Demek akıl ve fikrin tam nûrlanması ve istikameti yakalaması manevî kalp ile olmaktadır. Yoksa beynimizin kıvrımları ve nöronları arasından ilim ve basîret ortaya çıkmaz. Kalp, vahye ve ilhama mazhar olduğundan, insanlık içinde gerçek münevverler ve insanlığın nurlu önderleri, başta peygamberler ve onların arkasından giden asfiyâ ve evliyâ olmuştur.
İnsanlık tarihi boyunca her toplumda bir kısım insanlar kendilerine münevver, yani aydın ismini vererek hem kendilerini hem de toplumu aydınlattıkları iddiasında bulunmuşlardır. Hâlbuki bazı aydınların(!) kendilerini ve toplumu karanlık derelerde perişan ettiklerini ve hem dünya, hem de ahiret saadetlerini mahvettiklerini görmekteyiz.
Bediüzzaman Hazretleri Lemaat’ta, aklın nûru kalpten gelir diyerek, kalpteki ziya olmadan münevverin fikir nûru olamayacağını şöyle ifade etmektedir:
“O nûr ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir. Zulüm ve cehil fışkırır. Nûrun libasını giymiş bir zulmet-i münevver.
Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa o şahm-pâre göz olmaz. Sen de bir şey göremez. Basîretsiz basar da para etmez.
Eğer fikret-i beyzada suveyda-i kalb olmazsa halîta-i dimağı ilim ve basîret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.”
Burada anlatılan hakîkati, Bediüzzaman Hazretleri başta kendine hitab eden, farklı ve alışılmamış bir üslub ile yazmıştır. Harika bir misal ile de bu hakîkati izah etmiştir. Şöyle ki:
İnsan gözünde yapısı itibariyle beyaz bir bölüm vardır ki, burası gündüzü andıran beyazlığı ile birlikte görme fonksiyonu açısından karanlıktır, yani göremez. Bu beyazlığın içinde de bir sevad yani siyahlık vardır ki, geceyi andıran bu kısım nûrludur, yani görme buradan gerçekleşir. Göz, eğer beyaz bölümü içindeki gözbebeği denilen siyah kısım olmazsa, gören bir göz olmaz. Aynen bunun gibi insanın aklı ve fikri gözdeki beyaz kısım gibi, bir nûru var. Fakat bu nûr kainat dolusu bir karanlık içinde, zayıf ışığı olan bir el feneri hükmündedir. Onunla yolunu aydınlatmaya benzer. Ruhun bir cihazı olan manevi kalbimiz ise gözbebeği gibi iş görerek basîret ziyasını yaymaktadır.
Demek akıl ve fikrin tam nûrlanması ve istikameti yakalaması manevî kalp ile olmaktadır. Yoksa beynimizin kıvrımları ve nöronları arasından ilim ve basîret ortaya çıkmaz. Kalp, vahye ve ilhama mazhar olduğundan, insanlık içinde gerçek münevverler ve insanlığın nurlu önderleri, başta peygamberler ve onların arkasından giden asfiyâ ve evliyâ olmuştur. Çünkü bu münevverler akıl ve kalbi mezc ederek hakîkî ilim ve basîreti ortaya koymuşlar. Sadece akıl ile giden aydınlar (!) ise felsefe yolu ile karanlık ve cehalet üretmişler.
Kalpsiz, sadece akıl ile karanlığı aydınlatmaya çalışanlar, hakîkatin yolunu şaşırmışlar; kuvve-i akliye dalında âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun ve tabiuyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmişler. Akıl feneri ile dehriyyun felsefecileri zamana ezeliyet vererek her şeyin zaman içinde devr-i daim ederek devam ettiğini iddia etmişler; maddiyyunlar maddeye ezeliyet vererek Yaratıcı’yı inkara kalkmışlar; tabiuyyunlar ise tabiatı bir san’atkar kabul ederek ulûhiyyeti inkar yoluna gitmişler ve kendilerini hadsiz bir karanlığa atmışlar. Tam bir cehalet üretmişler. Yine kelâm ilminin büyük alimlerinden olan Mu’tezile imamları felsefenin ziynetine aldanıp aklı hakim kıldıkları için bir çok noktada dalâlete düşmüşler.
Günümüzde de bir kısım insanlar kendilerine aydın (!) kimliğini takarak, ortaya çıkıp öyle karanlıklar üretmektedirler ki; “Bu kadar cehalet ancak okumakla elde edilir.” dedirtiyorlar. Çünkü onların yazdıklarını okuyanlar da onlarla beraber karanlığa atlıyorlar.
Bir yanıt yazın