Şeyh Muhammed Hattar Efendi, “el-Mevsuletü’l-Yusufiye fî Beyâni Edilletü’s-Sofiyye” adlı eserinde şöyle bir mesele naklediyor: “Bütün evliyaların ruhları arşın altında hususî bir makamda, Allah’ın huzurunda bulunur. Dünyada birisi, o velilerin herhangi birinden yardım istediğinde, o veli zât Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz eder: “Ya Rabbi, şu kulun benden yardım talep ediyor.
Senin iznin ve kuvvetinle yardım etmek istiyorum.” Allahu Teâlâ Hazretleri de o veli zâta izin ve kuvvet verir.” Asr-ı Saadet’te yaşanmış bir hâdiseyi bu meseleye misal olarak verebiliriz. Şöyle ki: “Ashâbdan Ebû Ma’lak isminde bir
zât, ticâret maksadıyla çıktığı yolculuğunda silahlı bir hırsıza rast geldi. Hırsız ona: Eşyanı yere bırak, seni öldüreceğim dedi. Ebû Ma’lak: “Senin maksadın maldır. Bende ne varsa senin olsun” dedi. Hırsız: “Hayır, benim maksadım mal değil senin canındır” deyince Ebû Ma’lak: “Öyle ise müsâade et namaz kılayım, ondan sonra istediğini yap” dedi. Hırsız: “İstediğin kadar namaz kılabilirsin” deyince Ebû Ma’lak, abdest alıp namaz kılmaya başladı ve namazı bitince şöyle duâ etti: “Ey çok seven yüce arşın Sâhibi, ey dilediğini yapan Allahım! Senden hiçbir kimsenin isteyip sâhib olamadığı kudretinle, hiçbir kimsenin göz dikemediği hükümranlığınla ve arşının her tarafını dolduran nûrunla beni bu hırsızın şerrinden kurtarmanı dilerim.” Ebû Ma’lak bu duâyı üç def‘a tekrarladıktan sonra bir atlının elinde dikine tuttuğu mızrağıyla hırsızın yanında peydâ olduğunu gördü.
Hırsıza bir darbe vurarak onu yere yıktıktan sonra Ebû Ma’lak’a döndü. Ebû Ma’lak: “Sen kimsin ki Azîz ve Celîl
olan Allah benim yardımıma gönderiverdi?” diye sordu. Atlı: “Ben dördüncü kat semanın sâkinlerindenim.
Sen duâ edince “Bu, darda kalan bir zavallının duâsıdır.” denildi. Bunun üzerine ben de Allah’dan bu hırsızı
öldürme vazîfesini bana vermesini niyâz ettim.”
Yukarıda naklettiğimiz iktibaslardan anlıyoruz ki, evliyaların dünya hayatlarında, kerâmet ve tasarrufları olduğu
gibi, öldükten sonra da kerâmet ve tasarrufları devam etmektedir.
Hanefî imamlarından Ahmed bin Muhammed el-Hanevî Hazretleri “Nefahatu’l Kurb” isimli eserinde bu hakîkati şöyle ifade ediyor: “Evliyaullah, ruhâniyetlerinin cismâniyetlerine gâlip olması sebebiyle, birçok surette görünebilirler. Onların tasarruf ve kerâmetleri, hayatlarında olduğu gibi, ölümlerinden sonra da devam eder.”
Öldükten sonra tasarrufun devam etmesi demek, tasarruf sâhibinin kendisi ölmüş olsa da, Allah’ın izniyle dünya işlerinden bazılarını düzene koyma ve kendisine başvuranların arzularını yerine getirme yetkisine sâhip olması demektir.
Bilindiği gibi, Kur’ân bizi, öldüğünde “diri kalan” bir zümrenin varlığından haberdar etmiştir. Kur’ân’a göre, Allah yolunda öldürülenler (şehitler) “ölü” değillerdir. Onlar diridirler.
Bununla birlikte, sıddıkiyet makamı şehitlikten yüksektir. Madem şehitler ölmez, onlardan üstün olan sıddıklar da ölmez diyebiliriz.
Hem velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahu Teâlâ’ya mânevî
olarak yakındırlar. Evliyaların dünyada da, öldükten sonra da kerâmet vardır. Kerâmet sâhibi olan, ruhlardır.
Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Akşemseddin Hazretleri bir şiirinde mealen bu hakîkati şöyle beyan ediyor:
“Evliyaullah iki cihanda tasarruf ehlidir. Bu ölüdür, bundan nasıl derman olur deme. Ruh, Mevla’nın kılıncıdır, vücudu ona kılıf olmuştur.
Bir kılınç ki çıplak olduğu zaman daha fazla tesir eder.”
Burayakadarzikrettiğimiz hakîkatlerle şunu ifade etmeye çalışıyoruz. Başta Peygamberler olmak üzere bir kısım Allah dostlarının, Allah’ın vazifeli kıldığı âlimlerin ve şehitlerin öldükten sonra tasarrufları devam ediyor.
Ve bu zâtların, oyun ve eğlenceden ibâret olan bu dünya hayatında “hayra kılavuzluk etme ve yönlendirme”
yetkileri âhiret hayatına geçtiklerinde de sürüyor. Fakat bu yetki âdetullah ve teklif sırrı prensipleri çerçevesinde cereyan eder. Tasarrufta, Allah’ın rahmeti, inâyeti, rızası, izni, irâdesi, emri ve kudreti esastır. Tasarruf sâhibinin kendi kişisel irâdesi ile değil; Allah’ın irâdesine boyun eğerek hareket ettiği ve tasarrufta bulunduğu göz ardı edilmemeli.
Bir başka ifade ile Allah’ın veli kulları ayna gibidir. Onlarda görünen kerâmetler, hakîkatte Allah’ın kudretinin bir tezâhürüdür. Velilerden zuhur eden kerâmetleri onlardan ziyâde Allah’ın lütfuna, keremine ve dilemesine nispet etmek lâzımdır. Aynadan çıkan ışık nasıl aynaya âit değil, güneşe âitse; velilerin tasarrufları da velilere âit değil Allah’a âittir. Ama onlar o güneşe âyine olma istidadındadırlar.
Bu istidat ve meziyet kendinde olmayanlar böyle kerâmet yoktur diyemez. Bu hâl cebinde para olmayan birinin başkasının cebinde de para yoktur demesi gibi bir durumdur.
Bedîüzzaman Hazretleri, kıyâmete kadar tasarrufları devam eden bu zâtlardan üçünün ismini zikretmektedir. Bunlar: “Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-i Geylanî Hazretleri, Kutb-ı A’zam Maruf-ı Kerhî Hazretleri, Kutb-ı Azîm Şeyh Hayatü’l Harranî Hazretleridir.
Her velinin tasarrufu görülebilir. Fakat bu bahsi geçen zâtlar, öldükten sonra kerâmetleri ve tasarrufları çok görüldüğü ve çok meşhur oldukları için söylenmiş.
Yoksa bu söz, diğer Evliyanın vefatından sonra tasarruf ve kerâmet sâhibi olmadıklarını göstermez.
Bedîüzzaman Hazretleri, şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza’nın (ra) kendisine sığınan kimseleri Allah’ın izniyle muhâfaza ettiğini ve dünyevî işlerini gördüğünü, ölümle melekût âlemine ve ruhlar âlemine geçmiş insanların bizimle alâkadar olduklarını, bizim duâlarımızın ve mânevî hediyelerimizin onlara gittiğini, onların da nurânî feyizlerinin bizlere geldiğini, onlarla aramızda “mânevî âlemdeki mânevî havada çok mânevî elektrikler ve mânevî radyolar” bulunduğunu, fakat nuranî feyizlerin tenkit ve itirazla hissedilmeyeceğini ve kaçacağını kaydeder.
Ayrıca Üstadımız, kendisinin küçüklüğünden beri Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri’nin ilgi ve yardımına mazhar olduğunu, ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyi kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir Fâtiha, sen benim bu şeyimi buldur.” dediğini ve bin defa böyle Hazret-i Şeyhin, himmet ve duâsıyla imdadına yetiştiğini söyler.
Yine Hz. Ali (ra) ve Hz. Gavs-ı Azam’ın gaybî kerâmetleriyle, Risâle-i Nur ve talebelerine iltifat ettiklerini ve himâyetkârâne teselli verip hizmetlerini mânen alkışladıklarını ve bu mânevî kahramanların ihlâs-ı tâmmı kazanmak şartıyla Nur Talebelerinin arkasında yardımcı, başında üstad olacağını müjde verir.
Sonuç olarak, tasarruf meselesi abartılmamak şartıyla tevhid inancına aykırı değil; tamamen Cenâb-ı Hakk’a âit bir rahmet tecellisinden ibârettir. Hidâyet edici Cenâb-ı Allah’tır. Gerçek tasarruf sâhibi Cenab-ı Hak’tır. Allah’ın rızasına ulaşmış peygamberler, âlimler, şehitler ve Allah dostları ise ancak Cenâb-ı Hakk’ın izni çerçevesinde bu yetkiyi kullanırlar. Nasıl ki dünyevî saltanatların bir padişahı veya bir sultanı var. Hükmü altındaki memleketlerde istediği tasarrufu yapıyor. Öyle de mânevâ âlemlerin de mânevî padişahları ve sultanları vardır. Onlar da Allah’ın izniyle tasarruf edebilirler.
Bir yanıt yazın