Dinin iki türü vardır: İlki; Allah’ın indinde, Hakk’ın bildirdiği kimse (yani, nebiler)
indinde ve Hakk’ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kimse (yani, nebinin ümmetinden
olan) indinde olan dindir. İkincisi ise, halkın indinde olan dindir ki, Allah onu geçerli
kılmıştır.
Allah indinde olan din, O’nun seçtiği ve halkın dini üzerinde yüce kıldığı dindir.
Hak Teala şöyle buyurur: “İbrahim ve Yakub, oğullarına şöyle vasiyet ettiler: Allah
sizin için dini seçti, o halde ancak O’na teslim olmuş bir halde ölün” [Bakara Suresi,
2/132]. (Bu ayette sözü edilen) din, harf-i tarif’le birlikte kullanılmıştır, dolayısıyla bu,
bilinen ve belirli bir dindir. Ve Hak Teala şöyle buyurur: “Allah’ın indinde din
İslam’dır” [Âl-i İmran Suresi, 3/19] — yani, teslimiyettir. Dolayısıyla din, senin
teslimiyetinden ibarettir ve Allah indinde olan din, senin hükümlere teslimiyet
göstermekliğindir. İmdi “din” teslimiyet ve “nâmus” da Allahu Teala’nın koyduğu
hükümlerdir. Dolayısıyla, Allahu Teala’nın kendisi için ortaya koyduğu hükümlere
teslimiyet göstererek bunlarla nitelenen kimse, dini uygulayan ve onu –kıldığı
namazla– yerleşik kılandır, yani onu inşa edendir. Böylece kul, dini inşa eden ve Hak
da, şer’i hükümleri ortaya koyandır. O halde, teslimiyet senin fiillerinin ta kendisidir
ve din senin fiillerinden ortaya çıkar. Böyle olunca, sen ancak kendinden olanla
(yani, kendi fiillerinle) mutlu olursun. Ve nasıl ki senin mutluluğunu ortaya çıkaran
senin kendi fiillerinse, İlahi İsimleri de ortaya çıkaran ancak Allah’ın fiilleridir. Ve
sen Allah’ın fiillerisin ve bunlar sonradan olmadırlar. Allah, ortaya koyduklarıyla
“İlah” olarak adlandırılır ve sen de ortaya koyduklarınla “said” olarak
adlandırılırsın. Ve sen din’i yerleşik kılıp Allah’ın koyduğu hükümlere teslimiyet
gösterdiğinde, Allahu Teala, seni Kendi nefsi menzilesine indirir.
Bu konu hakkında faydalı olacak şeyleri, inşaallah, Allahu Teala’nın geçerli kabul
ettiği “halk indinde olan din”i açıkladıktan sonra ortaya koyacağım. İmdi, (Hak ve
halk indinde olan) her iki din de (fillerin yaratıcısının O olması bakımından)
Allah’ındır. Ve (din, teslimiyet olduğundan ve teslimiyet senin fiillerinle ortaya
çıktığından dolayı) ikisi de Allah’tan değil sendendir. Dinin Allah’tan olması, ancak
işin aslı itibarıyladır.
Allahu Tealabilinen ve belirli bir dindir. Ve Hak Teala şöyle buyurur: “Allah’ın indinde din
İslam’dır” [Âl-i İmran Suresi, 3/19] — yani, teslimiyettir. Dolayısıyla din, senin
teslimiyetinden ibarettir ve Allah indinde olan din, senin hükümlere teslimiyet
göstermekliğindir. İmdi “din” teslimiyet ve “nâmus” da Allahu Teala’nın koyduğu
hükümlerdir. Dolayısıyla, Allahu Teala’nın kendisi için ortaya koyduğu hükümlere
teslimiyet göstererek bunlarla nitelenen kimse, dini uygulayan ve onu –kıldığı
namazla– yerleşik kılandır, yani onu inşa edendir. Böylece kul, dini inşa eden ve Hak
da, şer’i hükümleri ortaya koyandır. O halde, teslimiyet senin fiillerinin ta kendisidir
ve din senin fiillerinden ortaya çıkar. Böyle olunca, sen ancak kendinden olanla
(yani, kendi fiillerinle) mutlu olursun. Ve nasıl ki senin mutluluğunu ortaya çıkaran
senin kendi fiillerinse, İlahi İsimleri de ortaya çıkaran ancak Allah’ın fiilleridir. Ve
sen Allah’ın fiillerisin ve bunlar sonradan olmadırlar. Allah, ortaya koyduklarıyla
“İlah” olarak adlandırılır ve sen de ortaya koyduklarınla “said” olarak
adlandırılırsın. Ve sen din’i yerleşik kılıp Allah’ın koyduğu hükümlere teslimiyet
gösterdiğinde, Allahu Teala, seni Kendi nefsi menzilesine indirir.
