Günümüzde sahâbeleri örnek alan ve bütün dünya milletlerine örnek olan, Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş ideal bir İslâm toplumu yoktur. İslâm hukukunu tatbik etmeye çalışan ve İslâmî eğitim yapan bazı toplumlar/milletler varsa da, onları da bütün yönleriyle dünya milletlerine, ‘İslâm’ın örnek toplumu’ olarak göstermemize engel pek çok unsur var.
SÜNNETİ BİR BÜTÜN OLARAK ANLAMAK
Sünnet, Peygamberimiz (asm)’ın yeme içme âdâbından, devlet yönetimine varıncaya kadar, hayatın her alanıyla ilgili söz, fiil ve takrirleridir. Sünnet; fert, âile ve toplum hayatının her alanını kuşatır.
Hayatın her alanını kuşatan sünneti daha iyi anlayabilmek için, ‘ibâdet’, ‘güzel ahlâk ve ahkâmı tebliğ’ ve ‘tatbik etmek’ olarak üç kısma ayırabiliriz.
Kur’ân’ın pek çok âyetinde Peygamberimiz (asm)’dan “Kul, Beşer ve Resûl” olarak bahsedilir. Peygamberimiz (asm) Allah’a yaptığı ibâdetlerle onun kulu; insanlar arasındaki münâsebetleri, güzel ahlâkı cihetiyle bir beşer; Allah’ın kendisine indirdiği vahyi tebliğ, tâlim ve toplumda tatbik yönüyle de Resûldür.
Ümmetinden olmakla şereflenmiş olan bizlerin, “Peygamberimizin sünneti” deyince, onun bu üç yönünü aklımıza getirmemiz ve bu üç yönüyle onu kendimize örnek almamız gerekir. Elimizden geldiği kadar onun yaptığı ibâdetleri yapmalıyız, Cenâb-ı Hakk’ın, “Sen büyük bir ahlâk üzerindesin” diyerek övdüğü güzel ahlâkını kendimize yerleştirmeliyiz. Ve onun tebliğ ettiği ahkâmı elimizden geldiğince öğrenip, tebliğ ve tâlim etmeliyiz. Yoksa yalnızca âdab ve nâfile ibâdetleri yapmakla sünnete tam mânâsıyla uyduğumuzu söyleyemeyiz.
Günümüzde sünnet deyince ekseriyetle halkımızın zihnine yeme, içme âdabı türünden sünnetler gelmektedir. (Misvak kullanmak, sarık sarmak, yemeğe başlarken besmele çekmek gibi sünnetler de hayatımızın küçük bir bölümünü oluşturur). Elbette yeme, içme türünden sünnetler de sünnettir ve uyulması gerekir, fakat teferruata dikkat ederken aslı unutmamak gerekir.
Diyelim ki, âdab nevinden sünnetlere uyduk, fakat yukarıda zikrettiğimiz ahlâk, tebliğ ve tâlimle ilgili sünnetlere uymadık, o takdirde sünnete tam mânâsıyla uymuş olur muyuz? Örneğin öfkelendiğimiz zaman kendimize hâkim olabiliyor muyuz? Müslüman kardeşlerimizin hatalarını affedebiliyor muyuz? Öfkelendiğimiz zaman kendimize hâkim olmamız, insanları affetmemiz bir sünnettir. Unutmayalım ki, Peygamberimiz (asm), Mekke fethedildiği zaman, yirmi yıl kendisine düşmanlık eden müşrik insanları affetmişti. Onun müşriklere gösterdiği affı, biz Müslüman kardeşlerimize gösterebiliyor muyuz?
Peygamberimiz (asm)’a, “Falanca kadın geceleri namaz kılar ve gündüzleri de oruç tutar, ama diliyle komşularına eziyet ediyor” denildi. Peygamberimiz (asm) “Onda hayır yok, o ateştedir (cehennemliktir)” buyurdu. Yine başka bir kadından bahsettiler ve “Falanca kadın yalnızca farz namazları kılar, ramazan orucunu tutar, peynirden bir parça sadaka verir, fakat diliyle kimseye eziyet etmez” denildi. Peygamberimiz (asm) onun için “O cennetliktir” buyurdu. (Ahmed, c.2.s.440, Hâkim, c.4.s.183)
Bu rivâyete dikkat edersek, bir insan çokça ibâdet etse bile, ahlâkı güzel olmayınca makbul bir kul olamıyor.
