- Hâlbuki bu cevabın hiçbir bilimsel yanı yoktur. İçlerinden çıkamadıkları zaman: “Bir şekilde olmuş biz oluşunun devamını konuşuruz, daha ileriye gidemeyiz.” Bu temelsiz ve esassız safsatayı bilim diye her yere neşrederler.
- Diğer bir kısım felsefeciler yokluktan kâinatın vücuda gelmesinin imkânsız olduğunu anladıklarından madde ve kuvvete ezeliyet vermekle başka bir dalalet yolunu açmışlar. Bunun da hiçbir ilmi değeri yoktur. Çünkü fennin tespitine ve vahyin tebliğine göre, kâinat sonradan vücut bulmuştur. (Bu hususta daha önce iki hadis ile zikir edilmiştir.) Fakat maddiyyun ve tabiiyyun felsefesinin erbapları, dinin hükmüne kasıtlı muhalefet ettiklerinden böyle içinden çıkılmaz bir hataya düşmüşler.
- Demek kainattan evvel adem-i mutlak yoktur, sonsuz kemal ve cemal sahibi bir Zat-ı Akdes vardır. Böylece bir Vacibü’l-Vücudun varlığı kat’i bir surette ispatlanmıştır.
- Kıdem: Başlangıcı olmayan ezelidir. Yukarıda izah edildiği gibi sonsuza illet olmaz. Madem Cenab-ı Hak sonsuz kemal sahibidir. Sonsuza bir başlangıç düşünülemediği için, o, başlangıcı olmayan ezelidir.
- Beka: Nihayeti olmayan ebedidir. Kıdem konusunu işlediğimiz doğrultuda bekaya da bakabiliriz. Yani başlangıcına bir sebep olmayanın nihayetine de bir illet olmaz; onun için ebedidir.
- Not: Her ezeli ebedidir. Lakin her ebedi, ezeli değildir.
- Vahdaniyet: Cenab-ı Hak nihayetsiz Azamet-i Kibriya (sonsuz büyüklük) sahibidir. Nihayetsiz azamet ve kibriya ise Vahdaniyetin (birliğin) en büyük delilidir. Çünkü nihayetsizin harici olmaz. Harici olmayan kemalatın sınırı olmaz. Sınırı olmayan kemalat ise başka bir kemalden gelmez. Başka bir kemalden gelmeyen kemalat ise, hem zatidir hem nihayetsizdir. Nihayetsiz olan bir kemalat ise sadece bir tanedir. Öyle ise o, vahdaniyet sahibidir.
- Vahdaniyet sıfatını bir ayet-i kerimenin manasıyla daha iyi izah edebilmek için önce matematikteki ‘sonsuzluk’ kavramını anlamaya çalışalım: Matematikte bu kavram, eksi ve artı sonsuz olarak sadece iki yönlüdür.
- Ayeti kerime; daire-i vücuba mahsus sonsuzluğun dört boyutlu olduğunu ferman eder. هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ Bu ayet-i celile her bir kelimesiyle hem mahlûkiyetin sınırlarını tayin etmiş, hem nihayetsizliğin idrak edilemeyeceğini ferman etmiştir. Hem zâtî sıfatların sadece Hâlık’ın zatına mahsus olduğunu şuur sahiplerine bildirerek aklın sınırlarını göstermiştir.
- Bu ayet-i kerime, her bir şeyin evveli, ahiri, zahiri ve batınının ona istinat ettiğini ve her şeyi çepe çevre kuşattığını ilan ettiği gibi, kendisinin her cihetle bu sınırların haricinde olduğunu bildirir. Ayet-i kerime şöyle buyurmuştur:
1-Hüve’l-Evvel: O her şeyin evvelidir, fakat kendisi evveli olmayandır.
2-Hüve’l-Ahir: O her şeyin ahiridir, fakat kendisi ahiri olmayandır.
3-Hüve’z-Zahir: Her şeyin bir harici (dış) vardır. Kendisi harici olmayandır. Yani kâinatın haricini ihata etmiştir. Fakat kendisi sonsuz kemalat sahibi olduğu için onun harici olmaz.
4-Hüve’l-Batın: Her şeyin batını vardır. Kendisi batını olmayandır. (kendisinden daha gizli bir şey yoktur.)
- Madem sonsuz kemalat sahibidir. Öyle ise o zat-ı Akdes’in kemalatı başka kemalden gelmez. Madem başka bir kemalden gelmemiştir, öyle ise bütün kemalatı zâtidir. Yani kıyam bi-nefsihi’dir. Bizzat zatiyle kaimdir (ayakta durur) ve daimdir. Kemalatı kendindendir. Aşağıdaki misal bu konuyu akla yaklaştıracak bir kapı açar.
- Mesela; ayinenin içindeki ziya, hararet ve renkler gibi kemalat kendinden değildir. İntisap sırrıyla güneşe aittir. Semadaki güneşten o kemalatı alır. Fakat semadaki güneş kemalatını başka bir güneşten almaz. İşte kıyam bi nefsihi sıfatına böyle bakmalıdır.
- Nihayetsiz azamet-i kibriya sıfatı ‘Vahdaniyeti’ ispat ettiği gibi, ‘kıyam bi-nefsihi’ sıfatını da ispat eder.
- Batın: Bir şeyin iç yüzü demektir. Mesela bedenin iç yüzü organlar ve hücrelerdir. Daha batını ruhtur. Ruh ise Cenab-ı Hakk’ın esmalarının tecelli ettiği yarı nurani bir mahlûkudur. Esma-i İlahiye ise ondan da hadsiz derecede latif bir sıfat-ı İlahiye olduğu için, eşyanın batınını da o kuşatmıştır.
- Demek esma-i İlahiye, eşyaya içten dışa, batından zahire doğru tecelli eder. Mesela, sıfat-ı İlahiye önce kalbe tecelli eder ve iman ile parlar. Sonra kalbten ruha sirayet ederek ruhtaki istidatları inkişaf ettirir. Sonra o istidatların inkişafıyla insanın fiilleri tezahür eder.
- Kesif olanlar latif olana ayinedir. Bu bir düsturu küllidir. Mesela, güneşin latif olan ziyasına, kesif olan hava ve suyun zerreleri ayine olurlar. Fakat ziyanın kendisi yine ziyaya ayine olmaz, olamaz. Öyle ise ziyaya ayine olan her şey ondan daha kesiftir.
- Mesela, uzayı dolduran esir maddesi ziyadan daha latif olduğu için güneşin ziyasını göstermez ve ayine olmaz. Eğer esir maddesi ziyaya ayinedarlık edebilseydi, geceleri fezay-ı âlem gündüz gibi ışıkla dolu görünürdü.
- İşte bu sırdan dolayı her şey Esma-i İlahiye’ye ayinedir. Ruh dahi ona yarı nurani bir ayinedir. Fakat maddiyet âlemi ise, sebepler tahtında o esmaya ayinedarlık ederler.
- Hulasa olarak ayet-i kerime der: “O Allah’tır. Kâinat cinsinden değildir. Öyle ise Zat-ı Zülcelalin sıfatları dahi mahlûkatın sıfatlarının cinsinden değildir, hadsiz derecede uzaktır.”
- Bu hakikati hem İhlas Suresi hem ‘’leyse ke-mislihi’’ ayeti ferman eder. Yani o zat kâinatın cinsinden olmadığı gibi, zati sıfatları dahi mahlûkatın sıfatlarının cinsinden değildir. Aklın sınırlarını çizen bu ayet-i kerime, o zatın nihayetsizliğinin akıl ile ihata edilemeyeceğini bizlere ders veriyor.
Alıntıdır
Bir yanıt yazın