“Bu –yani mektup– Süleyman’dandır ve o, Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyladır” [Neml Suresi, 27/30]. Bazı kimseler burada, (Belkıs’ın, yanındakilere seslenişi olan “Bu mektup Süleyman’dandır” sözünü, Süleyman’ın mektubunun başı olarak düşündüklerinden) Süleyman’ın adının Allah’ın adından önde geldiğini düşündüler. Ama bu böyle değildir (ve mektup gerçekte “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” şeklinde başlamaktadır).
Bu kimseler, Süleyman’ın Rabbine ilişkin marifetine yaraşır olmayan bir şekilde durumu ortaya koydular. Dedikleri şey hiç yakışık alır mı? Ki, Belkıs (bile) bu mektup hakkında, “Bana saygıdeğer bir mektup gönderildi” [Neml Suresi, 27/29] dedi — yani, saygı gösterilmesi gereken bir mektup.
Bunların, böylesi bir şey söylemeye kalkışmaları, Kisra tarafından Resulallah’ın (sav)
mektubunun parçalanmış olmasıdır — ama Kisra, baştan sona okuyup içerisinde
yazılanları öğrenmeksizin mektubu yırtmış değildir. Ve Belkıs, eğer ki (bu kevnî
varlıkta) eriştiği şeye (yani, iman ve hidayete, değişmez ayn’ının ilahi ilimdeki
değişmezliğinde ezelden beri) erişmemiş olsaydı, o da aynı şekilde mektubu yırtıp
atardı. Dolayısıyla, mektubu yırtılıp atılmaktan koruyan, Süleyman’ın adının
Allah’ın adından önce veya sonra yazılmış olması değil.
Süleyman (mektubunun başında) “bağışsal rahmet” [rahmet-i imtinan] ve “zorunlu
rahmet” [rahmet-i vücub] olmak üzere iki tür rahmeti andı ve bunlar “Rahman” ve
“Rahîm”dir. Hak, Rahman olmaklığıyla (değişmez aynları İlahi İlim’de varetmekle,
varolan her şeye) karşılıksız bir şekilde bağışta bulunurken, Rahîm olmaklığıyla da
yerine getirilen yükümlülüklere karşılık olarak rahmet eder. Ve “zorunlu rahmet”
“bağışsal rahmet”te içerildiği içindir ki; Rahîm, Rahman’da içkindir. Hak, kul
tarafından yerine getirilen amellere karşılık olan rahmeti Kendi Nefsine zorunlu
kıldığını söyleyerek, Kendi üzerine yazmıştır ve kul bu amelleriyle zorunlu rahmeti
hak eder.
Böylesi (yani, zorunlu rahmeti hak eden) kullar, kendileri yoluyla eyleyici olanın kim
olduğunu bilirler. Ve ameller, insanın sekiz uzvu arasında bölümlenmiştir. Ve Hak
Teala, Kendisi’nin bu uzuvların herbirinin huviyeti olduğunu haber vermiştir.
Böylece suret kula ait kalırken, bu uzuvlarda eyleyici olan Hak’tan başkası değildir.
Ve Hakk’ın Huviyeti, O’nun (taayyün etmiş bir) İsmi olan kulda (yani, kulun zahirî
varlığında) içkin olup, kulda (bu İsim yoluyla) eyleyici olan (yine) O’ndan başkası
değildir — çünkü, (bütün bir yaratılış, Hakk’ın taayyün etmiş İsimlerinden ibaret
olduğundan) Hak Teala zahir olan ve “halk” denilen şeyin ta kendisidir. Ve, önceden
olmayıp sonradan olduğu içindir ki, “Zahir” ve “Ahir” İsimleri kula ilişkindir. Ve
kulun zahir olması ve kendisinden amelin ortaya çıkması O’na bağlı olduğu içindir
ki, “Batın” ve “Evvel” İsimleri O’nundur. Böylelikle sen halkı gördüğünde Evvel’i,
Ahir’i, Zahir’i ve Batın’ı görürsün.