Günümüzde yalnızca ibâdetini yapıp, emri bil-maruf yapmayanlar da yukarda bahsettiğimiz, sünneti eksik anlayanlar kısmına girerler. İmam Gazali, İhyâ’sında şöyle bir hadîsi nakleder: “İçlerinde peygamberler gibi ibâdet eden 80 bin kişinin de olduğu bir memleket ahâlisine azab olundu.” “Ya Resûlallah! bu nasıl oldu?” diyenlere, şöyle dedi: “(Onlar yapılan münkerata) Allah rızası için kızmıyorlardı, iyiliği emredip, kötülükten de nehyetmiyorlardı.”
Toplumumuzda sünneti bütünüyle kavrayamayan, bir yönden (yani ibâdet ve âdab yönünden) sünnete uyup, başka yönlerden (güzel ahlâk ve tebliğ yönünden) sünnete muhalefet eden, insanlara rastlarız. Onlar kendilerinin sünnete uygun yaşadıklarını ve dindar olduklarını zannederler. (Bizler de farklı düşünmeyiz). Hâlbuki onlar sünnetten tatbik ettikleri yönleriyle sevap kazanırlar ama, muhalefet ettikleri yönler yüzünden de mes’ul olur, günaha girerler. Üstelik onlar toplumda yanlış bir dindarlık (veya yanlış bir sünnete uyma) anlayışının yaygınlaşmasına da sebep olurlar.
Peygamberimiz (asm), “Ümmetimin bozulduğu bir zamanda, sünnetime yapışanlar yüz şehid sevabını kazanır” (Beyhaki) buyurmuştur. Bu hadîs, Allah’ın rızasını kazanmanın, en kısa ve en kolay yolunu bize gösteriyor. Fakat bu sevabı kazanmak için, sünneti yarım olarak değil, ‘ibâdetler’, ‘güzel ahlâk’ ve ‘tebliğ’ yönleriyle, bir bütün olarak algılamak ve yaşamak şarttır.
İNSANLIK ALEMİNE ÖNCÜ VE ÖRNEK OLABİLMEK
İslâm dîninde örnek alınacak ‘model şahıs’ peygamberimiz (asm), ‘model toplum’ ise peygamberimizi modelleyen sahâbe cemaatidir.
Peygamberimiz (asm)’ın ümmeti için model şahıs olduğu şu âyetle belirtilir: “Yemin olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi, 21)
Sahâbelerin Müslüman toplum için model olduğu da şu âyetle belirtilir: “Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz. Allah’a da iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)
Bu âyet sahâbeleri İslâm toplumu için örnek gösterirken, Müslüman ümmetin de “bütün insanlığa örnek ve öncü” olmasını îmâ eder. Bu iki âyetten yola çıkarak şöyle diyebiliriz: Peygamberimiz (asm) sahâbelerine; sahâbe toplumu ise, ümmete; ümmet ise bütün insanlığa örnektir.
Medîne’de ilk İslâm toplumu oluşurken, bu toplumun örnek aldığı ‘model şahıs’ yalnızca peygamberimiz (asm)’dı. Onu model alan Medîne toplumu -sahâbe- ise, kendi zamanlarındaki ve sonraki bütün İslâm toplumlarının örneği oldu. Onların İslâm toplumlarına örnek oluşları yalnızca uhrevî cihetten de değildi. Onlar hayatın her alanında –îtikat ve ibâdette olduğu kadar sosyal alanda da- örnek olmuşlardı. İslâm’ın sosyal alandaki mükemmel yapısı sayesinde, onlar ve onları örnek alanlar dünyanın büyük bir kısmına hükmettiler. Sahâbeleri örnek alan İslâm toplumları, kısa bir zamanda bütün dünya milletlerini etkilediler, onlara öncü ve örnek oldular. (Peygamberimizin vefâtından yüz yıl sonra, halîfeler zamanın Roma İmparatorluğu’ndan daha büyük bir devlet kurmuşlardı. İslâm halifeliği Kuzey Afrika’dan, Hindistan’a kadar genişlemişti. Osmanlı’nın hükmettiği topraklar ise, 20 milyon km2 yi buluyordu.)
