Resul-i Ekrem Efendimiz (sav), “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.” buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifi yorumlayanlar, ümmetin başlangıcı ve sonu arasında bir benzerliğin olduğuna vurgu yapmışlardır. Ümmetin evvelinin yani Sahabe ve Tabiin Efendilerimizin iyiliği hakkında kanaatimiz tamdır. Bu hadis-i şerif, ahirin de evveli gibi hayırlı olacağına dair bir müjde vermektedir. Çünkü Müslümanların ilk asrını değerlendirdiğimizde, günümüze benzer şartları ve zorlukları görmekteyiz. İslam düşmanlarının dehşetli, şiddetli baskısı, hurafe, tahrifat, dalalet ve sapkınlıkların her tarafı istila etmesi, her iki ucun da en bariz benzerlikleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslamın ilk ortaya çıktığı dönemde Mekke’de Müslümanlar, putlara değil de Allah’a ibadet ettikleri ve O’nu birledikleri için;
- Ötekileştirmeye, iftiraya, hakarete, işkenceye maruz kaldılar.
- Kendi kabile ve aileleri tarafından dışlandılar.
- Bir kabile ve aşirete mensup olmayanlar ölüme mahkum edildiler.
- Açlıga, ambargoya, sosyal izolasyona tabi tutuldular.
Müslümanları, maruz kaldıkları bu baskılar karşısında zahirde koruyup gözetecek hiç bir siyasi otorite ve güç yoktu. Bu sırada, Peygamberliğin on birinci yılında Medineli altı kişi yeni bir başlangıcın alt yapısını hazırladı. Akabe biatları ve Musab b. Umeyr’in Medine’deki çalışmalarıyla, Müslümanlara yeni bir dünyanın kapısı aralandı.
Medineye hicretten sonra ise mücadele farklı bir boyut kazandı. Müslümanlar burada siyasi bir güç olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber (sav) siyasi bir kimlik kazandı. Mekke’de en önemeli ve tek proplem müşriklerken, bunlara Yahudi ve Hristiyanlar da eklendi. Siyasi güç karşısında zaafa uğrayan bir kısım İslam düşmanlarıysa, Müslümanlar arasına Müslüman kisvesiyle sızmaya başladı. Münafık olarak nitelendirilen bu kısım ise islam ümmeti için en tehlikeli grup olarak yadediliyordu.
Hz. Peygamber (sav) Medine’de;
- Ensar ve Muhacir arasında kardeşliği tesis etmeye,
- Müşriklerin taarruzlarını önlemeye,
- Hristiyan ve Yahudilerin hurafelerini temizlemeye,
- Münafıkların hilelerine karşı tedbir almaya,
- Civar kabile, topluluk ve devletlere İslam’ı tebliğ etmeye çalışıyordu.
Yani zaman müthiş, düşmanlar dehşetli, baskılar şiddetli. Hz. İsa’dan itibaren birikerek gelen hurafe, bidat ve sapkınlıklar her tarafı sarmıştı.
Hz. Peygamber (sav) ve arkadaşları ise sayıca az, zayıf, fakir, kuvvetsiz… Bununla beraber Allah’ın omuzlarına yüklediği İslam davasını taşımakla mükelleftiler.
Omuzuna yüklenen yükün kıymet, ehemmiyet ve büyüklüğünün farkında olan Sahabe Efendilerimiz, bu zor şartlarda islam davasını nasıl ayağa kaldırdı? Onlara zafer kazandıran sır neydi? Bedir’de, Uhut’da, Hendek’de müşrikleri püskürten; Mute’de ezici çoğunluktaki Bizans ordusuna karşı koyan kudret nereden geliyordu?
Sahabelerin bu suallere karşı ortaya koyduğu cevap ve yazdığı reçete ortadadır. İHLAS’ı en mühim bir esas, bir haslet, bir dayanak noktası, bir kurtarıcı olarak görmüşler. Maksatlarına ve hakikatlere ulaşmak işin kuvvetlerini Hak’ta ve ihlasta bilmişler. Dua ve ibadetlerinde ihlaslı olmayı yegâne kurtuluş çaresi görmüşlerdi. “Anam, babam tatlı canım sana feda olsun Ya Resulallah” dermişlerdi. Bunun ihlasla söylenen bir söz oldugunu Bedir, Uhut, Hendek, Hayber, Mute, Tebük gibi destanlaşan mücadelelerde canlarını siper ederek, servetlerinden vaz geçerek, eş ve evlatlarını gözü yaşlı burakmayı göze alarak göstermişlerdir. İşte onlar;
- Allah’ın dinini dünyevi menfaatleri için kullanmayarak,
- Allah’ın rızasından başka rızayı gözetmeyerek,
- Başarıyı Allah’ın lütfu, ihsanı bilerek,
- Bir fabrikanın çarkları bir vücudun azaları gibi kardeş olarak,
- Kuvveti Hakk’a tabi olmakta görerek,
- Kardeşlerinin şereflerini kendi şerefleriyle bir tutarak,
- Aynı saf üzere sımsıkı ayakta durarak,
- Birbiriyle çekişmeyerek,
- Gönülden hakka bağlı kimseler olarak,
- Fazilet-füruşluk, malumat-füruşluk yapmayarak,
- Nefsini isyanıyla örtmeyip, istiğfarla temizleyerek,
- Nefsin kötülüklerine karşı Rahman’a sığınarak,
- Dinde samimi kimseler olarak,
- Ücretini yalnız Allah’tan bekleyerek muhlis kullardan olmuşlardır.
İşte bu ihlasları netice vermiş; her açıdan üstün olan küffar önlerinde diz çökmüştür. İstatistikleri alt üst eden bu işin sırrını, saymış olduğumuz özellikleri içinde barındıran ihlasta aramak gerektir.
Sahabenin küçük kardeşleri olan ahir zaman Müslümanlarının da yegâne kurtuluş çaresi, ihlastır. Zira aynen sahabelerde olduğu gibi günümüzde de düşman siyasi, askeri, teknik ve ekonomik açıdan çok güçlü. Zamanın fitnesi, kitle iletişim imkânlarının gelişmesiyle, çok tesirli ve etkili. İnananları manipüle edecek, dezenformasyona uğratacak, hurafe ve bidalara sokacak ziyadesiyle imkâna sahipler.
Dünyanın nabzını tutan ve yeryüzünü bir köy gibi idare eden bu din düşmanı komite ve güçlere karşı âlem-i İslam’ın durumu ortada. İşte biz Müslümanlar, -sahabe misal- ihlasın tüm özelliklerini kendi ruhumuzda yaşayarak o kuvvete erişemezsek, rahmet-i ilahiyenin gelmesi gecikecektir. İşte bu rahmetin gecikmemesi için;
- Makam, şöhret hırsını bir kenara atarak,
- Korku kanatlarını kırarak,
- Aç gözlülüğün tuzağından çıkarak,
- “Bütün Müslümanlar kardeştir” düsturuyla hareket ederek,
- Irkçı iblisle yoldaşlığı bırakarak,
- “Ben” değil, “biz” diyerek,
- Tenbellik ve atalet zincirini çözerek,
- Hak namına keyfimizi bozarak yeni ve kutlu bir dünyanın kapılarını aralayalım.
Rol model bildiğimiz Rehber-i Ekmel (sav) ve Sahabelerinin nurunu ve ruhunu yeryüzünde ihya edelim. Kur’an ve Sünnet rehberliğinde ümmetin icmaı ile doğudan batya, güneyden kuzeye va’d-i ilahiyi Allah’ın yardımıyla gerçekleştirelim.
Not: Bu yazıdan sonra Yirmi Birinci Lem’a ve Hucumat-ı Sitte Risalesi okunması önemli olacaktır. Zira bu yazı bu iki risaleden istifadeyle yazılmıştır.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın