Bil ki, hiç kuşkusuz Allah’ın rahmeti, varlıkta ve hükümde her şeyi içine aldı. Ve hiç
kuşkusuz gazabın varlığı da, Allah’ın gazaba olan rahmetindendir. Ve gerçekte,
O’nun rahmeti gazabını geçmiştir; yani, rahmetin O’na nisbeti, gazabın O’na
nisbetinden önde gelir. Her ayn’ın Allah’tan talep ettiği bir varlığı olduğundandır ki,
Allah’ın rahmeti her şeyi kuşattı. Çünkü O’nu Rahman kılan rahmet, ayn’ın varlık
talebini kabul eder ve böylece onu vareder. İşte, bundan dolayıdır ki, O’nun
rahmetinin varlıkta ve hükümde her şeyi içine aldığını söylüyoruz. Ve İlahi İsimler
de (ilahi rahmetin içine aldığı) şeylerdendir — çünkü İlahi İsimler de (Rahman
isminin hakikatı olan) Bir-olan-ayn’a [ayn-ı vahid] dönücüdür.
İmdi, Allah’ın rahmetinin içine aldığı ilk şey, rahmet yoluyla rahmeti vareden ayn’ın
(yani, bir-olan-ayn’ın) şey-olmaklığıdır [şey’iyyet]. Dolayısıyla, rahmetin içine aldığı
ilk şey, öncelikle rahmetin kendisi ve sonra, yukarıda işaret edilen şey-olmaklıktır
(yani, bir-olan-ayn’ın şey-olmaklığıdır). Ve rahmet daha sonra, gerek dünyada ve
gerekse ahirette sonsuza dek varlık bulan –ister araz, isterse yalın veya bileşik cevher
olsun– her var-olanın şey-olmaklığını içine alır. Ve bu, (yani, rahmetin içine
almaklığı, şeyler bakımından) herhangi bir garaz ve hoşa gidicilik gözönüne
alınmaksızın olur — ilahi rahmet, varlıkta, hoşa gidici olsun veya olmasın her şeyi
içine alıcıdır.
Fütühat-ı Mekkiye’de belirttiğimiz gibi, var-olan değil, ancak var-olmayan [ma’dum]
etkilenime uğrar. Var-olan, etkilenime uğruyor gibi gözükse de bu ancak varolmayan’ın
(kendisine varlık verilmesi yönündeki) hükmü yoluyladır. Bu garip bir
ilimdir ve bu mesele üzerinde pek az durulmuştur. Ve sadece vehim sahibi olanlar,
deneyimleme [zevk] yoluyla bunu bilirler; ama vehmin kendilerine etkide
bulunmadığı kimseler bu (var-olmayan’ın var-olan üzerinde nasıl etkide
bulunduğuna ilişkin) meseleyi (hakikaten ve zevkan) bilemezler.
Allah’ın rahmeti oluşlarda [ekvan] yayılmıştır
Zatlarda (yani, var-olmayan nisbetlerin şey-olmaklıklarında)
Ve (bu nisbetlerin sureti olan, değişmez) aynlarda akışını sürdürür
Ve bu taşaduran rahmetin mertebesini müşahede etmek
Bu rahmetin mertebesini düşünce yoluyla bilmekten yücedir.
İmdi, rahmetin andığı [zikr] herbir şey hiç kuşkusuz said’dir — ve varlıkta rahmetin
anmadığı hiç kimse yoktur. Ve rahmetin şeyleri anması, onları varetmesinin ta
kendisidir. Ey dostum, belaya uğrayanlarda gözlemlediğin şey veya şakilerden eksik
olmayacak ahiret elemlerine ilişkin inancın, burada söylüyor olduğumuz şeyi
anlamaktan seni alıkoymasın. Bil ki, rahmet her şey için, ancak varetme yönünden
geneldir — böylelikle, elemlere yönelik rahmetle, elemleri varetti.
Sonra, bil ki, rahmet iki yönden etkide bulunur. İlki, bizzat etkide bulunmasıdır — ki
bu, rahmetin, özel bir garazın varlığına veya yokluğuna veya hoşa gidici olmamasına
bakmaksızın, varlığı kabul eden her var-olanın ayn’ına, ayn’ının değişmezliğinde
bakarak varetmesidir. Bundandır ki, “itikatlarda (farklı suretlerde) yaratılan Hakk”ı
değişmez aynlardan bir değişmez ayn olarak görür. İmdi, rahmetin kendine rahmet
etmesi, (değişmez aynları) var etmekliğiyledir. Ve bundan dolayıdır ki, rahmetin
kendine rahmetinden sonra, “itikatlarda yaratılan Hakk”ın rahmet olunan ilk şey
olduğunu söylüyoruz.
Rahmetin diğer etkisi ise, dileyişte bulunma yönündendir. İmdi, örtülü olanlar,
itikatlarında olan Hak’tan, kendilerine rahmet etmesini isterler. Keşf ehli olanlar ise
(mutlak ilah olan) Allah’ın rahmetinin kendileriyle kaim olmasını isterler. Ve “Allah”
ismiyle dileyişte bulunarak, “Ey Allah, bize rahmet et!” derler. Ve (Allah da) ancak,
rahmetin onlarla kaim olmaklığıyla onlara rahmet eder. Şu halde, (herhangi bir sıfat
ile kaim olan bir mahal o sıfatın hükmünde olduğundan) onlar için hüküm (yani,
rahmet hükmü) vardır. Çünkü hüküm, hakikatte ancak, bir mahalde kaim olan mana
için sözkonusudur. İmdi mana, hakikatte rahmet edicidir [râhim]. Böyle olunca,
Allahu Teala inayet olunmuş kullarına (rahmetin onlar ile kıyamı suretiyle) ancak
rahmetle rahmet edicidir. Rahmet kendileriyle kaim olduğunda, rahmetin hükmünü
deneyimleyerek [zevkan] bulurlar. O halde, rahmetin (kendisine mahal edinmekle)
andığı kimse hiç kuşkusuz rahmet olunmuştur.
Ve eyleyici isim [ism-i fail] “rahîm” ve “râhim”dir (ve böyle ise de, bunda hakim
olan rahmettir). Ve hüküm, manaların kendi zatları için gereken bir şey olduğundan,
yaratılmışlıkla nitelenemez. İmdi (hüküm bir halden ibarettir ve) haller var da
değildir, yok da değildir. Yani, hallerin varlıkta aynları var değildir; çünkü onlar
sadece nisbetlerdir. Ve haller hüküm bakımından, yok da değillerdir. Çünkü ilmin
kendisiyle kaim olduğu bir kimseye “alim” adı verilir, ki bu (alim olmaklık) bir
haldir. Dolayısıyla alim, ilim ile sıfatlanmış olan bir kimsedir. Alim, (ilim ile
sıfatlanmış) o kimsenin ta kendisi [ayn] değildir, ilmin de ta kendisi [ayn] değildir.
Ve gerçekte, ilimden ve ilmin kendisiyle kaim olduğu kimseden başkası yoktur. Alim
olmak, bu mana ile (yani, alim-olmaklık manası ile) nitelenmesi sebebiyle bu
kimsenin halidir. Böyle olunca, ilmin o kimseye nisbeti sonradan oldu ve ona
böylelikle “alim” dendi. Ve gerçekte rahmet, rahmet-eden [râhim] tarafından bir
nisbettir ve bu rahmet nisbeti (rahmet sahibi üzerinde) hükmü gerektirir ve bu
(hükmü gerektiren nisbet), rahmettir. Ve rahmet-olunan’da rahmeti vareden, o
rahmet-olunan’a rahmet etmeksizin, rahmeti varetmiş değildir. Ve ancak, rahmetin
kendisiyle kaim olduğu kimseye, bu rahmetle rahmet edici olmak için, rahmeti
varetti.
Ve Hak Sübhanehu Teala Hazretleri, sonradan olma şeyler için mahal değildir.
Dolayısıyla, kendisinde rahmetin varedilmesi için de mahal değildir. O rahmet
edicidir ve rahmet edici olan, rahmetin kendisiyle kaim olmasından dolayı rahmet
edicidir. Böylece apaçık ortadadır ki, O, rahmetin ta kendisidir. Bu işi
deneyimlemeyen [zevk] ve buna erişememiş olan kimse, “Hak rahmetin ta kendisidir
veya sıfatın ta kendisidir” demeye cesaret edemeyip, “Hak sıfatın ta kendisi de
değildir, ondan başka da değildir” dedi. Böyle olunca, “Sıfatlar ne Hakk’ın
huviyetidir, ne de Hak’tan başkadır” demiş oldu. Hakk’ın sıfatlarını değillemeye
[nefy] güç yetiremediği gibi, sıfatları O’nun ta kendisi kılmaya da güç yetiremedi ve
yukarıdaki ifadeye yöneldi. Gerçi bu da güzel bir ifadedir, ama şu ifade işin aslına
uygun düşer ve karışıklığı da ortadan kaldırır: Sıfatlar, nitelenen Hakk’ın zatıyla
kaim olup, aynlarında bir varlıkları yoktur; ve sıfatlar, kendileri ve niteledikleri (Zat)
arasında ve birbirlerinin akılla-kavranabilir olan aynları arasında birer nisbet ve
göreceliktirler.