Ve Süleyman bu marifetten uzak değildi. Ve bu marifet kendisine verilen mülkün bir
parçasıdır ki, kendisinden sonra hiç kimse şehadet aleminde böylesi bir mülkle
zuhur etmeyecektir. Süleyman’a verilen, hiç kuşkusuz Muhammed’e (sav) de verildi;
ama Muhammed (sav) bu mülkle zahir olmadı. Allah kendisine, geceleyin namazını
bozmak için gelen İfrit’i kahretme gücünü verdiğinden, sabah olduğunda
Medine’nin çocukları onunla oynasınlar diye, onu tutup mescidin direklerinden
birine bağlamayı aklından geçirdi. Ama (bu sırada) Süleyman’ın duasını hatırladı (ve
böyle yapmaktan geri durdu) ve Allahu Teala İfrit’i zelil bir şekilde geri gönderdi.
Dolayısıyla Resul (sav), kendisine verilenle zahir olmadı.
Süleyman’ın “bir mülk”ten sözetmesi, mülke ilişkin olarak genellik içermez —
böylece biz bildik ki Süleyman belli bir mülk istemiştir. Ve yine bildik ki, Allahu
Teala’nın kendisine verdiği mülkün herbir parçasında, Süleyman (bu mülkün
tasarrufuna ilişkin olarak) başkalarıyla ortak kılındı. Ve böylece bildik ki, Süleyman
ancak bunun (yani, mülkün herbir parçasında başkalarıyla ortaklaşa tasarrufta
bulunmanın) toplamına özgü kılındı; ve İfrit’e ilişkin hadiste gösterildiği gibi, ancak
(tasarruf ile) zuhura özgü kılındı.
Ve eğer Resulallah (sav), İfrit’e ilişkin hadisinde, “Allahu Teala, ona karşı bana güç
verdi” dememiş olsaydı; biz, “onu tutmaya yeltendiğinde, Allah, kendisine İfrit’i
tutma gücünü vermediğini bilsin diye, Resul’e Süleyman’ın duasını hatırlattı ve bu
şekilde, İfrit’i zelil bir halde gönderen Allahu Teala’nın Kendisi oldu” derdik. Ama
Resul’ün (sav), “Allahu Teala, İfrit’e karşı bana güç verdi” demiş olmasından
dolayıdır ki Allahu Teala’nın, kendisine, İfrit üzerinde tasarrufta bulunmaklığı
bağışlamış olduğunu ve böyleyken ona Süleyman’ın duasını hatırlattığını ve onun da
bu duayı anarak edebe uygun davrandığını (yani, İfrit üzerinde tasarrufla zuhur
etmekten sakındığını) bildik. Buradan bildik ki, Süleyman’dan sonra hiçbir mahluka
layık olmayan şey mülkün genelinde (tasarruf ile) zahir olmaktır.
Ve bizim bu meseleyi ele alış nedenimiz, Süleyman’ın andığı iki tür rahmeti açıklığa
kavuşturmaktır ki, bunların Arapça’daki karşılıkları “Rahman” ve “Rahîm”
sözcükleridir.
Allahu Teala zorunlu rahmeti (salih amel işleyen takva ehline özgü kılarak) kayıtladı
ve bağışsal rahmeti de, “Benim rahmetim herşeyi kaplar” [A’raf Suresi, 7/156] sözü
doğrultusunda, İlahi İsimler’le, yani (zatî) nisbetlerin hakikatleriyle bile
kayıtlanmamış kıldı. Dolayısıyla, bunlara (yani, İlahi İsimlere) bizimle (yani,
yokluktaki gaybî hakikatlerimiz olan değişmez aynlarımız ile) bağışta bulundu
[imtinan].
Ve (kevnî varlıklar olarak) biz, İlahi İsimler’e ve Rabbanî nisbetlere yönelik
bağışsal rahmetin sonucuyuz. Sonra, Hak Teala rahmetini bizim için –zahir
olmamızdan dolayı– Kendi Nefsi üzerine zorunlu kıldı. Ve, rahmeti Kendi Nefsi
üzerine ancak Kendi Nefsi dolayısıyla zorunlu kıldığını bilelim diye de, Kendisinin
bizim huviyetimiz olduğunu bildirdi. İmdi, Rahmet, Hakk’ın dışında olmadığına
göre o halde, kimin üzerine bağışta bulundu — ki varlıkta O’ndan başka bir şey
yoktur.
