemiş topraklara peygamberi anlatmış kişi. Medine’de Akabe tepelerinde biat etmişler hariç bir tane Müslüman yok iken Yahudilerin olduğu, putperest Arapların olduğu, Hristiyan Arapların olduğu dinsiz bir toplumun olduğu Medine’ye gelip hiç görmeden resmini, sesini hiç kimse duymadan Hazret-i Muhammed’i anlatarak Medine’ye İslam’ı yerleştiren yiğittir. İslam’ın ilk öğretmenidir.
Musab bin Umeyr (ra) Efendimizi sevdirmiş, hiç peygamber görmemiş bir topluma. Uhud’da şehit düşünce, Efendimizin içi yanmış. Resulüllah hıçkıra hıçkıra ağlamış. Musab bin Umeyr’i kabre indirirken Abdurahman ibni Avf diyor ki: “Musab’ın gömleğini başına doğru çekince ayakları dizine kadar görünüyordu aşağı doğru çekince yüzü gözü boyuna kadar açılıyordu. Biz onun elbisesini, kısacık entarisini başına doğru çektik, dizinden aşağıya izhir otları döktük” diyor. “Kefen olarak izhir otları serdik.”
Musab bin Umeyr… Hazret-i Peygamber, işte o delikanlı için Allah’tan cennet isteyecek; “Ya Rabbi Musab bin Umeyr Mekke’nin en zengin ailesinin çocuğuydu. Annesi her dediğini yapıyordu. İslam’a girdiği zaman anası onu evlatlıktan kovdu, malından mahrum etti. Sebat etti. Ya Rabbi o seni ve Resulünü seçti. Sonra şuraya geldi, senin rızan için cihat etti. Uhut’ta şehit oldu. Ya Rabbi senden isterim ki peygamberine vadettiklerini Musab Bin Umeyr’e de nasip et. Allah’ım bana vadettiklerinden eksiltmeden Musab’a da ver ya Rabbi. Musab bin Umeyr her şeyini, dünyadaki her şeyini senin için terk etti. Ben şahidim ya Rabbi. Efendimizin kucağında cennete yürüyen çocukların yurdu… Sonra dönüp bakacak Uhud Dağı’na doğru. Allah Resulü ne demişti, hatırladınız değil mi hadis-i şerifi, “Uhud bizi sever biz Uhud’u severiz.”
Artık Malezya haritasına bakınca biz Malezya’yı severiz Malezya’da bizi sever diyeceğiz. Memleketimize Bureyde olup gelen, ülkemize Musab Bin Umeyr gibi yürüyen, bizim asrımızın Abdullah el-Müzenni, Zübicadeyni Ahmet Ammar’ı biz sevdik, Allah’ım sen de onu sevdiklerinin arasına karıştır ya Rabbi. Onu Efendimiz (sav)’in komşuları ile şereflendir. Allah’ım onun şehitliğini kabul et. Allah’ım onu katında şehitlerden Sıddıklardan yaz, ya Rabbi!
Bizleri iman davasında sabit-kadem kıl Ya Rabbi! Gençliğimizi, enerjimizi, kuvvetimizi, bilgimizi rızan yolunda kullanmayı nasip eyle Allah’ım!
Alıntıdır
Bir yanıt yazın