Bu konu hakkında faydalı olacak şeyleri, inşaallah, Allahu Teala’nın geçerli kabul
ettiği “halk indinde olan din”i açıkladıktan sonra ortaya koyacağım. İmdi, (Hak ve
halk indinde olan) her iki din de (fillerin yaratıcısının O olması bakımından)
Allah’ındır. Ve (din, teslimiyet olduğundan ve teslimiyet senin fiillerinle ortaya
çıktığından dolayı) ikisi de Allah’tan değil sendendir. Dinin Allah’tan olması, ancak
işin aslı itibarıyladır.
Allahu Teala şöyle buyurdu: “..onların başlattıkları ruhbaniyeti var kıldık..” Ve bu
hikmetli kanunlar herkesin bildiği resul tarafından ve bildik özel yoldan (yani, vahiy
yoluyla) Allah katından getirilmiş değildir. Ama, içerdiği hikmet ve zahirdeki
faydadan dolayı konulmuş şeriatın [vaz’-ı meşru] amacına uygun bir şekilde ilahi
hükümlere uyarlılık gösterdikleri için, Allahu Teala bu hikmetli kanunları “..onlar
üzerine farz kılmadığı halde..” tıpkı Kendi koyduğu hükümleri geçerli kıldığı gibi
geçerli kıldı. Ve Allahu Teala, Kendisiyle onların kalpleri arasında yardım ve rahmet
kapısını açarak, onların kalplerine –kendileri bunun farkında olmaksızın– koydukları
bu hükümleri yüceltmekliği yerleştirdi. Bu şekilde onlar ilahi öğretimle bilinen
nebevî yoldan başka bir yolla Allah’ın rızasını isterler. İmdi, bu kanunları kendileri
için bir hüküm olarak koyanlar ve kendileri için bu hükümler konmuş olanlar,
“..ancak Allah rızasını istediklerinden dolayı, onları hakkıyla yerine getirdiler..” ve
bu şekilde itikat ettiler — “..böylece, onlar arasından iman edenlere ödüllerini verdik;
ve onların bir çoğu sapmıştır” [Hadîd Suresi, 57/27] yani, bu hükümlere teslimiyetten
ve bunları yerine getirmekten uzaktırlar. Ve bu hükümlere teslimiyet
göstermeyenlere, bu hükümleri (onların kalplerine ilham ederek) koymuş olan
(Hak), kendilerini hoşnut edecek şeyleri onlara vermeyerek, teslimiyet göstermez
[münkad]. Ama, emr (yani, uluhiyet ve rububiyet, Hak tarafından) teslim olmaklığı
gerektirir. Ve bu, şu demeye gelir:
Yükümlü olan, ya uymak suretiyle teslimiyet gösterir [münkad] veya karşı gelir.
Kendi isteğiyle itaat edenin [muvafık-ı muti] durumu açık olduğundan, onun
hakkında söze gerek yoktur. Karşı çıkan kimseye gelince; bu kişi, kendisine egemen
olan karşı geliş nedeniyle Allah’tan, şu iki şeyden birini ister: bağışlanmak veya
cezalandırılmak. Ve, kendi nefsinde bunlardan birini hakettiği için bunlardan biri
olmak zorundadır. İmdi, kulun fiillerine ve bulunduğu haline göre, Hakk’ın
teslimiyet gösterdiği doğrulanmış [sahih] oldu. Böylece, etkiyici [müessir] olan,
kulun halidir.
Bu şekilde bakıldığında, din, verilen karşılık, yani hoş olan ve hoş olmayan bedel
olur. Hoş olan şeyle verilen bedel şudur: “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan
razıdırlar” [Mâide Suresi, 5/19]. İşte bu sevinç veren şeyle bir karşılıktır [ceza]. Sevinç
vermeyecek şeyle karşılık ise şudur: “Sizden zulmeden kimseye Biz büyük azabı
tattırırız” [Furkan Suresi, 25/19]. “Ve Biz, onların günahlarından geçeriz” [Ahkaf
Suresi, 46/16] de bir karşılıktır. Böylelikle, din’in bir karşılık olduğu ortaya çıkmış
oldu. Çünkü, din İslam’dır ve bu da teslimiyet demektir. Ve Hakk’ın kula teslimiyeti,
kulun halinin gerektirdiği karşılığı vermektir. Bu, o halde, dinin ne olduğunun zahirî
açıklamasıdır.
