Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim Allah’ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki Allah’ta seni gözetsin. (Evet) Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah’tan dile, yardım isteyecek olursan
Allah’tan iste, ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Kezâ bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere biraraya gelseler Allah’ın seni hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasını sana dokunduramazlar.
Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim Allah’ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki Allah’ta seni gözetsin. (Evet) Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah’tan dile, yardım isteyecek olursan Allah’tan iste, ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Kezâ bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere biraraya gelseler Allah’ın seni hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasını sana dokunduramazlar.
Tevhid, Allah u Teâlâ’yı birlemek ve bir bilmek; yani her şeyi O’na bağlamak, O’ndan bilmek, O’ndan istemek, sadece O’ndan korkmak, kulluğunu O’na tahsis etmek ve her şeyde O’nu görmektir.
Dikkat edilirse hemen hemen bütün âyet-i kerîmelerin tevhid esasının farklı boyutlarına işaret ettiği ve bir şekilde tevhid ilkesine ayinedarlık yaptıkları görülür. Dolayısıyla âyet-i kerîmelerin tamamı tevhîdî inanışı en mükemmel keyfiyetiyle dokumuş olmaktadırlar.
Fatiha Sûresi Kur’ân-ı Kerîm’in hulasası olduğu gibi, “Yalnız Sana kulluk eder ve sadece Senden yardım isteriz” meâlindeki âyet-i celilesi de tevhid esasının özetlemektedir.
Bakara Sûresi 197. âyet-i kerimesinde, “(Sadece) Benden korkun ey akıl sahipleri!” diye buyrulmaktadır ki Tevhîdî inanç tarzının sadece Allah’tan korkmayı icabettirdiği açıkça anlaşılmaktadır. Keza akıllı olup aklı yerli yerinde kullanmanın insanı alıp götüreceği çizginin de başka korkulara mahal bırakmayan bir Allah korkusu olduğu anlaşılmaktadır.
Şu âyet-i kerîmede tevhîdî inanç yapısının temel taşlarından birine gerekçesiyle birlikte işaret etmektedir: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah’tan (Onun için yardım namına) bir şey yoktur. Ancak (dost görünerek) onlardan (gelebilecek) bir tehlikeden sakınmanız müstesna! Bununla beraber Allah sizi (sadece) Kendisinden sakındırır. (Zira) dönüş ancak Allah’adır. Allah’ın huzuruna çıkıp O’na hesap verilecek olması da yalnızca O’ndan korkmayı gerektirmektedir.”
Müteakip âyet-i kerîmelerde tevhîdî düşünceyi besleyen gerçeklere kapı açmaktadır. “De ki sînelerinizde olanı gizlesenizde onu açığa vursanızda Allah onu bilir… Ve Allah, her şeye kaadir olandır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 29)
Nerede ve hangi halde olursa olsun Allah u Teâlâ’nın kendisini görüp gözetmekte olduğunu her halinden haberdar olup her şeye gücünün yettiğini düşünen ve bu gereklerin atmosferi içinde yaşayan bir insan elbette tevhid yolunda daima ilerleyecek, tevhidin kemaline doğru pervaz edip kanatlanacaktır.
Tirmizî’nin İbn-i Abbas’tan (ra) rivayet ettiği şu hadis-i şerifte de tevhid ilkesinin çok net ve parlak ifadelerini görmekteyiz:
Allah Elçisi (asm) terkisinde bulunan henüz çocuk yaştaki İbn-i Abbas’a hitaben buyuruyorlar ki:
Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim Allah’ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki Allah da seni gözetsin. (Evet) Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah’tan dile, yardım isteyecek olursan Allah’tan iste, ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Keza bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere bir araya gelseler Allah’ın seni hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasını sana dokunduramazlar. Kalemler kaldırıldı, sahifeler (in mürekkebi) kurudu.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin şu açıklamaları ise tevhîdî inanç ve düşünce tarzına adapte olma noktasında çok müessir bir manevi tiryak olarak nazara çarpmaktadır. Diyor ki Üstad:
Ey daire-i esbabdan (sebepler dairesinden) zuhur eden işleri esbaba (sebeplere) isnad eden gâfil câhil! Mal sahibi zannettiğin esbab mal sahibi değildir. Asıl mal sahibi onların arkasında işgören Kudret-i Ezeliyedir. Onlar (sebepler) ancak o kudretten gelen hakiki te’sirleri ilan ve neşretmekle muvazzaf (vazifeli)dirler.
