Biri ateist diğeri Allah’a inanıp İslamiyet’i kabul etmeyen fakat açık sözlü mert iki arkadaş ile olan sohbetimizin bir hülasasıdır. Bazı kardeşlerimize örnek olabilir diye yazıyoruz. Bize misafir olan o arkadaşlarla tanıştıktan sonra onlardan birisi; ben Allah’ın varlığına inanmıyorum ateistim dedi. Diğeri de ben Allah’a (cc) inanıyorum ama İslamiyet’in hak bir din olduğuna inanmıyorum dedi. Ben de onlar gibi açık sözlü mert insanlarla konuşmaktan görüşmekten çok memnun olduğumu ifade ederek kendilerini tebrik ettim ve dedim ki: “Sizinle konuşurken size üstün gelmek ve sizleri bastırıp susturmak için konuşmayacağım. Ancak sizlerin inandıklarınızdan ve konuştuklarınızdan ispat ettiğiniz doğru düşüncelerinizi kesinlikle kabul edeceğim ve benim düşünüp söylediklerimden de, yanlışlığını ispat ettiklerinizden de vazgeçeceğim ve sizin de benim gibi hareket etmeniz gerektiğine inanıyorum. Yoksa konuşmalarımızın hiçbir faydası olmaz, sadece gerçek insanlığa yakışmayan egomuzu, benliğimizi ortaya koymuş olacağız.”
Görmediğime İnanmam
Onlar da doğru söylüyorsun dediler. Ateist olan şahış dedi ki: Gözümle gördüğüm varlıklara inandığım gibi Allah’ın varlığına kanaat getirip inanamıyorum. Ona cevaben dedim ki: Bir varlığın var olduğunu gösterip ispat eden, yalnız görmek değildir. İnsanda bulunan beş duyu organının hepsi de görmek gibi bir varlığın var olduğunu ispat eder. Sesini duyduğumuz, dokunup da hissettiğimiz, kokusunu aldığımız, tadıp da fark ettiğimiz varlıkların hepsi, gördüğümüz varlıklar kadar varlığı kesin ve kat’idir. Biz bunları gözümüzle görmüyoruz ama diğer duyularımızla fark ediyoruz. Bir de bunlar gibi akıl edip bir şeyin varlığını kavramaya vesile olan anlama duygumuz vardır. Hatta diğer beş duyumuzla varlığını hissedip kabul ettiklerimiz dahi yine akıl vesilesiyledir. Malumdur ki herkesin kabul edip inandığı; fizikte etki-tepki diye bir kural vardır. Bu kurala göre bir iğne ustasız olmadığı, bir harf kâtipsiz olmadığı gibi, bir bina da sahipsiz, ustasız olamaz. Binanın yapılması denilen tepki, elbette o binayı yapan ustanın etkisiyle mümkün olur.
Aynen öyle de bir insanın yaratılıp var olması bir tepkidir. Onu var eden bir etki olmasaydı bu tepki ortaya çıkmazdı. Tabiat Risalesi’nde ifade edildiği gibi, bütün bilim adamları, bir insanın var olmasının ancak dört yoldan birisiyle mümkün olabileceğini söylemektedirler.
- O varlık ya kendiliğinden oluşmuştur. Bir binanın kendi kendiliğinden oluşması gibi, hâlbuki bir binanın oluşması bir etkinin neticesidir. Eğer onu yapan bir usta olmasaydı o bina olmazdı. Demek bir insanın da var olması bir etkinin neticesidir. Onu da yaratan vardır, insanın kendi kendine var olması hiçbir akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir.
- Sebeplerin bir araya gelip o insanı yaratmasıdır. Bu da çok cihetlerle imkânsızdır. Nasıl ki; bir binanın malzemeleri sebepler olarak bir araya toplanıp o binayı yapamıyorsa; öyle de insan vücudunun var olmasına sebep olan hidrojen, oksijen, karbon, azot gibi maddelerin bir araya gelerek o insanı var etmelerinin imkân ve ihtimali yoktur.
- Tabiat denilen şuursuz kanunlar ve maddelerin o insanı yaratmasıdır. Bu düşüncenin de birçok cihetlerle yanlış olduğu kesindir. Zira nasıl ki bir binanın projesi ve malzemeleri o binayı yapamıyorsa; öyle de tabiat denilen şuursuz kanunlar ve maddeler bir insanın vücudunu yaratıp ortaya koyamazlar.
- O insanı nihayetsiz güç ve hikmet sahibi olan Allah (cc) yaratmıştır. Zaten insanın önceki üç yol ile yaratılmasının mümkün olmaması, dördüncü yol olan her şeyi yaratanın Allah olduğunu ispat ediyor. Nasıl ki o binayı mühendisin projesine göre ve gereken malzemelerle yapan bir usta vardır. Demek, şüphesiz o insan kendiliğinden veya sebeplerin bir araya gelmesinden veyahut tabiat denilen doğanın yaratmasıyla var olmuş değildir. Ancak nihayetsiz kudret, hikmet ve rahmet sahibi olan Allah (cc) kaderin projesine göre, isim ve sıfatlarının depolarında bulunan vücut, hayat, görme, işitme, konuşma, vs. malzemeleri bir araya getirerek onlarla o insanı yaratmıştır. Bu âlemde; sanatlı, hikmetli, intizamlı olan her bir varlık bu insan örneğine kıyas edilebilir.
Yaratılmış Bir Varlık Başka Bir Varlık Yaratamaz
Bu soruyu soran arkadaş mühendis olduğundan, fiziğin etki-tepki kuralına dayanarak yaptığımız bu açıklamadan çok etkilendi ve dedi ki: “Tamam, Cenab-ı Hakk’ın var ve bir olduğunu ve her şeyi yaratanın O olduğunu kabul ettim. Fakat Allah’ı kim yaratmıştır ve O’nun da bir yaratıcısı yok mudur?” diye bir sual etti. Cevaben dedim ki: Bu sorunun aynısını başka bir talebe de sormuştu. Ona şöyle bir cevap vermiştim. “Dünyanın kuruluşundan bu güne kadar yaratılmış hiçbir varlığın başka bir varlığı yoktan var ederek yaratması hiç görülmüş mü veya ispat edilmiş midir?” O da: “Hayır, böyle bir şey ne görülmüş ne de ispat edilmiştir” dedi.
Bunun nedeni şudur: Sonsuz bir acizlik ve fakirlik içinde bulunan bir varlığı yokluktan varlık âlemine çıkarmak, sonsuz bir kudret ve rahmeti gerektirir. Sonradan var edilen varlıklar nihayetsiz kudret ve rahmet sahibi olmayıp aciz ve fakir oldukları için, başka bir varlığı yaratamazlar. Zira ‘himmete muhtaç olan dede kime ne himmet ede’ denildiği gibi; o varlığın var olması için bir yaratıcının onu var etmesine ihtiyacı var, eğer onu yaratan olmasa kendisi bile varlık âlemine gelmeyecektir. Kendisini yaratamayanın hiç başkasını yaratması mümkün olabilir mi? Evet, var edilmiş bir varlığın özelliği yaratılmış olmaktır, yaratıcı olmamaktır. Madem yaratılmış olan bir varlık yaratıcı olamıyor, eğer Cenab-ı Hakk da yaratılmış olsaydı o da diğer yaratılmışlar gibi yaratıcı olmayacaktı. Hâlbuki dersimizin başında her şeyi yaratanın Allah (cc) olduğunu izah ve ispat ettik. Demek yaratanın özelliği yaratıcı olmaktır, yaratılmış olmamaktır. Öyleyse her şeyi yaratan Allah (cc) yaratılmamıştır; ezeli ve ebedidir, başlangıçsız ve sonsuzdur.
Kaderde Yazılı Olandan Biz Neden Sorumlu Oluyoruz?
Bu cevabı dinledikten sonra bu hususta da ikna olup memnuniyetini gösterdi ve kader meselesine dair; madem her şey kaderde yazılıdır ve olacaktır, neden insanlar kaderin o yazdıklarını yaptıkları için sorumlu tutuluyor. Bu müşkil meseleyi de Risale-i Nurlardan istifade ettiğim gayet basit bir örnekle şöyle izah ettim. Bir insan gelecek sene daha gelmeden tecrübeleriyle astronomi, matematik gibi cüz’i bilgileriyle bir senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, vakitlerin hangi dakikada girip çıktığını, güneşin ne zaman doğduğunu ve ne vakit battığını ve o senenin bütün özelliklerini o takvimde yazar. Adeta o takvim gelecek senenin bir tarihçe-i hayatı ve kader yazısı hükmüne geçer; sene gelmeden o takvim herkese dağıtılır. Bizler, takvime göre senenin gerçekleştiğini gördüğümüzde bu adam takvimi böyle hazırladığı için sene de ona uymuştur dememiz doğru olmaz. Belki takvimi hazırlayan adam senenin nasıl geçeceğini tecrübeleriyle bildiği için ona uyarak o takvimi hazırlamıştır. Hatta bazen olduğu gibi takvim yanlış yazılmış olsa bile sene ona uymadığı için o yanlışlıkları ortaya çıkmış olur. Öyle de kader Cenab-ı Hakk’ın ilminin bir kısmıdır. Allah (cc) da o ezeli ve sonsuz ilmiyle bir kulunun ne zaman dünyaya geleceğini ve ne kadar yaşayacağını ve neyi isteyip yapacağını bilmiş, takvim hükmündeki kaderinde yazmıştır. İlmin tesiri yoktur, ancak olmuş ve olacak olan şeyleri bilir. Demek ki bir insan ne isterse ne yapacaksa kaderi ona göredir. Yoksa kader nasıl yazıldı ise insan ona uymak mecburiyetindedir, ona mahkûmdur anlayışı çok yanlış ve hatalı bir düşüncedir.
İslamiyet’in Hakkaniyetine Kur’an Ve Hadisler En Büyük Delildir
O ateist olan arkadaş, kader meselesini de açıklayınca bir problemi kalmadığını söyledi. İslamiyet’in hakkaniyetini kabul etmeyen diğer arkadaşa dedim ki: İslamiyet’in hakkaniyetini ispat eden hadsiz delil ve burhanlar vardır. Onlardan biri de içinde birçok delil ve hüccet barındıran Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerdir.
Tarihte görülen şudur ki: hiçbir dahi ve bilim adamı yoktur ki; Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden istifade etmeden yazdığı kitabın üzerinden 10-20 sene geçince, yazdıklarının bir kısmı geçerliliğini kaybetmesin, yanlış veya eksik olduğu ortaya çıkmasın. Kendileri daha hayatta iken o yazdıklarının bir kısmını değiştirmek mecburiyetinde kalıyorlar. Bu kuralın dışında kalan hiçbir bilim adamının yazdığı bir kitap yoktur. Fakat Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şerifler bu kuralın dışındadır.
Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerin üzerinden 1400 seneden fazla zaman geçtiği halde herhangi bir ayet veya Hadis-i Şerif geçerliliğini kaybetmemiş ve yanlışlığı ispat edilmemiştir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de 6666 ayet bulunuyor. Hadisi Şerifler ise yüz binlercedir. Eğer (haşa sümme haşa) bunlar bir insan eseri olsaydı, insanların eserleri gibi bunlarında pek çok yanlış ve noksanlıkları ortaya çıkmış olacaktı. Bu hakikat Kuran-ı Kerim’in hem lafzının hem manasının, Hadis-i Şeriflerin de mana olarak yine Allah’tan geldiğini ispat eder.
Nasıl ki yeryüzünü dolduran ışık güneşin varlığını ispat edip gösteriyorsa öyle de Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin bu hakkaniyeti, hem Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini hem Kuran-ı Azimüşşan’ın Allah (cc) kelamı olduğunu hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hak peygamber olduğunu hem de Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin tesis ettikleri İslamiyet’in hak bir din olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde ispat ediyor. Hiçbir şeytan ve hiç bir düşman ve aklı başında olan hiçbir insan bu hakikati inkâr edemez. Eğer yanlış bir ayet veya hadis bulunsaydı, bugün her türlü yalan ve oyunlarla dini yok etmeye çalışanlar böyle bir fırsat ellerine geçseydi, o yanlışlıkları yazıp göklere asarlardı.
İmandan Sonra En Büyük Hakikat Namazdır
Bu açıklamayı dinledikten sonra doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen o cesaretli ve mert olan arkadaş, önceden ateist olan arkadaşına dönerek bu iş bitmiştir, düşündüklerimiz yanlıştır. Demek İslamiyet’i doğru öğrenmemişiz, dedi. Ben de onlara soracak başka bir sualiniz varsa sorunuz, onlar da bu hususta akıllarını kurcalayan problemlerin kalmadığını söylediler. Ben de kendilerine bir şeyin kaldığını ve bunu yapmalarını gerektiğini söyledim. Ne olduğunu sordular. Madem Cenab-ı Hakk’ın var olduğunu ve İslamiyet’in hak bir din olduğunu kabul ettiniz, öyleyse imandan sonra en mühim hakikat namazdır. Rabbimize karşı kulluğumuzu ifade eden o namazı kılmamız gerektiğini kendilerine söyledim. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki onlardan birisinin o günden itibaren namaza başladığını öğrendik. Cenab-ı Hakk söylediklerimizi yazdıklarımızı rızası dairesinde kabul edip tesirini halk eylesin. Âmin.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın