Resûl-i Ekrem (asm), tarihin kaydettiği şöhret sahibi insanların en meşhurudur. O’nun şöhreti, kendisinden başka hiç kimseye nasip olmayacak bir şöhrettir. Şimdi, bu erişilmez şöhretin niçin ve nasıl olduğuna bir bakalım.
Evvela; tarihin kaydettiği meşhurların hiç birisinin tarihçe-i hayatı, onunki kadar geniş ve teferruatlı olarak bilinmiyor. Pek çoğunun hayatının şöhret öncesi kısmı, gizli kalmıştır.
Mesela Hazret-i Îsâ (as)’ın, dünyada kaldığı otuz üç yıllık ömrünün sadece son üç yılı biliniyor. Otuz yıllık hayatının macerası hakkında çok az şey biliniyor. Kezâ Hazret-i Mûsâ (as)’ın hayatı hakkındaki tüm bilgiler, vefatından üç yüz yıl sonra ele geçen Tevrat’taki bilgilerdir. Onlar da Hazret-i Mûsâ (as)’ın hayatının bir kısmı hakkında, çok kısıtlı malumat veriyor.
Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm)’ın hayatının, doğduğu günden vefatına kadarki bütün safahatı, an be an, sağlam senetlerle kaydedilmiştir. Gerek Müslüman gerekse gayr-i müslim tarihçiler, bu hususta müttefiktirler. Bu noktada Hazret-i Muhammed (asm)’a yetişecek ikinci bir şahsiyeti, tarih daha kaydedememiş ve kaydedemeyecektir.
İkinci olarak, tarihçe meşhur olan insanların şöhreti; çoğunlukla vefatlarından sonraki döneme rastlar. Çok az bir kısmı dünyada iken şöhret olmuştur. Sonraki dönemlerde tanınıp kendi devirlerinde kâle alınmayan nice meşhurlar vardır.
Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm), daha dünyaya gelmeden önce şöhreti şark ve garbı tutmuştu. Tevrat ve İncil’de, O’nun hakkında yüzlerce âyet vardı. Bu vadide o kadar çok hadise var ki yazmaya kalksak, ciltler dolusu kitabı dolduracak mahiyettedir. Yalnızca bir misal vererek geçeceğiz.
İbn-i İshak nakleder ki: Ebû Tâlib, Şam’a ticaret için gideceği sırada Resûl-i Ekrem (asm) ona çok tutkunluk göstermiş. Ebû Tâlib de dayanamayarak, “Vallahi O’nu da beraberimde Şam’a götüreceğim. Ne ben ondan ayrılabilirim, ne de o benden ayrılabilir.” demiş. Kafile, seyahatin ilk durağı olan Busra şehrinde mola vermişti. Bu sırada Busra’da, Bahira isminde bir rahip vardı. Kendisi, râhip olarak görevlendirildiğinden beri manastırdan ayrılmamış, Hıristiyanlık hakkında pek çok bilgiye sahip bir kişi idi. Kureyş kervanı daha önce de Busra’ dan geçtiği halde, Rahip Bahira onların karşısına çıkmamış, onlarla konuşmamıştı.
Ama Resûlullah’ı beraberlerine aldıkları o yılda, Rahip Bahira, kervan manastırın yakınında konakladığında onları karşılamış ve onlara büyük bir ziyafet hazırlamıştı. Büyük, küçük, hür, köle; herkesin gelmesini özellikle istemişti. Misafirler sofranın başında toplandıklarında, Efendimiz (asm)’ ı göremeyen Bahira, geride kalan kimse olup olmadığını sorar. Onlar da, geride kervanı gözetmek için bir çocuğun kaldığını söylerler. Bahira O’nun da gelmesini ister. O geldikten sonra, büyük bir ilgiyle O’nu takip eder.
Misafirler dağıldıktan sonra Bahira, Peygamberimiz (asm)’a, Lat ve Uzza adına yemin ettirmek istemiş, fakat Resûlullah (asm), onlardan nefret ettiğini söylemiş. Daha sonra “Allah adına” deyince, sorduğu sorulara cevap vermişti. Rahip Bahira, en son sırtına bakmış. İki omuzu arasındaki peygamberlik mührünü de gördükten sonra, Ebu Talib’e:
“Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorar. O da: “Oğlumdur.” der. Bahira:
“Olamaz, bu senin oğlun değildir. O’nun babası, hayatta olmamalıdır.” deyince; Ebu Talib: “Kardeşimin oğludur.” der.
Bahira:
“İşte şimdi doğru söyledin. Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. Allah’a yemin olsun ki, Yahudiler onu görüp de benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, onu öldürürler. Doğrusu kardeşinin oğlu büyük bir adam olacaktır. Hemen onu al, memleketine çabucak götür.” diye tembihler. Bunun üzerine Ebu Talip, Mekke’ye geri döner.
İşte şu cüz’î hadise, bütün siyer kitaplarında nakledilen bir vakıadır. Resûlullah (asm), daha dünyaya gelmeden önce vasıfları hakkındaki pek çok şey, biliniyordu. Hatta Hazret-i Hatice’nin amcasının oğlu Varaka bin Nevfel, O’na: “Cebrâîl (as), ilk göründüğü sıralarda sen Allah’ın va’d ettiği son peygambersin. Keşke senin yurdundan kovulacağın zaman, hayatta olsam ve sana yardım edebilsem.” demişti. Resûlullah (asm): “Kavmim beni sürgün mü edecek?” deyince, Varaka: “Evet, sen kavmin tarafından sürgün edileceksin” demiştir. Çok geçmeden Varaka, vefat eder.
Bu iki hâdise, bu meyanda rivâyet edilen hâdiselerden sadece birkaçıdır. Buradan anlaşılacağı üzere O zât (asm), daha dünyaya gelmeden tanınıyordu. Bu vaziyete haiz başka bir şahsiyet gösterilebilir mi?
Üçüncü olarak; Fahr-i Kâinat (asm)’ ın şöhreti sadece insanlarla sınırlı kalmamış, sâir mevcudât da onun şöhretini tasdik etmiştir. İnsanların dışında; hayvanlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, ay ve güneş, hâsılı bütün mevcudat onu tanıyor ve biliyor. Hayvanların onunla konuşması, kurdun onun peygamberliğini haber vermesi, kuru kütüğün onun ayrılığına dayanamayıp inlemesi, ağaçların yeri yara yara yanına gelip O’nun peygamberliğini ilan etmesi, dağların taşların O’na selam vermesi, ayın bir işaretiyle ikiye ayrılması, güneşin, onun verdiği haberin yalan çıkmaması için bir saat geç doğması hâdiseleri gösteriyor ki, onun şöhreti yalnızca insanlar arasında yayılmamıştır. O’nu bütün âlem, bütün mükevvenât tanıyor.
Dördüncü olarak; Habîb-i Zîşân (asm)’ın şöhreti, geçmişle ve kendi zamanıyla sınırlı kalmamıştır. Kendisinden sonraki asırlara da intikal etmiştir. O her asırda yaratılmışların en meşhuru olma özelliğini korumuştur. Tarihin hiçbir devrinde şöhreti kaybolmamıştır. Her asırda, insanlığın en az beşte biri O’nu tanımış ve tanımaktadır. Tarihçe meşhur addedilen insanların çok az bir kısmı (peygamberler), bu özelliğe sahiptir.
Pek çoğunun şöhreti, sadece kendi meslek ve meşrebinden olan insanların arasında bilinmekte ve yayılmaktadır. Hâlbuki Resûlü’s-Sakaleyn (asm) (İnsanların ve cinlerin peygamberi) olan Sevgili Efendimiz’in nâmı, insanlığın bütün sınıflarını kuşatır. Hatta dünyanın bütün kıtalarına ulaşmış durumdadır. O’nun (asm) nûru, sadece insanlar arasında değil, cinler ve sair mahlûkat arasında da her devirde parlamış ve parlamaya devam ediyor.
Şimdi söyleyiniz! Beşeriyet tarihinde nâmı onun kadar bütün mahlûkata yayılmış kim var? Kim onun kadar tanınıyor? Kim onun kadar seviliyor? Vefatından sonra adı bir an bile dillerden düşmeyen, kalplerden çıkmayan başka bir şahsiyet gösterebilir misiniz?
Her vakit ümmetinden olan insanların salât-ü selamlarıyla bir an bile ismi dillerden düşmeyen O yüce şan sahibi Zât’a kim rakip olabilir? Acaba şimdi dünyaya yeniden teşrif edecek olsa, yine dağlar taşlar, O’nu selamlamaz mı? Mübarek parmaklarıyla işaret edecek olsa, ay yarılmaz mı? Ağaçlar yerlerinden koparak gelse, O’nu tanıyıp yine tasdik etmez mi? Elbette! Elbette! Elbette tanıyacak ve yine tasdik edecek ve hep bir ağızdan arz ve sema, cûş u hurûşa gelip: “Muhammedü’r-Resûlullah” diyecektir.
Yâ Rabb! Bizi dünyada, o Zât-ı Âl-i Kadr’in (asm) sünnetinden ayırma! Ukbâda da, o Zât-ı Zîşân’ın (asm) şefâatinden mahrum bırakma! Âmin!
Ya Resûlallah, seni anlatmaya kifâyet etmez kelimelerim.
Âcizim, seni methetmeye;
lâkin yine de durmaz kalemim.
Habîb-i kibriyâsın, sultân-ı cihansın,
bense kapında köleyim.
Âb-ı kevserinden bir damla lütfet,
feyzinden bülbül gibi öteyim.
Allah’a yemin olsun ki, Yahudiler onu görüp de benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, onu öldürürler.
Şimdi söyleyiniz! Beşeriyet tarihinde nâmı onun kadar bütün mahlûkata yayılmış kim var?
Bir yanıt yazın