Müslüman ümmet, Peygamberimiz ve sahâbelerden aldığı ruhla, insanlık âlemine örnek ve öncü olma özelliğini yüz yıllar boyunca îfâ etti. Fakat Batı medeniyetinin tesirine girdiğimiz 200 yıl boyunca, İslâm ümmeti ‘örnek olma’ mevkiinden, ‘örnek alma’ mevkiine düştü. (Osmanlı, İslâm milletlerinin başkanlığını yapmıştı, batılı milletler de diplomaside Osmanlının üstünlüğünü tartışmasız onaylıyordu. Şimdi onun torunları ‘Avrupa Birliği’ne girmek için can atıyor.)
Günümüzde sahâbeleri örnek alan ve bütün dünya milletlerine örnek olan, Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş ideal bir İslâm toplumu yoktur. İslâm hukukunu tatbik etmeye çalışan ve İslâmî eğitim yapan bazı toplumlar/milletler varsa da, onları da bütün yönleriyle dünya milletlerine, ‘İslâm’ın örnek toplumu’ olarak göstermemize engel pek çok unsur var.
İslâmiyet her yönüyle mükemmel, güzel ve iyidir. Fakat, bu mükemmellik, güzellik ve iyiliğin, Kur’ân ve sünnette teorik olarak kalması, günümüz insanlarını ikna etmeye yetmeyecektir. Bu güzelliğin pratiğe yansıması ve insanların gözüne gösterilmesi gerekir. Müslümanlar, Kur’ân ve sünnet etrafında öyle bir toplum oluşturmalıdırlar ki, diğer milletler “Bizim toplumumuz da böyle olmalı” diyerek, o topluma gıpta etmeli ve örnek almalıdırlar. Üstad Bediüzzaman şöyle der:
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.” (Hutbe-i Şâmiye)
Bütün dünyaya örnek bir İslâm toplumunu oluşturmanın büyük zorlukları olduğu/olacağı bir gerçektir. Bu günkü İslâm toplumları örnek olmanın ötesinde, iç kargaşaları olan, problemli toplumlardır. Bütün dünyaya örnek olmadan önce, Müslüman toplumlar kendi iç bünyelerinde toplumsal bir mütabakata varmaları ve problemlerini çözmeleri gerekir. Bu gün İslâm toplumları kadar, batı toplumlarının da sorunları vardır. Batı toplumlarının ahlâki problemlerinin, İslâm toplumlarının probleminden daha büyük olduğunu söylemek mübalağa sayılmaz.
Sorunu olmayan insan olmadığı gibi, sorunu olmayan toplum da yoktur. Fakat bu sorunlar az veya çokluğuna göre değişiklik arz eder. En sağlıklı toplum, sorunlarını en aza indirebilen toplumdur. Kur’ân ve sünnetin ehemmiyeti işte burada karşımıza çıkıyor. Kur’ân ve sünnet hem fert hayatında, hem de toplum hayatında sorunları çözebilecek bir potansiyeli bünyelerinde barındırmaktadır. Bizim, İslâm’ın yaşandığı zamanların özlemi, hasreti ve tesellisiyle avunmak yerine, günümüz problemlerine Kur’ân ve sünnetten çözümler üreterek, bütün insanlık âlemine örnek ve öncü dinamik bir toplum ortaya çıkarmaya çalışmamız gerekir.
Kısaca ümmet, yeniden insanlık âlemine öncü ve örnek olma özelliğini kazanmalıdır. Bunu gerçekleştirmede her Müslümana bir iş düşüyor.
Ümmetin ferdi olarak her birimiz bunu gerçekleştirmeye hazır mıyız?
SÜNNETİN MENŞEİ VAHİYDİR
Mikdam b. Ma’dikerb (ra) Peygamberimizin şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Dikkat edin! Bana (Allah tarafından) kitap verildi ve onunla beraber bir misli (sünnet) de verildi. Çok geçmez, koltuğu üzerinde, karnı tok birisi “Sizin için bu Kur’ân yeter. Onda neyi helâl bulduysanız, helâl kabul edin. Neyi de haram bulduysanız, onu da haram kabul edin.” diyecek (ve hadislerimi inkâr edecek).” (Tirmizî, Ebû Dâvûd) Bir rivâyette (Benim haram kıldığım da, Allah’ın haram kıldığı gibidir) denilmiştir.
Hadis âlimleri arasında “Erike” hadîsi olarak meşhur olan bu hadis peygamberimizin gaybdan haber veren bir mucizesidir. Günümüzde karnı tok, ensesi kalın bazı kimselerden böyle iddiaları duymak mümkündür.
Peygamberimizin ifadelerini teyid eden şu âyetlere bakalım: “O (nefsinin) arzusuna göre konuşmaz. (O’nun) söyledikleri (kendisine) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm Sûresi, 3-4)
“Allah sana Kitâp’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.” (Nisâ Sûresi, 113)
Bu âyete dikkat edilirse Peygamberimize hem kitabın, hem de hikmetin Allah tarafından indirildiği anlatılmaktadır. Kitaptan kasıt Kur’ân’dır. Bunda bir ihtilaf yoktur. Hikmetin de onun sünneti olduğu aşikârdır. Âlimler bu ve benzeri âyetlerden yola çıkarak, sünnetin menşeinin de vahiy olduğunu kabul etmişlerdir.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
“Vahiy iki kısımdır: Biri vahy-i sarihîdir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.
İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hulâsası, vahye ve ilhâma istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma âittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhâma, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferâsetiyle beyan eder.”
AHİR ZAMANDA SÜNNETE UYMANIN EHEMMİYETİ
Abdullah b. Amr (ra)’den Peygamberimiz (asm)’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
İsrailoğullarının başına ne geldi ise, hepsi karış karış ümmetimin de başına gelecek. Hatta onlardan biri alenî olarak annesiyle zinâ etse ümmetimden de bunu yapan olacak. İsrailoğulları 72 millete ayrıldı. Ümmetim ise 73 millete (fırkaya) ayrılacak. Onlardan bir millet (cemaat) hariç hepsi cehennemliktir.” “Ey Allah’ın Resûlü o (kurtulacak olan fırka) hangisidir?” diye sordular. O da “Benim ve ashâbımın yolunda olanlar” buyurdu. (Tirmizî , Ebû Dâvud, Taberânî)
“Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız. Onlardan biri Allah’ın Kitâp’ı, diğeri de onun Resûlü’nün sünnetidir.” (Muvatta) Amr b. Avf el-Müzenî (ra) Peygamberimiz (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Kim sünnet(ler)imden öldürülen bir sünneti ihyâ eder, canlandırırsa ve insanlar onunla amel ederse, o şahsa, o sünnetle amel edenlerin sevabı kadar sevap vardır. Onunla amel edenlerin sevaplarından da eksiltilmez.” (Tirmizî, İbn Mâce)
Rezin, hadîsi şu şekilde rivâyet etmiştir: “Kim benden sonra öldürülmüş sünnetimden bir sünneti ihyâ eder, canlandırırsa o beni seviyor demektir. Kim de beni severse o (cennette) benimle beraberdir.” İbn Abbas (ra) Peygamberimiz (asm)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Kim ümmetimin fesâda uğradığı, bozulduğu bir zamanda, benim sünnetime yapışırsa onun için yüz şehid sevabı vardır.” (Beyhakî)
Câbir b. Abdullah (ra)’den rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“İslâm (dîni) garip olarak başladı, başladığı gibi sonunda da garibliğe döner. Ne mutlu gariplere”. “Yâ Resûlallah! Garipler kimlerdir” dediler. Peygamberimiz de “İnsanlar bozuldukları zaman onları ıslah edenlerdir” dedi. (Taberânî, Müslim hadîsin ilk kısmını rivâyet etmiştir) Taberânî ve Ahmed’in bir rivâyetinde;
“Garipler itaat edenlerin az, isyan edenlerin çok olduğu, kötü insanların içinde (bir kısım) salih insanlardır” denilmiştir. Tirmizi’nin rivâyetinde “Benden sonra insanların bozdukları sünnetimi ıslah edenlerdir” denilmiştir. Müsnedi Şihab’da ise “Onlar sünnetimi ihyâ eden ve Allah’ın kullarına öğretenlerdir” denilmiştir.
Üstte: Tarihi camilerimizden Süleymaniye Camii… Yapımı 1302 tarihi olup banisi Şeyh Mustafa Efendi’dir. Allah ebeden razı olsun…
PEYGAMBERE İTAAT ALLAH’A İTAATTİR
Ebu Hureyre (ra)’den rivâyet edilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, o hakikatte Allah’a itaat etmiş olur. Kim benim emîrime (tayin ettiğim görevliye) itaat ederse, bana itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah’a isyan etmiş olur. Kim emirime isyan ederse bana isyan etmiş olur.” (İbn Ebi Şeybe, Buhârî, Müslim)
Bu hadis şu âyete mutabıktır:
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bilsin ki, biz seni onlara muhâfız olarak göndermedik.” (Nisâ Sûresi, 80)
Kur’ân’ın pek çok yerinde Allah’a ve Resûlüne itaattan bahseden âyetler vardır. Âlimler Allah’a itaatten kastın Kur’ân’a, Resûlüne itaatten kastın da sünnete tâbi olma olduğunu söylemişlerdir.
“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kimselerle beraberdirler. İşte onlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisâ Sûresi, 69)
ALLAH’IN RIZASI, MUHABBETİ ANCAK SÜNNETE TÂBİ OLMAKLA KAZANILIR
Kur’ân’da şöyle buyrulur:
Onlara de ki; “Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah (Resûlünün sünnetine uyanların günahlarını) bağışlayıcıdır, (ve onlara karşı) merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 31)
Bu âyet açıkça Allah’ın rızasını kazanmanın tek yolunun sünnete tabi olmak olduğunu ortaya koyuyor. Üstad Bediüzzaman’ın, sünnetin ehemmiyetini anlattığı 11. lem’a, “Mirkat-üs Sünne” risâlesinde bilhassa bu âyet üzerinde uzun uzadıya izahlar yapar.
Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir:
Resûlallah (asm) bana şöyle buyurdu: “Ey çocuğum! Hiç kimseye kalbinde bir kin beslemeden, sabahlamaya ve akşamlamaya gücün yeterse öyle yap!” Sonra bana, “Ey çocuğum! Bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihyâ ederse o beni seviyor demektir. Kim de beni severse o cennette benimle beraber olur” dedi. (Tirmizî)
SÜNNET, İTİDALDİR
Peygamberimiz (asm) “Amellerin hayırlısı orta (mutedil) olanlarıdır” buyurarak ümmetini ifrat ve tefritten sakındırmıştır. Bir kısım sahâbeler kendi aralarında çeşitli ibâdetler hakkında konuştular. Onlardan biri “Ben ömrüm boyunca bütün geceyi ibâdetle geçireceğim” dedi. Bir diğeri “Ben ömrüm boyunca oruç tutup, hiçbir günü oruçsuz geçirmeyeceğim” dedi. Bir diğeri de “Ben de kadınlardan uzaklaşacağım, ömrüm boyunca hiç evlenmeyeceğim” dedi. Peygamber (asm) onların yanına geldi ve şöyle dedi:
“Şöyle, şöyle diyenler siz misiniz? Allaha yemin olsun ki, sizin Allaha en huşûlu olanınız ve ondan en çok korkanınız (takvâlı olanınız) benim. Fakat ben, oruç tutarım, tutmadığım da olur. Gece namaz kılarım, (aynı zamanda) uyurum. Kadınlarla evlenirim de. Kim sünnetimden yüz çevirir, uzaklaşırsa o benden değildir.” (Buhârî, Müslim)
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler…»
SÜNNETİ ÖĞRENMEK VE ÖĞRETMEK
İbn Abbas (ra)’den Peygamberimizin şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Peygamberimiz (asm), “Allah’ın rahmeti benim halîfelerimin üzerine olsun!” dedi. Biz de “Ya Resûlallah! Senin halîfelerin kimlerdir?” diye sorduk. Peygamberimiz (asm) cevaben, “Onlar benden sonra gelip, hadislerimi rivâyet edenler ve onu insanlara öğretenlerdir” buyurdu. (Taberânî)
Bir başka rivâyette “rivâyet edenler” yerine “sünnetimi ihyâ edenler” ifadesi vardır. Bu hadisten dolayı bazı (Buhârî, Ahmed b. Hanbel gibi) hadis âlimleri için “Emirül mü’minin” denilmiştir.
Ebu Derdâ (ra)’den Peygamberimizin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Kim dînî mevzularla ilgili kırk hadisi ümmetime öğretmek için öğrenirse, Allah onu kıyamet günü âlim olarak haşreder, ben de ona şâhid ve şefaatçi olurum.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îman)
“O (nefsinin) arzusuna göre konuşmaz. (O’nun) söyledikleri (kendisine) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm Sûresi,3-4)
“Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız. Onlardan biri Allah’ın Kitâp’ı, diğeri de onun Resûlünün sünnetidir.” Hadîs-i Şerîf
Bir yanıt yazın