Ne var ki, halk’ın ilim yönünden birbirinden üstünlüğü sözkonusu olduğundan,
ayn’ın ahadiyet üzere olmaklığının [ahadiyyet-i ayn] yanısıra, ayrımlayıcı bakış
açısının [lisan-ı tafsil] hükmü gereği, bir şeyin bir başka şeyden daha alim olduğu
söylenir. İmdi, bu üstünlük farklılığı İlahi Sıfatlar’da sözkonusudur. Ve bu (üstünlük
farklılığı), ilmin (şeylere) ilişkilenmesine itibarla iradenin (şeylere) ilişkilenmesinin
eksikli olması demektir. Aynı şekilde, kudretin (şeylere) ilişkilenmesine itibarla,
iradenin (şeylere) ilişkilenmesi daha kâmil ve daha üstün ve daha fazladır.
Ve yine, O’nun işitmesi ve görmesi arasında ve bütün İlahi İsimler’in birbirleri arasında
üstünlük farklılığı vardır. Ve aynı şekilde yaratılışta da üstünlük farklılığı
sözkonusudur — böylece Ayn’ın ahadiyeti sözkonusu olsa bile, “bu, öbüründen
daha alimdir” denir. Ve nitekim, İlahi İsimler’den herhangi birini öne çıkardığında,
bu İlahi İsmi, bütün İsimler’le isimlendirir ve onu bütün İlahi İsimler’le nitelersin.
Aynı şekilde, yaratılış [halk] yoluyla (bir İsmin zuhur mahalli olarak) zahir olan belli
bir şey için de durum böyledir. Bu (bir zuhur mahalli olan) şeyde, herşeyin yeterliliği
[ehliyet] vardır — ve bu şeyin üstün kılınması, bu yeterliliğinden dolayıdır.
Dolayısıyla, alemin herbir parçası, alemin bütünüdür; yani o parça, bütün alemin
ayrımlaşmış hakikatlerini [hakaik-i müteferrikat] kabul-edici’dir. Ve Hakk’ın, Zeyd
ve Amr’ın huviyetinin ta kendisi [ayn] olması; bu huviyetin Amr’da, Zeyd’de
olandan daha kâmil ve daha alim olmasıyla çelişmez. Ve Hak’tan başka olmayan
İlahi İsimler arasında nasıl ki üstünlük farklılığı sözkonusuysa, taayyün için de aynı
şekilde üstünlük farklılığı sözkonusudur. Ve İlahi İsimler, Hak’tan başka olmamakla
birlikte, Hakk’ın bir şeye Alim olmaklığıyla ilişkilenmesi, Mürid ve Kadir
olmaklığıyla ilişkilenmesinden daha geneldir.
Öyleyse ey dostum, Hakk’ı bir zuhur mahallinde bilir olup da bir başka zuhur
mahallinde bilmez olma; O’nu bir zuhur mahallinde değillerken [nefy], bir başka
zuhur mahallinde olumlama [isbat]! O’nu ancak, Kendisinin değillediği gibi
değilleyip, Kendisinin olumladığı gibi olumla — ve O, “O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur..” diyerek Kendini değilledi ve “..O, işiten ve görendir” diyerek [Şura Suresi,
42/11], işiten ve gören bütün canlılara atfedilebilir olan niteliklerle Kendini olumladı.
Ne var ki, her şeyin canlı olmaklığı, dünyada bazı insanların idrakinden gizlendi
ama ahirette herkese zahir olacaktır, çünkü ahiret hayat yurdudur. Ve dünya da
hayat yurdudur, ama onun canlı olmaklığı –alemin hakikatlerini idrak edişlerindeki
ayrımlaşma sebebiyle, kullar arasında özgüleşme ve üstünlük farklılığı zahir
olabilsin diye– kimi kullardan örtülüdür.