Demek daire-i esbab hükümetin kalem dairesi hükmündedirki yukarıdan gelen emirlerin tebligatı o daireden yapılıyor. Çünkü izzet ve azamet perdeyi iktiza eder. Tevhid ve Celal dahi şirketi (ortaklığı) reddeder. Te’siri esbaba vermez. (binaenaleyh hakiki tevhid, izzet ve azametin muhafazası noktasında sebepler perdesini gerekli kılarken, tevhid ve celal ortaklığı reddeder. Neticede bu iki hakikatın ortalamasından hakiki tevhid nuru en parlak keyfiyetiyle tezahür eder.
Evet Sultan-ı Ezelî’nin memurları vardır. Amma icraatcıları (yardımcıları) değillerdir. Saltanat ve Rububiyetinde ortak olamazlar. Ancak o memurların vazifeleri dellallıktır, Kudretin icraatını ilan ediyorlar (Allah’ın varlığını, birliğini ilan edip sıfat ve esmâsına ayinedarlık yapıyorlar.)
Evliyâullahın otobiyografilerine dikkat ettiğimiz zaman onların kolay kolay kızmaya, kızgınlığa geçit vermediklerini, daha çok kendi nefislerine yüklendiklerini görürüz. Bu hal tevhid şuurunda zirveleri tutmuş olmanın tabii sonuçlarından biridir. Onlar “Kul zulmeder amma kader daima adalet eder.” sözünde en veciz ifadesini bulan tevhîdî hakîkati benliklerine hâkim kılmışlar; herhangi bir haksızlığa maruz kaldıklarında hemen kendi nefislerine yönelip kendi kendilerini kınamışlardır.
Mesala, meşhur evliyâdan Ebû Osman el Hırî (ra), yolda giderken başına bir kova dolusu kül dökülüyor. Talebeleri bunu yapan kişiye haddini bildirmek üzere harekete geçtiklerinde hazret mani oluyor ve diyor ki:
Durun, ateşe layık bir adam kül ile kurtulmuşsa buna ancak şükretmek gerekir.
Mizan’ül Kübra sahibi meşhur Abdulvahhab-ı Şa’rânî Hazretleriyle ilgili ibretli bir hadiseyle konuyu bitirelim: Osmanlı padişahı Sultan Selim Han Mısır’ı zaptettiği zaman Cuma namazını Ezher camiinde kıldı. Cuma namazını kıldıran hatibe 100 altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatip o gün Cuma namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatip arkadaşından izin almıştı.
Nöbetini devreden hatip, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu öğrenince söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdulvahhab-ı Şa’rani aralarına girip nöbetini verip de altınlardan mahrum kalan hatibe:
Üzülme! Allah u Teâlâ bunu sana kısmet etmemiş, dedi.
O da;
Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebep olduğu için kızıyorum, dedi.
Abdülvahhab Hazretleri de,
O sebep oldu görünüyorsada aslında sebep o değildir. Arkadaşın ilâhî Kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa hüküm onundur. Yoksa âletin değildir.
Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın haline benziyor. Hani sen her Cuma hutbelerinde; Vallahi veren de Allah u Teâlâ’dır, alan da. Yükselten de Allah u Teâlâ’dır alçantan da, demez miydin. Şimdi niçin söylediklerinin zıddına hareket ediyorsun? deyince o hatib; Üstadım! Hüccet ve isbatlarınla beni susturdun! diyerek oradan ayrıldı.
Bir yanıt yazın