Bu söylenenlerin sırrına ve batınına gelince: din, Hakk’ın varlık aynasında bir
tecellidir. Böyle olunca, mümkün varlıklardaki Hakk’a ait olan şey, bu mümkün
varlıkların bulundukları hal içerisinde kendi zatlarının Hakk’a verdiği şeydir. Çünkü
mümkün varlıkların bulundukları her halde, birer sureti vardır. Bundan dolayı,
mümkün varlıkların hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, suretleri de
birbirinden farklıdır. Ve hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı da, Hakk’ın
tecellisi farklı farklıdır. Sonuçta Hakk’ın kuldaki etkisi [eser], kulun içinde
bulunduğu hal üzre ortaya çıkar. İmdi, kula hayrı veren kulun kendisinden başkası
değildir. Ve kendisine hayrın karşıtını veren de kendisinden başkası değildir — o,
kendi zatını nimetlendirir ve azaplandırır. Yerecekse sadece kendi nefsini yersin ve
övecekse sadece kendi nefsini övsün! O halde, Hakk’ın onlara ilişkin ilminde apaçık
delil [hüccetü’l-baliğa] vardır — çünkü ilim, malum’a tabidir.
Şimdi, meselenin biraz daha derinine inip, daha bir ötedeki şu sırrı ortaya koyalım:
mümkün varlıkların asılları yokluktur ve bu değişmez. Ve mümkün varlıkların
nefslerinde ve aynlarında, içinde bulundukları hallerin suretine bürünen Hakk’ın
varlığından başka bir varlık yoktur. İmdi sen haz ve acı duyanın kim olduğunu ve
hallerden herbir hali izleyenin ne olduğunu bildin — ve bundandır ki, bir hali
izleyen bir sonraki hal (yani, karşılık), (“takip” kökünden gelen) “ukubet” ve “ikab”
olarak adlandırılmıştır. İyi olsun, kötü olsun her durum için bu geçerlidir; ama
toplumsal uylaşım, bu sonucu, iyi olan şeyler için “sevap” ve kötü şeyler içinse
“ikab” olarak adlandırdı. İşte, bundandır ki, din “âdet” (yani, tekrarlama) olarak
adlandırıldı veya bu şekilde yorumlandı. Çünkü (mümkün varlığın veya kulun)
halinin gerektirdiği veya talep ettiği şey geri döner. Böyle olunca, din âdettir. Şair
şöyle der: “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dinindi,” yani, âdetindi.
Ve âdet denince anlaşılan, bir şeyin kendi özgün haline dönmesidir; ama bir şeyin
önceki haline, öncekinin aynısı olarak dönmesi olabilir bir şey değildir. Ve âdet
denince de, bir şeyin kendini tekrarlaması düşünülür.
Ama âdet, akılla-kavranabilir olan bir hakikattir ve birbirine benzeyen suretlerde
vardır. Biliriz ki, Zeyd insanlık itibarıyla Amr’ın aynısıdır. Ama burada insanlık
tekrarlanmış değildir; eğer öyle olsaydı, çoğalırdı. Ne var ki, insanlık tek bir hakikat
[hakikat-ı vahid] olduğundan çoğalmaz. Yine biliriz ki, Zeyd’in birey olmaklığı,
Amr’ın birey olmaklığının aynısı değildir. İmdi, her ikisi de birey olmakla birlikte,
birey olarak Zeyd, birey olarak Amr’ın aynısı değildir. Dolayısıyla biz, bu
benzerlikten dolayı his olarak insanlığın yinelendiğini, hüküm olarak da
yinelenmediğini söyleriz — dolayısıyla bir yönden tekrarlama [âdet] varken, bir
yönden de tekrarlama yoktur. Aynı şekilde, bir yönden bakıldığında karşılık [ceza]
vardır ve bir diğer yönden bakıldığında da karşılık yoktur — çünkü karşılık da
mümkün varlıktaki bu mümkün varlığın hallerinden bir haldir.
Bu meseleyi bilenler, bu meseleyi gereğince açıklığa kavuşturmadılar. Bu konuda
cahil olduklarından değil; bu mesele, yaratılanlar üzerinde egemen olan kader sırrına
ilişkin olduğundan, bu meseleyi açıklamaktan kaçındılar.
Bil ki, hekimlerin tabiata hizmet ettiği söylendiği gibi, resul ve vârislerinin de genel
olarak ilahi emre hizmet ettikleri söylenir. Halbuki onlar, işin aslına bakılırsa
mümkün varlıkların hallerine hizmet ederler. Ve yaptıkları hizmet, bu mümkün
varlıkların değişmez aynlarının içerisinde bulunduğu hale göredir. Bunun ne şaşılası
bir şey olduğuna bak!
Burada istenir olan hizmet edici, hizmet ettiği kişi için yazılmış olanı (yani, değişmez
ayn’ını) hal ve söz ile bilen hizmet edicidir. Çünkü hekim için, ancak tabiatın suyuna
gittiği ölçüde tabiata hizmet edici denebilir. Tabiat, hastanın bedeninde özel bir
mizaç oluşturmuştur ki, bu kimse bu nedenle “hasta” olarak adlandırılır. Ve eğer
hekim (bu durumda) yardım edecek olsaydı, sadece hastalığı artırmış olurdu.
Böylelikle, hastanın bedenini iyileştirmek için tabiatı hastalıktan alıkoyar. Ne var ki,
sağlık da, hastalığa neden olan mizaca karşı olan başka bir mizaç oluşturulmasıyla
elde edilebileceği için, sağlık da yine tabiattandır. İmdi, bu durumda, tabiata hizmet
edici değildir ve tabiata ancak hastanın bedenini iyileştirmeyerek hizmet edebilir. Ve
o hasta mizacı değiştirmesi de yine tabiat iledir. Tabiata genel yönden [vech-i amm]
değil, özel yönden [vech-i has] hizmet ederek, bu yönde çaba harcar. Çünkü böylesi
bir meselede, geneli kapsayacak bir yaklaşım yoktur. O halde hekim, tabiata hem
hizmet eder, hem de etmez.
Resullerin ve vârislerinin Hakk’a hizmetleri de bunun gibidir. Hak (ilahi emir ile)
yükümlü olanların hallerine iki yönden hükmeder. Kul üzerindeki emir, Hakk’ın
iradesinin gerektirdiği şekilde ortaya çıkar. Ve Hakk’ın iradesi de, Hakk’ın ilminin
gerektirdiği şeye ilişkilenir. Ve Hakk’ın ilmi de, bilinen’in (yani, ayn-ı sabitenin)
kendi zatından Hakk’a verdiği şeye ilişkilenir. Dolayısıyla kul, ancak kendi (ayn-ı
sabitesinin) suretiyle zahir olur.
Böyle olunca, resul ile vâris olan, Allah’ın iradesine değil, Allah’ın iradesiyle olan
ilahi emre hizmet eder. Resul ve vâris olan, yükümlü olan kişinin mutluluğunu
istediğinden dolayı, ona ilahi emir ile gelir. Eğer ilahi iradeyle gelseydi, öğüt
vermezdi. Halbuki resul ve vâris ancak ilahi irade ile öğüt verir. İmdi, resul ve vâris,
nefsler için uhrevî (yani, ahlakî ve manevî) hekimdir. Allah emrettiğinde, O’nun bu
emrine uyar. Allahu Teala’nın emrini gözetir ve O’nun iradesini gözetir ve Hakk’ın,
Kendi iradesine aykırı şeyle kendisine emrettiğini görür. Halbuki yalnızca Hakk’ın
irade ettiği şey olur. Ve böyle olduğundan (yani, Allah irade ettiğinden) dolayıdır ki,
emir ortaya çıktı. İmdi, emri diledi, ortaya çıktı; ve emrolunana emredip de, ortaya
çıkışını dilemediği şey de, emrolunandan ortaya çıkmadı. Bu durum, “karşı gelme”
ve “isyankarlık” olarak adlandırılır. Durum böyle olunca, resul tebliğ edicidir, başka
bir şey değil.
İşte bunun için Resul (sav), içerisindeki “..emrolunduğun gibi dosdoğru ol” [Hud
Suresi, 11/112] sözünden dolayı, “Hud suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı”
buyurdu. İmdi, onu “emrolunduğun gibi” sözü ihtiyarlattı. Çünkü, Allah’ın
iradesine uygun olan ve dolayısıyla gerçekleşebilecek bir şeyle mi, yoksa Allah’ın
iradesine aykırı olan ve dolayısıyla da gerçekleşmeyecek olan bir şeyle mi
emrolunduğunu bilmiyordu. Ve hiç kimse, Allah’ın iradesinin neye hükmettiğini
bilemez. Bunu ancak irade ettiği şeyin gerçekleşmesinden sonra bilir. Ama Allah’ın
basiret gözünü açtığı kimse bunun dışındadır. Bu kimse, mümkün varlıkların
aynlarını değişmez oldukları hal üzre idrak ederek, gördüğü şey doğrultusunda
hüküm verir. Ve bu durum, insanların bazılarında (yani, nebiler ve kâmil velilerde)
zaman zaman olur, ama her zaman olmaz. Nitekim, Hak Teala, “De ki: Benim ile ve
sizin ile ne işlenir, bilmem” [Ahkaf Suresi, 46/9] buyurarak, örtüyü [hicab] apaçık
kıldı — ve istenen, ancak kimi özgül şeylerden haberdar olmaktır, başka değil.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın