- Bismillah’taki B harfinin, devamlılığı ve malikiyeti ifade eden gizli bir manası daha vardır. Yukarıdaki kâtip ve kalem misalinde bu iki incelik yoktur. Şimdi mücerret ve soyut olan şeylerin intisabını tefekkür ederek o deruni (gizli) manayı anlamaya çalışalım.
- Yukarıdaki ayine misalinde denildiği gibi; elindeki ayineyi güneşe tutsan, güneşin mücerret (soyut) olan ziyası, ayinenin içine girer ve tecelli eder. Sonra aks ederek göze görünür. Ayine içindeki misalî güneşin vücudu ve bekası, her an semadaki güneşin ziyasının tecelli ve cilvesinin kesintisiz olarak gelmesine bağlıdır. Eğer ziyasının tecellisi bir an-ı seyyale kesilse, ayinedeki misalî güneş yok olur devam etmez. Bu kesintisiz görüntü, ziyanın tecerrüt (ziyanın soyut olma) sırrından gelir.
- Şimdi intisaptaki hakiki malikiyeti anlamaya çalışalım. Müşahhas olan mahiyetler bir şeye hakiki malik olamazlar. Ancak sahip ve emanetçidirler. Yukarıdaki kâtip misalinde de anlaşıldığı gibi, kâtip kaleme hakiki malik değildir. Ancak sahip ve emanetçidir. Kâtibin kaleme hakiki malik olabilmesi için o kalemin elektronlarını, atomlarını, ayrı ayrı parçalarını her saniye elinde tutması lazımdır. İşte hakiki malikiyet böyle olur.
- Güneş misalinde anlaşıldığı gibi mücerret (soyut) olan mahiyetler ise bir şeye hakiki malik olabilirler. Yani güneşin ziyası cam parçasının içindeki güneşi bütün zerratıyla beraber her an elinde tutar. Bir an bile ondan irtibatını kesmez.
- Aynen bu misal gibi, kâinat içindeki bütün mahlûkat ayine içindeki misali güneşe benzer. Semadaki güneşin vücudu ise maddeden mücerret ve mekândan münezzeh ve kusurdan mukaddes olan daire-i vücuba misaldir. Bu tecerrüt (soyut) sırrından dolayı denilebilir ki,
- Bütün mahlûkat kâinatın haricindeki maddeden mücerret bir Zat-ı Zülcelalin irade ve kudretinin tesir ve taallukuyla (alaka kurmak) vücut bulmuştur. Hem tecerrüt (soyut) sırrıyla mevcudatın bekası (sürekliliği) dahi her an-ı seyyale onun beka vermesiyle mümkün olur. Eğer o kudretin taalluku kâinattan bir an çekilse kâinat yok olur, ademe düşer.
- Hem Cenab-ı Hak her an her şeye maliktir. Çünkü o maddeden mücerret olan kudret-i ezeliyesiyle her an; atomların yaratıldığı hadsiz esir zerratını, atomlardan müteşekkil olan hadsiz hüceyratı, hücrelerden teşekkül eden azaları, azalardan bir araya gelen vücutlar ve keza bütün kâinatı bizzat elinde tuttuğu ve malik olduğu için kâinat varlık âlemine çıkmıştır. Hem o kudretin devamıyla kâinat beka bulur. Bu hakikat, Yirminci Mektubun İkinci Makamının Dördüncü Kelimesinde tam izah edilmiştir. Hazret-i Musa’nın (as) bir kıssası bu meseleyi tenvir eder.
- Bir gün Hazret-i Musa (as) Cenab-ı Hakka: “Ya Rabbi sende hiç gaflet, uyku hali olur mu?” diye sorar. Cenab-ı Hak bir kaba su doldurmasını ve elinde tutmasını emreder. Yorgunluktan Musa’nın (as) gözü bir an dalar, uyku hali gelir. Elinden su dolu kap düşer ve paramparça olur. Cenab-ı Hak buyurur; “Ey Musa! Eğer bende bir an-ı seyyale gaflet olsaydı kâinat bütün bütün helak olurdu.”
Şimdi müminin iman ile Allah’a intisabından bahsedelim.
- Allah’a iman ettim diyen bir mümin, bütün kâinatın mevcudatının envaları, efratları, azaları, hücre ve zerratının, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakkın irade ve kudretinin tesir ve taallukuna vererek vücut bulduğunu kabul ve tasdik ettiği gibi, kendi irade-i cüz’iyesinin tercihine istinaden tanzim edilen bütün amellerinin dahi, yine Allah’ın irade ve kudretiyle yaratıldığına şahadet ederek iman ve tasdik eder.
- Böylece hem enfüsi (kendi âlemi) hem de afaki (kâinat âlemi) dairenin yaratılışını ve tanzimini irade ve kudret-i İlahiyenin taallukuna vererek; nefsü’l-emirdeki “yani hakikatte var olan, vehmî olmayan” hakikati tasdik eder. Kâfir ise bu hakikati inkâr ettiği için küfür içinde kalır.
- Şimdi Cenab-ı Hakkın kendini bizlere nasıl bildirdiğini anlamaya çalışalım. Evet; Rabbimiz bize kendini üç büyük kitap ile tanıtmıştı
Birincisi; kâinat kitabı,
İkincisi; Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan,
Üçüncüsü; ise Peygamberimiz (asm)’dır. Müminler bu üç büyük muarrifin (tarif edici) ortaya koyduğu hadsiz delilleri göstererek “Allah’a iman ettim” der. Bu üç kitaptan ikisi, naklî delildir. “Risale-i Nur bu iki kitabın hakkaniyetlerini ispat ederek naklî delilden aklî ve ilmî delil seviyesine çıkarmıştır.”
- İnsan cüz’i ihtiyarıyla iman ettim deyip tasdik ettikten sonra Cenab-ı Hak, insanın kalbinin içine iman nurunu ilkâ eder ve yerleştirir. İnsanın kalbini kendi isim ve sıfatlarına bir arş (taht) yapar. İşte bunun için müminin kalbi, ayine-i samettir. İman ettikten sonra müminin kalbi kâinat kadar genişler ve zaman ve mekânın hadsiz derece haricinde olan daire-i vücubla (Allah’la) esma-i İlahiyesi adedince telefon hattı gibi bir alâka kurar. Böylece kalbimiz, her an esma-i İlahiyeden gelen feyze mazhar olur.
- İman etmekle sonsuz cemal ve kemal sahibi bir sevgiliye kavuşan kalb, o sevgilinin ismini zikir etmekle mutmain olur. Böylece kulun kalbinden Rabb-i Rahimine karşı daima dualar, niyazlar, şükürler, hamdlar gider. Rabbinden ise o kulun kalbine feyizler, bereketler, manalar, ilhamlar gelir. İnsanın kalbinde marifetullah kemalatı bununla başlamış olur.
- İşte Bismillahtaki B; insanın kalbi ile daire-i vücubun arasındaki bu iman ve intisap sırrını da tazammun eder (içine alır). Yani kalbimizin içine tecelli eden bütün kudsî sıfatlarla kalbimiz sıfatlanır. O boya ile boyanır. “Sıbgatullah yani Allah’ın boyasıyla boyanmak bu demektir.” Kalbimizde her an merhamet, şefkat, adalet, cömertlik … sıfatlarını ona bağlı olarak ve yaşayarak hissederiz.
Alıntıdır
Bir yanıt yazın