Rahmet, cem edici [cami] olmakla birlikte, herbir İlahi İsme nisbetle çeşitlidir.
Bundandır ki, Hak Sübhanehu’nun rahmet etmesi herbir İlahi İsim ile dilenir.
Böylece Allah ona (yani, dileyişte bulunan kimseye) rahmet eder ve bu, “Rahmetim
her şeyi kaplamıştır” [A’raf Suresi, 7/156] ayetinde işaret edilen rahmettir. Sonra, bu
rahmetin, İlahi İsimler’in sayısınca birçok kolları vardır. O halde, bir kimse, “Ey
Rabbim, Bana rahmet et!” dediğinde, rahmet, bir İlahi İsme (yani, “Rabb” ismine)
nisbetle genel değildir. Bu durum, diğer İlahi İsimler için de geçerlidir. Böylece,
hatta, Müntakim ismi ile (intikam peşinde olan kişi) “Ya Müntakim, bana rahmet et!”
der. Bunun böyle olması, İlahi İsimler’in adlandırılan Zat’a işaret ederken, (kendi
tikel) hakikatlerinde, birbirinden farklı anlamlara işaret etmesindendir. İmdi, bu İlahi
İsimlerle dua ederek rahmet dileyen kişi, sözkonusu İsimler’in, kendisiyle diğer
İsimler’den farklı ve ayrışık olana işaret ediyor olması dolayısıyla değil, adlandırılan
Zat’a işaret etmesi dolayısıyla bu İsimlerle dua eder. Çünkü o İsim, dua eden kimse
indinde, Zat’a işaret ediyor olduğundan, diğer İsimler’den ayrışık değildir ve ancak
kendi zatından dolayı kendi nefsiyle diğerlerinden ayrışıktır. Çünkü belli bir
sözcükle kendisine işaret edilen anlam, kendi zatıyla, kendisinden başka olandan
ayrışık bir hakikattır — her ne kadar İsimler’in hepsi Bir-olan-ayn’a [ayn-ı vahid]
işaret etmek için konuldu [vaz’] ise de, bu böyledir. Hiç kuşkusuz, herbir İsmin,
ancak kendisine özgü olan bir hükmü olduğu gibi, bu İsimler aynı zamanda da
adlandırılan Zat’a delalet ederler. Bundan dolayı, Ebu’l Kasım bin Kıssî demiştir ki,
hiç kuşkusuz herbir İlahi İsim, tek tek bütün İlahi İsimler’in hepsini adlandırır. Bir
İsmi, anarak öne çıkardığın zaman, o İsmi, bütün İsimler’le nitelemiş olursun — bu,
bütün İsimler’in Bir-olan-ayn’a işaret etmesinden dolayıdır. Her ne kadar çok olsalar
ve her ne kadar hakikatları çeşitli olsa da, bu böyledir.
Sonra hiç kuşkusuz rahmete iki yoldan erişilir: Bunlardan biri zorunluluk [vücub]
yoluyladır — ki, buna Allahu Teala’nın, “Ben rahmeti takva sahipleri ve zekat
verenler için farz kıldım” [A’raf Suresi, 7/156] sözünde işaret edilmiş olup, Hak
tarafından kullar için ilme ve amele ilişkin sıfatlarla kayıtlanmıştır. Ve ikinci yol, ilahi
bağış [imtinan] yoludur ki, burada, erişen rahmet hiçbir amelin karşılığı değildir.
Buna da Hak Teala’nın, “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” [A’raf Suresi, 7/156]
sözünde işaret edilmiştir. Ve (Resulallah hakkındaki) “Ta ki, Allah senin geçmiş ve
gelecek günahlarını bağışlasın” [Fetih Suresi, 48/2] sözü de, tıpkı, “Ne dilersen yap,
kuşkusuz Ben senin günahlarını bağışladım” sözü gibi bağışsal rahmete [rahmet-i
imtinan] işaret eder. Öyleyse, bunu bil!
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın