- İslamiyet’in ve sünnet-i seniyenin en deruni ve gizli manası bizi böylelikle ta Esma-i İlahiye ile sıfatlanmak ve boyanmak manasına kadar götürür. Yaratılış gayemiz de buna itaat ve teslim olmakla ayinedarlık etmektir. Cenab-ı Hakk’ın kullarına muhabbeti ise bu ayinedarlığı nispetindedir.
- Nasıl aynaya bakan bir adam camına değil, belki camın içindeki kendi güzelliğine bakar ve cemalini gördükçe mutlu olur.
- Öyle de Allah bizim mahiyet ayinemize bakar ve bizde tecelli eden esmasının cemal ve kemalini seyreder. Mahiyet ayinemizde tezahür eden esmanın kemalatı nispetinde bize muhabbet eder. Öyle ise Allah kâinatı kendi cemal ve kemalini görmek için yaratmıştır.
- Öyle ise Cenab-ı Hakk’ın muhabbetini kazanmak için sünnet-i seniyeyi kendimize rehber-i mutlak etmek lazımdır. Yarabbi! Bizleri en azami derecede sünnet-i seniyeye itaat edenlerden eyle! Âmin.
- Hayır kelimesine Risale-i Nurda yüklenilen diğer bir mana şudur; “Vücut, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahzdır.” Yani mahlukatın adem-i zahiriden (ilmi ezeliden) vücut ve varlık alemine çıkması mutlak hayırdır.
- Demek bütün mahlukatın adem-i zahiriden varlık alemine çıkması, doğrudan kudret-i İlahiye’nin te’sir ve taallukuna bakar ve istinat eder. Buna göre kainat kitabında hayr-ı mahz kelimesine dâhil olmayan zerrattan seyyarata kadar hiçbir şey yoktur.
- İşte bunun için, her şeyin ademden yani yokluktan varlık alemine çıkması hayr-ı mahzdır, denilmiştir.
- Ayet-i kerimede: “Siz hiçbir şey idiniz. Cenab-ı Hak sizi yarattı, varlık âlemine çıkardı” buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, bütün kainat Allah’ın kudretiyle varlık âlemine çıkmıştır.
- Mesela kâinattaki bütün nuraniyet, Allah’ın Nur isminden; bütün şifalar, Şafi isminden; bütün rızıklar, Rezzak isminden; bütün mizanlar, Adil isminden gelir. Bütün canlılık ve hayat, Hay ve Muhyi isminden gelir ve ona dayanır.
- Böylece afaki daire dediğimiz kâinatın mevcudatı da Allah’ın ayrı ayrı esmalarını lisan-ı hal diliyle okutturan mücessem bir kitap olur. Demek her iki cihette de hayrın başı Allah’tır.
- Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ımücessem olmasın, Sâni’-i Zü’l-Celal’in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat, elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâ-perva zevalin hevasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.
- Özetleyecek olursak, hayır kelimesinin birinci manası, insanın enfüsî (cisim ve ruh dairesi) dairesindeki amelinin tanzimine, şeriatı Muhammediye (asm) ve ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmasına ve Esma-i İlahiye’yi tezahür ettirmesine bakar.
- İkinci manası ise, kainatın mevcudatının ademden varlık alemine çıkarak lisan-ı hal diliyle esma-ı ilahiyeyi tezahür ettirmesine bakar.
- Bismillah diyen bir mü’min, iman ve intisap sırrıyla Cenab-ı Hakk’ın insana şah damarından daha yakın olduğuna itikad ettiği için, her fiilinin ve amelinin bidayetinin (başlangıç) kendi cüz’î ihtiyarına, nihayetinin ise, kudret-i ilahiyenin tesir ve taallukuyla vücuda geldiğine itimat eder. Böylece Rabbini takdis ederek kusurunu nefsine vermeyi bilir.
- Hem, bütün kâinat baştanbaşa Allah’ın varlığını ve birliğini ispat ve tarif eden bir mektup, bir kitap ve ayine olduğunu görür.
- Hem adem-i zahiri; bizim noksan ilmimizle ihata edemediğimiz, Allah’a malum olan, fakat harice çıkmayan ilmi vücutlar olduğunu kabul eder. Her şey’in o ilim-i ezeliden bir irade-i nafizenin tercihiyle seçilip levh-i mahfuza yazıldığını, sonra kudret-i ezeliye ile tohum, çekirdek, yumurta ve nutfe kapılarından âlem-i şahadete çıkarıldığını iman ile tasdik eder.
- Hem, adem-i mutlak; Cenab-ı Hakk’ı inkar eden ehl-i fen ve felsefenin vehimlerini dolduran batıl bir kabulden ibaret olduğunu bilir. Hem böyle bir adem-i mutlakın muhal olduğunu, nihayetsiz kemal sahibi bir Allah’ın varlığına iman etmekle anlar.
- Hem kainattan evvel adem-i mutlakın varlığını kabul etsek, kainatın vücuda gelmesi hadsiz derece muhal olduğunu ve bu keşmakeşliğin içinden akıllarıyla çıkamayan ehl-i fenden bir kısmı kendilerini aldatmak için maddeye ve kuvvete ezeliyet verdiklerini bilir.
- Hem Lafzullah’ın daire-i vücubun ve bütün sıfat-ı kemaliyenin sahibinin ism-i hassı olduğunu bilir. Ve bu isim sadece ona mahsus olup, başkaları için kullanılamayacağını ve ondan gayri hiçbir şey sıfat-ı kemaliyenin sahibi olmayacağına kat’i hükmeder.
Alıntıdır
Bir yanıt yazın