Resul-ü Ekrem (sav) bir gün seçkin ashabını kendi aralarında konuşurlarken buldu. Onlar aralarında hayret ve hararetle önceki peygamberlerin faziletlerinden bahsediyorlardı.
Onlara dedi:
“Sözlerinizi ve hayretlerinizi işittim. Doğrudur, Allah İbrahim’i Halilullah kıldı, onu kendine dost edindi. Musa’yı Kelimullah kıldı, onunla konuştu. İsa ise Ruhullahtır. Âdem de dediğiniz gibidir, Allah onu seçmiştir.
Fakat dikkat ediniz, ben de Habibullahım. La fahre! Övünmek yok! Kıyamet günü livailhamd sancağını ben taşıyacağım. La fahre! Övünmek yok! İlk şefaat edecek benim. Övünmek yok! Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim. Allah o kapıyı bana açacak ve ilk olarak beni oraya koyacak. La fahre!“
O âlemlere rahmet, peygamberler incisi, gönüller sultanı efendimiz, dost ve düşmanlarının tasdikiyle bütün güzel huyları ve hasletleri üzerinde topladı.
Hayatı boyunca hep en doğru sözlü oldu. Muhammedü’l-Emin oldu. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa asla tenezzül etmedi.
Öyle bir şeriat ve bir İslamiyet; öyle bir kulluk ve bir dua; öyle bir davet ve bir iman ile meydana çıktı ki, onun ne misli vardı, ne de olur. Ondan daha mükemmel ne bulunmuş, ne de bulunur.
Onun elinde zuhur eden o şeriat; on dört asır boyunca coğrafyamızı adilane ve hakkaniyet üzere idare etti.
İnsanlık şu fitne-i ahir zamanda ona ve mesajına ne kadar muhtaç!
Bize öğrettiği ve tebliğ ettiği bütün ibadetlerde en ileride hep o oldu. Herkesten ziyade takva sahibi olan oydu. En çok ibadeti o yapar, Allah’tan en çok o korkardı.
Hz. Aişe validemiz derdi ki:
“O kıyama kalktığında rükûu unuttu sanırdım. Rükûa gittiğinde secdeyi, secdeye kapandığında kalkmayı unuttu zannederdim. Neden böyle kendini harap ettiğini sorduğumda, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı ya Aişe, derdi.”
Hayatı boyunca fevkalade ve sürekli bir mücahede halinde, türlü sıkıntı ve dağdağalar içinde, Allah’a karşı kulluğun en ince sırlarına riayet etti.
Efendimiz Asm, Kur’an’ın tabiriyle bizler için ‘Üsvetün hasene’ en güzel örnekti.
O Habibullahtı. Allah’ın sevgilisiydi. Dünya yaratılalı beri hiç kimse onun kadar sevilmedi.
Nasıl sevilsin ki! Bütün kalpler onun elinde olan Âlemlerin Rabbi ona “Habibim!” dedi. O onu sevdi, cümle âlem onu sevdi.
Ve nasıl sevilmesin ki! Bütün âlemler o Sultan-ı Levlak’in yüzü suyu hürmetine yaratıldı. Allah onu sevdi, beraberindekileri de sevdi.
Şöyle buyurdu gönüllerimizin sultanı:
“Cenab-ı Hakk bütün mevcudata baktı ve içlerinden beni seçti. Sonra tekrar baktı ve ashabımı seçti. Ve onları bana arkadaş kıldı.”
Onların hiçbiri tesadüfen asr-ı saadette, o kutlu asırda dünyaya gelmediler. Çünki tertib-i mahlûkatta tesadüf yoktur. Hicretin o heyecanlı günlerinde mağara arkadaşı, ahir ömrüne dek yoldaşı olan Hz. Ebubekir (ra) tesadüf değildir.
Efendimizin “Benden sonra bir peygamber daha gelseydi o olurdu” dediği adalet timsali Hz. Ömer, meleklerin bile kendisinden hayâ ettiği Hz. Osman, “Ben ilmin şehriyim, o ise kapısıdır” buyurduğu şah-ı velayet Hz. Ali Efendilerimizin o asırda, hemen peygamberimizin dizi dibinde dünyaya gelmeleri tesadüf müdür?
Anne babalarımızı, dünyaya geliş yeri ve zamanını biz belirlemedik. Cenab-ı Hakk başlangıcı olmayan ezeli ilim ve hikmetiyle hepimizi şu kâinata hep hikmetli bir tertip ile yolladı. Hiçbirimize dünyaya gelirken sormadı, giderken de sormayacağı gibi.
Efendimiz (sav) dünya işleri için kimseye kızmazdı. Kendi şahsı için öfkelenmez, affetmeyi sever ve intikam peşinde koşmazdı.
Konuştuğunda ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı.
Daima düşünceliydi, susması konuşmasından uzun sürerdi.
Kimseyle çekişmezdi. Hayatı boyunca kimse onu sokakta biriyle çekişirken görmedi.
Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Kimsenin sözünü kesmez, konuştuğu kimse sözünü tamamlamadıkça onun sözünü yarıda bırakmaz veya gitmek üzere ayağa kalkmazdı.
Yanında en son konuşan kimseyi, ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.
Biri kulağına eğildiğinde onu dinler, o başını çekmedikçe mübarek başlarını çekmezlerdi.
Birisiyle konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmezdi.
Herkesin anlayacağı dilde, tek tek, tane tane konuşurdu. Öyle ki Hz. Aişe validemizin dediği gibi, eğer biri o konuştuğunda kelimelerini saymak istese sayabilirdi.
Boş şeyler ile uğraşmazdı.
Kendinden bir şey bekleyen, ümit eden kişiyi, umduğunda umutsuzluğa düşürmezdi.
Elini tutan kişi elini salıvermeden, kendileri katiyen salmazlardı.
Önce o selam verir, musafahaya önce o başlardı.
Ziyaretine gelenlere ikram eder, çok defa elbisesini altlarına sererdi. Bazen de altındaki minderini verir, oturması için işaret ederdi.
Dostlarını sık sık ziyaret eder, onlara latifeler yapardı.
Sahabelerine, “Dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi olun” derdi.
Fakir, zengin ayrımı yapmaz, dostlarını zenginliğine göre değerlendirmezdi.
Sade ve temiz kıyafetler giyer, gösterişten hiç hoşlanmazdı.
Her zaman olgun davranırdı.
Yürürken beraberindekilerin önünden yürümezdi.
Bizler, kadına ve kız çocuğuna yönelik en çirkin örneklerin yaşandığı cahiliye karanlıklarını, onlara verdiği değer ile aydınlatan, asr-ı saadeti tesis eden bir peygamberin ümmetiyiz elhamdülillah.
Bir gün “Beni nasıl seviyorsunuz, ey Allah’ın Resulü?” diyen sevgili eşine tebessüm ederek “İlk günkü gibi ya Aişe, kördüğüm gibi!” diye cevap vermişti.
(sav) Efendimiz çocukları çok sever, onlarla arkadaş olur ve sohbet ederdi. Onlara şakalar yapar, hastalandıklarında ziyaretlerine giderdi.
“Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” derdi.
Hz. Enes’in küçük kardeşi Ebu Umeyr’in bir serçesi vardı. Ona takılır ve kafiyeli bir şekilde “Ya Eba Umeyr, ma feale’n nugayr?” “Ey Ebu Umeyr, küçük serçen napıyor?” diye takılırdı. Ve bir gün serçesi öldüğünde çok üzülen o çocuğun taziyesine giderek, “Haklısın, insan kuşu ölünce üzülür” diye teselli etmişti.
“Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha değerli bir miras bırakamaz” derdi.
Kendisi için ayağa kalkılmasını sevmezdi.
Kendi işini kendi yapardı, kimseye yük olmazdı.
Bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.
Bir gün devesinin üzerinde iken değneğini yere düşürmüştü. Yanında gözünü kırpmadan hayatını feda edecek sahabeleri varken, devesini çöktürüp değneğini yerden aldı. Ashabı, “Anam babam tatlı canım sana feda olsun ey Allah’ın Resulü, neden bize haber vermediniz?” dediklerinde, “Kişinin kendi işini kendi görmesi kendine daha layıktır” demişti.
Sıradan değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı.
Şair onun hakkında şöyle demişti:
Muhammedün beşerun, la kel beşer / Bel hüve kel yakuti beynel hacer
Hz. Muhammed bir insandır, fakat pek de diğer insanlar gibi değildir / Öyle ki o, taşların arasında bulunan bir yakut gibidir.
Ashabı, “Biz onun kadar çok tebessüm eden bir kimseyi hiç görmedik” derdi. Onun gülmesi tebessümdü. Tebessüm onun sünnetiydi.
Hz. Ali Efendimiz derdi ki, “Onu ilk gören onun mehabetine kapılır, heybetinden ürkerdi. Ama onu bir tanıdı mı, ona âşık olurdu.”
Bir keresinde yanına bir adam girmiş ve heybetinden korkmuştu. Ona, “Kendine gel, korkma! Ben kral değilim. Ben kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum” demişti.
Sadece onun mübarek simasını görmekle, “Şu simada yalan yok, şu yüzde hiIe olamaz!” diyen mü’minleri vardı.
Hz. Aişe’nin dediği gibi “Hulukuhü’I-Kur’an”, onun ahlakı Kur’ân ahlakı idi.
“Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir” derdi.
Sahabe-i Güzin o konuşmaya başladığında, başlarında bir kuş varmış ta, küçük bir harekette uçacakmış gibi, tek kelimesini kaçırmamak için boyunlarını uzatarak dinlerlerdi. Ancak o sükût buyurduğu zaman konuşurlar, onun yanında sözü çekiştirmezlerdi.
En iyi bildikleri soruyu bile kendilerine sorsa, akıldânelik yapmaz, “Allahu ve resulühü a’lem” “Allah ve resulü daha iyi bilir” derlerdi.
Sadece ashabı değil, bütün ümmeti onu hep tek önderi bildi, hayatının tek rehberi bildi.
Şair Nâbî bir gün devlet ricaliyle beraber hacca gitmişti.
Medine’ye yaklaştıklarında son konaklama yerinde ayağını Medine istikamete doğru uzatarak uyuyakalan bir paşayı gören Nâbî, bu dikkatsizlikten ve özensizlikten müteessir oldu ve onu ikaz etmek maksadıyla oracıkta ilhamen kalbine doğan şu naatı okudu:
Sakın terk-i edebden, kûy-u mahbûb-u Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu
..
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır, busegâh-ı enbiyâdır bu
(Burası, Cenab-ı Hakk’ın nazar ettiği, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü, Hz. Mustafa’nın makamıdır. Buraya edebe dikkat etmek şartıyla gir.)
Naatı işiterek toparlanan Paşa mahcup oldu ve Nâbî’den bu şiiri başkasına okumamasını rica etti.
Kafile sabah namazı vaktinde Medine’ye vardığında minarelerden bu naatın okunduğunu işittiler. Namazdan sonra müezzini bularak hadiseyi anlamak istediler.
Müezzin baştan bir şey söylemek istemese de muhataplarını tanıdıktan sonra: “Bu gece rüyamda (sav) Efendimizi gördüm. ‘Ümmetimden Nâbî isimli bir şair, beni ziyarete geliyor’ diyerek bu naat-ı şerifi okumamızı emir buyurdular.” deyince bu iltifat-ı Nebeviyeyi işiten Nâbî sevincinden düşüp bayıldı.
Öyledir!
Âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, âlemlere rahmet Efendimizin iltifatına mazhar olmak, bir faninin mazhar olabileceği en büyük devlettir.
O bize bir kez nazar-ı muhabbetle baksa, bir kez bize “Ümmetim!” dese, bizden hoşnud olsa, bu iltifat bize dünyada da yeter, âhirette de yeter.
Ya Rab!
Âlemlere Rahmet (sav) Efendimiz şöyle demişti:
“Ben ayrılıp yürüdüğümde, size istiğfarı bıraktım. Ben, size karşı bir emanım. Ben ümmetimin yarısının cennete girmesiyle şefaat arasında muhayyer bırakıldım. Ama ben şefaati tercih ettim. Çünki o daha geniştir.
Şefaatimi yalnız takva sahipleri için sanmayın. O aynı zamanda günahkârân-ı ümmetim içindir.”
Namütenahi şükürler olsun ki Allah bizi böyle bir peygambere ümmet kıldı. Bugün insanlık âlemi onun mesajına ne kadar muhtaç!
Suriye’de, Irak’ta, Filistin ve Gazze’de, Arakan’da, keza Doğu Türkistan ve Keşmir’de, Libya’da ve maalesef Yemen’de sıkıntı içinde olan kardeşlerimiz ve bizler, hepimiz, onun bize getirdiği nur ekseninde birlik ve beraberliğe, kardeşlik ruhuna ne kadar muhtacız!
Cenab-ı Hakk’dan niyaz ediyoruz ki, bizleri tek bir ümmet, tek bir millet olarak tanımlayan âlemlere rahmet Efendimiz hürmetine, yine onun şerefine bizlere birlik ve dirlik versin.
Bizleri sahabe-i kirama küçük birer kardeş eylesin. Bizlere tekrar asr-ı saadete benzer kutlu bir asır ihsan etsin ve onun şefaatine mazhar eylesin. Âmin.
Alıntıdır
Bir yanıt yazın