Bir ara, Sav medresesinde çalışma yapıyorduk. Bir akşam Hafız Bekir adında bir ağabeyimiz beni aradı, dedi ki; yanımda, Allah’ın varlığına inanmayan öğretmen bir yeğenim var. Açık sözlüdür ve diyor ki; “Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ederseniz kabul ederim”. Bu ağabeyimiz, benim onunla görüşmemi arzu etti. Ben de “Tamam” dedim. Akşam saat dokuzda Süleyman Semiz Ağabeylerin evinde buluştuk. Ona karşı içten gelen bir şefkat ve merhamet ile şu gelecek manada kendileriyle münazaraya başladık.
O, her şeyin kendiliğinden oluştuğunu, bir yaratıcının bulunmadığına inandığını söyledi. Ona dedim ki, mert ve açık sözlü olman beni çok memnun etti. Allah’ın varlığı konusunda hadsiz delil ve burhanlar var, onlardan biri de fizikteki bilinen etki-tepki kuralıdır. Fiziğin bu kuralına göre baktığımızda, hiçbir şeyin kendiliğinden oluşmadığını, yapılan her bir iş, o işi yapan bir etkinin varlığını gösterip ispat etmektedir. Öyle de bir atomdan tut ta kürelere ve âlemlere kadar bu varlıkların her birisi de yaratılışlarıyla kendisini var edip yaratan nihayetsiz bir güç, hikmet, ilim ve irade sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın varlığını gösterip ispat ediyor, tarzında anlaşılır mahiyette geniş açıklamalar yaptım.
Bu defa da her şeyin tabiattan geldiğini ve tabiatın yaratıcı olduğunu iddia etti. Bunu da açıklayınca başka bir düşünceyle karşıma çıktı. Arkadaşım, senin mert ve açık sözlü olduğunu biliyordum. Şimdi konuştuğumuzda bir iddianı çürütüyoruz, bukalemun gibi bu sefer de başka bir düşünceye saplanıyorsun. Asıl düşünceni söylersen ona göre konuşuruz. O da işin doğrusu ben evrime inanıyorum, dedi. Arkadaşım evrim meselesi çok tartışılmış, konuşulmuş ve çok çeşitlerinin olduğu söylenilen bir fikirdir. Özeti şudur: Bütün canlıların birbirinden türeyerek nihayette bir atadan geldikleri kabul ediliyor. O atanın da hücrelerden ve o hücrelerin de tek bir hücreden oluşup meydana geldiği varsayılıyor. Fakat başta Darwin olmak üzere, bu düşünceye sapanların hiç birisi canlı olan ilk hücrenin nasıl oluştuğuna cevap verememişler. Hatta Rus kimyacı Oparin ve İngiliz genetikçi Haldane, yaptıkları deneyler sonucunda; ilk hücrenin ve canlı yapı taşlarının nasıl oluştuğunu ispat edemeyip ancak tesadüfen oluşabildiklerini söylemekle yetinmişlerdir. Hâlbuki en basit faydalı olan bir iğne bile tesadüfe verilmediği halde, en mükemmel bir saraydan daha mükemmel bir hücreyi ve dolayısıyla onun yapı taşlarını tesadüfe vermek ne kadar akıl ve mantığa ters düştüğünü en akılsız adam dahi anlamaz mı?
Sevgili kardeşim; ufak bir kulübecik olabilecek malzemeleri bir geminin içine atalım. O gemiyi de bir okyanusa bırakalım. Milyarlarca sene okyanus içinde o gemi çalkalanıp dursun. Acaba bu çalkalanma neticesinde o gemideki malzemeler tesadüfen bir araya gelip o kulübeciği oluşturabilme imkân ve ihtimali var mıdır? Aynen öyle de bilim adamlarının açıklamalarına göre bir hücre o kadar mükemmel bir saraydır ki; insanlar maddi imkânlarla o hücre gibi bir saray yapmaya çalışsalar, Konya ovası kadar yer kaplayacaktır. Bu hücreyi oluşturan malzemelerin yapı taşları olan hidrojen, oksijen, karbon, azot gibi maddelerin tesadüfen bir araya gelip onu yapmalarının imkân ve ihtimali yoktur.
Haydi, farzı muhal olarak hücrenin bu şekilde oluştuğunu kabul edelim. Bir de hücre hayat sahibidir. Hâlbuki bilimsel olarak hücreleri ve bütün canlıları oluşturan hidrojen, oksijen, karbon, azot maddelerinde hayatın bulunmadığı kabul ediliyor. Haydi diyelim ki bunlar tesadüfen bir araya gelip hücreyi oluşturdular. Fakat o maddelerde de bulunmayan hayat o hücreye nereden verildi. Dahası var ki; hücreler bir araya gelerek azaları, azalar da bir araya gelerek vücudu oluşturmaktadır. Hâlbuki gördüğümüz gibi hücreyi oluşturan maddelerde hayat, görmek, duymak, şuur, bilmek vs. gibi birçok özellikler bulunmadığı halde, onların oluşturdukları bir insan vücudunda bu özelliklerin hepsi vardır. Bunlar tesadüfle izah edilebilir mi?
Yine bizi doğruya götüren etki-tepki denilen fizik kuralına bakmaktan başka çare yoktur. Öyleyse hidrojen, oksijen, karbon ve azotu yaratan, kaderin projesine göre bunlarla hücreyi yapan, Muhyi ismiyle o hücreye hayat veren, o hücreleri bir araya getirip onlardan kudretiyle insanı yaratan Cenab-ı Hakk, Alîm, her şeyi bilen; Basîr, her şeyi işiten; Mütekellim, konuşan gibi bütün esmasının tecellilerinden de o insana özellikler vermiştir. Demek harika bir sanat olan insan vücudunu bu malzemelerle yaratan ve o malzemelerin de sahibi ancak Allah’tır, başkası olamaz. Daha bunun gibi birçok izahla beraber bu açıklamayı da yapınca, ben yaratıcının yokluğunu ispat edemediğimden, siz de yaratıcı olan Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğinizden dolayı onun varlığını kabul ettim, diyerek ateistlikten kurtuldu. Biz de bütün saadetlerin temeli olan Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine inanmayı kazandığından dolayı kendilerini tebrik ettik. Tabii bu anlattıklarımız, kendisiyle yaptığımız iki buçukluk saatlik bir konuşmanın özetidir.
***
Maalesef Cenab-ı Hakk’ın varlığını kafasına sığdıramayan bir kısım insanlar, yanlış mantık yürüterek; her şeyi yaratan, ne olduğunu bilmediğimiz ve görmediğimiz bir etkiyi yani Cenab-ı Hakk’ı, kabul etmemiz yanlış olur, diyerek yanlış yollara sapıyorlar. Hâlbuki bir varlığın varlığını bilmek ayrıdır, onun ne olduğunu anlamak ayrı bir şeydir. Acizliğimizden dolayı her şeyi biliyor değiliz. Hayatın başlangıcı, ruh gibi birçok şeyin var olduğunu biliyoruz; fakat anlayışımızın eksikliğinden onların ne olduğunu bilemediğimizden inkâr edemiyoruz. Öyle de etki-tepki kuralına binaen her şeyi yaratan Cenab-ı Hakk’ın varlığını görür gibi anlıyoruz; fakat ne olduğu anlamadığımızdan onu inkâr etmek akıl ve mantığı kabul etmemek demektir. Ancak “aynası iştir kişinin lafa bakılmaz” kuralına binaen, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bu âlem ve içindeki her şey, birer ayna olarak onu bize nasıl tanıtıyorsa, biz de onu o şekilde tanımalıyız.
Hem her şey kendi kendiliğinden olmuştur veyahut sebepler yapmıştır ya da tabiat denilen doğanın neticesinde meydana gelmiştir düşüncesi, bir tek yaratıcıyı kabul etmekten bin kat daha akıldan uzak ve imkânsızdır. Akıllıyız diyen bu insanlar nasıl böyle yanlış yolda gidiyorlar diye aklımıza geliyor. Zaten dikkat ettiğimizde, Cenab-ı Hakk’ın varlığını inkâr ederek hak din olan İslamiyet’i bırakıp başka yolda giden, o gittiği yolu akıl ve mantık ölçüleriyle tercih ettiğinden onda gitmiyor. Belki o yolun içinde kendini bulduğu için, o yolun yanlış olduğunu kabullenemiyor. Yanlış olduğunu gördüğünde vicdanen rahatsız oluyor. Vicdanını rahatlatmak için ya doğru olan yolun yanlış olduğunu söyler veyahut bazı mantık oyunlarıyla gittiği yanlış yolun doğru olduğunu kabul eder. Şeytanın bu hilesiyle kendini aldatarak o yola devam eder.
Maalesef bir kısım insanlar da Allah’ın varlığını kabul etmeyi aklen uygun görüyorlar; fakat Cenab-ı Hakk’ın varlığını kabul edenin emir ve yasaklarına uyması gerektiğini düşününce, alıştıkları günahları terk etmek ve kulluk vazifesini yapmak onlara ağır geldiğinden, o yükten kurtulmak için hak olan yolu inkâr cihetine giderler. Sinekten kaçıp da ejderhanın ağzına giden adam gibi, bunlar da dünyadaki ibadet sıkıntılarından kurtulmak için cehennemin ebedi azabını tercih etmiş olurlar.
Fakat Müslümanların yaşadıkları İslamiyet bambaşka bir şeydir. İslamiyet’e girenler ya bizzat İslam dininin akıl ve mantık ölçüleriyle hak bir din olduğunu kabul ederek İslam’la müşerref oluyorlar. Fen ve sanatta ileri giden birçok bilim adamlarının İslamiyet’i kabul etmesi gibi… Misal: Muhammed Ali CLAY, Yusuf İSLAM, Roger GARAUDY vs. veyahut çocukluğunda aile ve çevresine uyarak İslamiyet’i yaşayan insanların, daha sonra akıl ve mantık ölçüleriyle İslamiyet’in hakkaniyetini anlayıp tahkiki, gerçek bir imana sahip olmaları gibi. Zaten dinimize göre başkasına uyarak taklidi imana sahip olan bir insanın, delil ve burhanlarla imanını tahkiki hale getirmesi farzdır.
Cenab-ı Hakk, her zaman ve her yerde istikamet dairesinde yürümeyi bizlere nasip eylesin, velev ki bir an olsun nefsimizle bizleri baş başa bırakmasın. Âmin.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın