“Alim kişi, yaşadığı asrı tanıyandır” ifadesine tam mazhar olan Bediüzzaman Hazretleri (ra), bu asrın, insanların akıllarını karıştıran, ruhlarını ifsat eden ve insanı inkar akımları karşısında bir başına ve çaresiz bırakan taarruz ve saldırılarına karşı iman hakikatlerinin feyizli dersleri vasıtasıyla, bir cemaatin şahs-ı manevisine intisap ederek, feraiz-i ilahiyeye imtisal ve nevahisinden ictinab ederek necat bulunacağını ifade etmesi de şayan-ı dikkattir.
İmam-ı Azam (ra) Hazretleri, “Âlim kişi, yaşadığı asrı tanıyandır” buyurmuş. Yaşadığı asrı tanımak, asrı tüm teferruatı ile bilmek ve ona göre bir konum almak anlamına gelir. Bu analizin içinde özellikle insan ve insanı tesir altına alıp onu gerek kişiliği gerekse davranışları açısından başka birisi haline dönüştüren tüm amillerin bilinmesi vardır. Bir kanaat ya da gözlem seviyesinde ifadesini bulsa da; batı dünyasının doğu dünyasına egemenlik kurması, sosyal bilimlerde kat ettikleri mesafe ile mümkün olmuştur. Yani özellikle sosyoloji, psikoloji, davranış bilimleri ve kitle psikolojisi gibi bilim dallarında gerçekleştirdikleri gelişme, onları insanı daha iyi tanıyan bir mevkie taşımıştır. İnsanı daha iyi tanıyan bir kurumsal yapının (devlet anlamında) insanı istediği hüviyete büründürmesi ve onun ruhsal ayarları ile istediği gibi oynaması avantajını doğurmuştur. Batı dünyası, insanı tanıma becerisini bir avantaj olarak kullanarak insanı daha mutlu kılmak yerine, bunu dezavantaja dönüştürerek mutsuz insanların, mutsuz kitlelerin ve nihayetinde mutsuz ülkelerin vücut bulmasına neden olan bir neticeyi istihsal etmiştir. Zira batı dünyası ruhu, felsefesi ve inancı açısından ifsat olmuş, kokuşmuş ve çürümüş bir muhtevaya sahiptir. Siz insanı ne kadar iyi tanırsanız tanıyın, niyetiniz kötü, iradeniz bencil ve aklınız bozuk ise, o insanı güzelleştirmek adına hiçbir şey yapamaz ve yapmazsınız. Bediüzzaman Hazretlerinin batı dünyasını çözümlerken yaptığı teşhisler, onun, yaşadığı asrı gerçekten çok iyi tanıdığını ortaya koymaktadır. Ona göre; “Medeniyet-i hazıra beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı, kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âharı yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.” (Sünuhat) Özetleyecek olursak, Bediüzzaman Hazretleri, batı medeniyetinin özellikleri ve o özelliklerin çıktıları sayılabilecek hususları şöyle tasnif etmektedir. Batı medeniyetinin, 1- Dayanak noktası, kuvvettir. O ise başkasının hakkına tecavüzü netice verir. Güçlü olan haklıdır diye inanır. Haklı olanın güçlü olması gerektiğine inanmaz. Bu durumda hakkı değil gücü alkışlar ve ona perestiş eder. Zalimlerin ortaya çıkmasına mahal verir. 2- Asıl amacı, menfaattir. Kişileri kendi menfaatlerini düşünen birer bencil canavara dönüştürür. Bir nimet ya da iyilik için birçok ahlaksız savaşa neden olur. Menfaatperest ve çıkarcı tiplerin doğmasına neden olur. 3- Hayat düsturu, cidaldir. Bu durum ise çatışma nedenidir. Batı medeniyeti, hayatı bir yardımlaşma bir dayanışma ve işbirliği olarak görmez. Ona göre hayat, büyük balığın küçük balığı yediği bir savaş alanıdır. Bilmez ki denizler onca büyük balığa rağmen küçük, hatta küçücük balıklarla doludur. Canavar ruhlu, merhametsiz egoistlerin meydana çıkmasına sebep olur. 4- Kitleler arasındaki bağ olarak başkasını yutmak suretiyle beslenen ırkçılık ve menfi milliyetçiliği kabul eder. Bunun neticesi olarak, kendi içinde bulunan başka etnik kökendeki milletleri asimile eden “ulus devlet” yapısı ortaya çıkmaktadır. Oysaki bizi birçok farklı etnik kökende olmamıza rağmen güçlü bir şekilde birbirimize bağlayan din, iman ve vatan gibi bağlar vardır. Batı medeniyeti aslında rüçhaniyet yani üstünlük konusunun bir unsuriyet konusu olduğu algısı ile hareket ederek şeytanın tavrına çok benzeyen bir tutum sergilemektedir. Zira Allah Teala Hazretleri, meleklere Adem’e (as) secde edin buyurduğunda, şeytan bu emre uymadı ve Rabbimiz şeytana “seni Adem’e secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sorduğunda, şeytan “Beni ateşten onu ise topraktan yarattın; ben ondan daha hayırlıyım” demiştir. (A’raf suresi, 12) Şeytan, üstünlük denen şeyin yaratılış malzemesi ile ilgili olduğuna hükmederek ateş ve toprak mukayesesi yapmıştır. Bugün de ırkçılık denen mefhumun mental olarak bundan hiçbir farkı yoktur. 5- Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. Batı medeniyetinin insana sunduğu en hâkim algı, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ve zevk almaktır. Hatta bundan dolayı “entertainment” diye bir sektör bile oluşturulmuştur. Bunun anlamı, eğlence, parti, hoşça vakit geçirmek gibi bir anlamdır. Dünyaya gelmenin beraberinde getirdiği o ulvi ve ilahi sorumluluk ve tabi tutulduğumuz imtihan sürecini unutturmak, batı medeniyetinin en zehirli gayesi olmuştur. Bu bakış açısı, insanın kendisini sadece bir beden olarak düşünmesine ve zevk odaklı bir yaşam sürmesine neden olmuştur. Bu cihetten insan, hedonizm denilen zevkçi ve hazcı bir nazar ile insaniyetten sukut etmiş ve nefsinin ve hevasının peşinden giderek manevi yönünü yani anlam ve hikmet dolu ebedi yanını yitirmiştir. Batı medeniyetinin üzerinde teessüs ettiği bu beş menfi esasın en tahrip edici yanı ise, ebed için yaratılmış olan hayal, arzu ve duaları ancak daimi, berkarar ve zevalsiz muhteşem bir diyar ile yani cennet ile tatmin olup karşılık bulabilecek olan insana, ahireti, ebediyeti ve cenneti unutturmasıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin bu asrı doğru okuması ve anlamasının en mühim tespitlerinden bir tanesi de aşağıdaki gibidir. “Eski zamanda küfr-i mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-i inadiden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-i meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mutemerrid inatçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile dehşetli dalâletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lazımdır ki, onların tecâvüzatını durdursun ve bir kısmını imâna getirsin.” (Şualar) Bu satırlar ile Üstad Hazretleri, küfrün hangi şiddet ve yapı ile karşımıza çıktığının tespitini yapmaktadır. Küfür, inkar ve şirk cereyanlarının bilimsel bir kisveye büründüğünü ve kurumsal bir yapı kazanarak neredeyse devlet seviyesinde temsil edildiğini ve bu küfrî cereyanlara karşı, atom bombası gibi tesirli ve küfrün her çeşit ve şubesini yerle bir ederek onu zir ü zeber eden kudsi bir hakikate ihtiyaç olduğunu ifade etmiştir. O kudsi hakikatin hususiyetlerini zikreden Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an-ı Azimüşşandan mülhem hakikatlerin adresini de göstermiştir. Geçen zaman da, onun ne kadar haklı olduğuna şahit olmuş ve binlerce misal ile bunu taçlandırmıştır. Görüldüğü üzere, Bediüzzaman Hazretleri yaşadığı asrı hakikaten müdakkik nazarı ve isabetli mülahazaları ile çok iyi tanımakta ve tanımlamaktadır. Bu asrın en mühim hakikatlerinden olan belki en ziyade bu asırda anlam bulmuş bir başka tespit ise, Üstad Hazretleri tarafından şöyle dile getirilmektedir. “Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlûb düşebilir.” (Emirdağ Lahikası) “… Şahıs ne kadar dâhi ve hatta yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevisini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı manevisine karşı mağlûptur.” (Mektubat) Bu asrın, bir cemaat asrı olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, dehaya sahip olsa bile tek bir kişinin hiçbir şey ifade edemeyeceğine vurgu yapar. İnançlar, ideolojiler ve fikri cereyanlar ancak ciddi bir topluluk yani örgütlenmiş bir cemaat ile içtimai hayatta tesir ve yankı uyandırabilir. Bu münasebetle, kolektif ruh ve kolektif düşüncenin yaşadığımız asırdaki yaptırım gücüne nazarlarımızı çeken Üstad Hazretleri, birlik, beraberlik ve cemaat olmanın ehemmiyetini de nazarlarımıza takdim eder. Yazımızın başında ifade ettiğimiz ve İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) Hazretlerine ait olduğunu dile getirdiğimiz “Alim kişi, yaşadığı asrı tanıyandır” ifadesine tam mazhar olan Bediüzzaman Hazretleri (ra), bu asrın, insanların akıllarını karıştıran, ruhlarını ifsat eden ve insanı inkar akımları karşısında bir başına ve çaresiz bırakan taarruz ve saldırılarına karşı iman hakikatlerinin feyizli dersleri vasıtasıyla, bir cemaatin şahs-ı manevisine intisap ederek, feraiz-i ilahiyeye imtisal ve nevahisinden ictinab ederek necat bulunacağını ifade etmesi de şayan-ı dikkattir.
Alıntıdır
Bir yanıt yazın