Dolayısıyla Hak Teala, idrakı genel olan kimsede; kendisinde bu genellik ortaya çıkmayan kişiye itibarla hüküm yönünden daha fazla zahir olmuştur. İmdi sen, “Halk(ın huviyeti), Hakk’ın huviyetidir, diyen
kimsenin sözü doğru değildir” diyerek, (yaratılmış olanlar arasındaki) üstünlük
farklılığıyla örtülenme! Ben sana İlahi İsimler’de üstünlük farklılığı olduğunu
gösterdim — ki artık sen İlahi İsimler’in Hak olduğundan ve bu İsimler ile işaret
edilen adlandırılanın Allah’tan başkası olmadığından şüphe etmezsin.
O halde, Süleyman nasıl olur da –bazılarının sandığı gibi– kendi adını “Allah”
adından önceye koyar? Ki o, ilahi rahmetin yarattığı bütünün bir parçasından başka
bir şey değildir. Dolayısıyla, rahmet-olunan’ın (rahmet eden’e) dayanmaklığı
doğrulanabilsin için “Rahman ve Rahîm”in önde gelmesi gerekir. Gerçekte, sonraya
bırakılmayı hakedenin öne alınması ve hakediyor olduğu durumda öne alınmayı
hakedenin sonraya bırakılması, hakikate aykırıdır.
Belkıs’ın, kendisine gönderilen mektubun kimin yoluyla gönderildiğini söylememesi,
sahip olduğu hikmetten ve ilminin yüceliğindendir. Böyle yapması, ashabının hangi
yoldan geldiğini bilmedikleri bir şeyi bildiğini onlara göstermek içindir. Ve Belkıs’ın
böyle yapması, yönetimde ilahi bir tedbirdir çünkü sultana ulaşan haberlerin
hangi yoldan geliyor olduğunu bilmedikleri zaman, devlet yöneticileri yaptıkları
işlerden dolayı kendileri için korku duyarlar.
Bu korku dolayısıyla, sultan haberdar olduğunda kendilerini sıkıntıya sokmayacak işler görürler. Eğer sultanlarına hangi yoldan haberlerin ulaştığını bilselerdi –dilediklerince davranışları sultana ulaşmasın
diye– bu aracıyı elde etmeye çalışırlar ve ona büyük rüşvetler verirlerdi. Bundandır
ki Belkıs, siyaset gereği olarak, kimin eliyle gönderildiğini belirtmeksizin, “Bana bir
mektup gönderildi” dedi [Neml Suresi, 27/29]. Ve bu siyaset, halkının ve seçkin
yöneticilerinin, kendisinden sakınmalarına sebep olmuş ve bu şekilde onların önde
geleni olmayı haketmiştir.
İnsan türünden olan kimsenin (yani, Süleyman’ın veziri Asaf bin Berhiya’nın)
tasarruf sırlarına ve şeylerin özelliklerine ilişkin ilminin, cinlerden olan kimsenin
ilmine üstünlüğü (Belkıs’ın tahtını getirmek için harcamaları gereken) zaman
miktarından bilinir (ki İfrit, Belkıs’ın tahtını, oturan kimsenin yerinden
kalkmasından daha çabuk getireceğini söylemişken; Berhiya, bunu gözün açılıp
kapanmasından önce gerçekleştireceğini söylemiştir).
Gözün, baktığı şeyi algılaması; oturan kimsenin yerinden kalkmasından daha çabuktur. Çünkü algılamanın gerçekleşebilmesi için geçen zaman, bakışın baktığı nesneye ulaşması için geçen
zaman kadardır — ve bakan kişiyle bakılan nesne arasında belli bir uzaklık olmasına
rağmen, göz açıldığı anda bakış, sabit yıldızlar feleğine ulaşır. Ve (göz kapanıp da)
bakış, bakılan nesneden çekildiği anda, algılama yok olur. Ne var ki, insanın
yerinden kalkması hiçbir zaman böylesi bir hızda gerçekleşmez.
Böylece, Berhiya, işin yerine getirilmesinde cinden daha kusursuz oldu; öyle ki, Asaf bin Berhiya’nın (tahtı getireceğini) söylemesi ile (tahtı) getirmesi aynı anda gerçekleşti. O anda
Süleyman, “Belkıs’ın tahtını yanıbaşında duruyor olarak gördü” [Neml Suresi, 27/40]
— (Allahu Teala) bu tahtı, yer değiştirmeksizin, kendi yerinde duruyor olduğu halde
algıladığı sanılmasın diye (böyle buyurdu).
Bize göre aktarım zamanın birlenmesiyle [ittihad] (göz açıp kapayıncaya kadar geçen
kısa bir zaman içerisinde) olmayıp, ancak (Seba şehrinde) yokedilişle [idam] ve
(Süleyman’ın huzurunda) varedilişle [icad], bunu bilenden başkasının
kavrayamayacağı bir şekilde oldu — ki, Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: “Onlar,
yeni yaratılış konusunda şüphededirler” [Kaf Suresi, 50/15]. Görüyor oldukları şeyi
görmedikleri bir zaman dilimi yoktur.
Bu iş, bizim sözünü ettiğimiz gibi olduğunda; tahtın, bulunduğu yerden yok [madum] olması ve Süleyman’ın huzurunda – yaratılışın Nefesler’le yenilenmesi yoluyla– varolması (herhangi bir zaman
geçmeksizin) aynı anda oldu. Ama ilmin bu kadarı hiç kimsede yoktur. Gerçekten de
hiç kimse, kendine ilişkin olarak herbir Nefes’te yok olup sonra varolduğunun
bilincinde değildir.
Ve sen, “yokolur, sonra varolur” sözündeki “sonra” [sümme] sözcüğünün zamanın
geçmesine işaret ettiğini düşünme; bu doğru değildir. “Sümme” sözcüğü, Araplar
tarafından özel durumlarda mantıksal önceliği belirtmek için kullanılır. Tıpkı şairin
şu sözünde olduğu gibi: “Mızrak öne doğru fırladı, sonra titreşti..” Öne doğru
fırlamayla, titreşme aynı anda olduğu ve ikisi arasında bir zaman geçmesi sözkonusu
olmadığı halde, şair burada “sümme” sözcüğünü kullandı. Bunun gibi, Nefesler
yoluyla yaratılışın yenilenmesinde, yokluk anıyla varlık anı arasında bir zamanın
geçmesi sözkonusu değildir — tıpkı Eş’arilerin, arazın yenilenişine ilişkin olarak
söyledikleri gibi.
Belkıs’ın tahtının (Süleyman’ın huzurunda) ortaya çıkması meselesi, yukarıda
sözünü ettiğimiz yeni yaratılışı bilmeyen kimseler için içinden çıkılması en zor
meselelerdendir. Asaf’ın üstünlüğü, sadece tahtın yeniden yaratılışını Süleyman’ın
meclisinde ortaya çıkarma konusunda oldu. Söylediklerimizi anlayan kimse, tahtın
bir mesafe katetmediğini, yeryüzünün taht için dürülmediğini ve tahtın yeryüzünü
yarıp geçmediğini bilir. Ve (Belkıs’ın tahtının yer değiştirmesi) orada bulunan Belkıs
ve adamlarına karşı –Süleyman’ın daha da azametli olduğu anlaşılsın diye–
Süleyman’ın bazı adamları eliyle gerçekleşti.
Ve bunun nedeni, Allahu Teala’nın, “Biz, Davud’a Süleyman’ı bağışladık” [Sâd
Suresi, 38/30] sözünden açık olarak anlaşıldığı üzere, Süleyman’ın Davud’a Allah’ın
hediyesi olmasıdır — ve hediye, veren kişinin, herhangi bir şeyin karşılığı olmaksızın
veya hakedilmiş olmaksızın verdiği bağıştır. Ve Süleyman, (zahirî ilahi halifelik,
Süleyman’da, babası Davud’dan daha kusursuz bir şekilde zahir olduğundan,
Davud için) öncekini geçen bir nimet, (kıyamet günü, gerek kendi ayn’ı ve gerekse
ümmetinin aynları üzerine) apaçık delil ve (düşmanlarına karşı) etkili bir darbedir.
Ve Süleyman’ın ilmine gelince, buna Hak Teala’nın, “Biz Süleyman’a öğrettik”
[Enbiya Suresi, 21/79] sözünde işaret edilmiştir. Ve Süleyman’ın (görülen davadaki)
verdiği hüküm, Davud’un verdiği hükümle çelişmektedir. Ve hükmü ve ilmi herkese
Allahu Teala vermiştir. Davud’un ilmi, Allah tarafından kendisine verilmiş bir
ilimdir. Ve (Davud’la Süleyman’ın hüküm verdiği) meselede, Süleyman’ın ilmi,
Allah’ın ilmidir; çünkü (zat tecellisi sırasında Süleyman’ın varlığı fani olduğundan)
dolayımsız olarak O hüküm verdi. Böylece Süleyman, doğruluk makamında Hakk’ın
tercümanı oldu.
Bu şekilde Süleyman, bir meselede Allah’ın hükmünde isabet eden, yani verdiği
hüküm Allah’ın hükmüyle aynı olan bir müctehid gibidir. Eğer müctehid kendi
nefsiyle veya Allah’ın, Resulüne vahyettiği şeyle bir mesele hakkında (doğru bir)
hüküm verecek olursa, onun için iki ecir vardır. Kendisinde ilim ve hüküm
bulunmakla birlikte, verdiği bu belirli hükümde yanılan müctehid için ise (gösterdiği
çabaya karşılık) bir ecir vardır. İmdi, Muhammed’in (sav) ümmetine, hüküm
konusunda hem Süleyman’ın rütbesi hem de Davud’un rütbesi verildi. Bu ne şerefli
bir ümmettir!
Belkıs tahtını gördüğünde, aradaki uzaklığı bildiğinden ve bu kadar kısa bir sürede
tahtın (Seba şehrinden Süleyman’ın meclisine) gelmesinin kendisince olanaksız
olmasından dolayı, “Sanki o” [Neml Suresi, 27/42] dedi. Ve yaratılışın benzerler ile
yenilenmesine ilişkin olarak söylediklerimiz bakımından doğru söyledi. Tahtı, (suret
olarak) o tahttır ve Belkıs’ın sözü doğrudur. Nitekim sen, yenilendiğin anda,
(varlığın itibarıyla değil ama, değişmez ayn’ının sureti olan suretin itibarıyla) önceki
anda olduğunun ta kendisisindir.
Sonra, köşke ilişkin olarak ettiği tenbih, Süleyman’ın ilmindeki kemale işaret eder.
“Ona ‘köşke gir’ denildi..” Ve köşk camdan olup kusursuz bir şekilde saydamdı.
“..Ve onu gördüğünde, su sanarak, elbisesi ıslanmasın diye elbisesinin paçalarını
kaldırdı” [Neml Suresi, 27/44]. Bu şekilde (yani, camın suret olarak suyun aynı
olmakla birlikte varlık olarak suyun aynısı olmadığını göstererek) Süleyman, Belkıs’a
tahtının da bunun gibi olduğuna tenbih etti. Ve işte bu, insafın son noktasıdır; çünkü
bu tenbihle, Belkıs’ın “sanki o” sözündeki isabetini ona bildirdi.
Belkıs bunun üzerine şöyle dedi: “Yarabbi, kuşkusuz ben kendi nefsime zulmettim
ve Süleyman ile..” –yani Süleyman’ın İslam’ı ile– “..Alemlerin Rabbine teslim
oldum” [Neml Suresi, 27/44]. Böylece teslim olmaklığı, alemlerden olan Süleyman’a
değil Alemlerin Rabbine’dir. Dolayısıyla, “Musa ve Harun’un Rabbine” diyen
Firavun’un tersine, nasıl ki resuller Allahu Teala’yı itikatlarıyla kayıtlamıyorlarsa,
Belkıs da aynı şekilde, teslim olmaklığında Allahu Teala’yı kayıtlamadı. Gerçi
Firavun’un bu teslimiyeti bir yönden Belkıs’ın teslimiyetine yetişir ama Belkıs’ınki
kadar sağlam değildir. Dolayısıyla Belkıs, Allah’a teslimiyette Firavun’dan daha
fazla anlayış sahibiydi. Ve Firavun, zamanın hükmü altındaydı ve bundan dolayıdır
ki, “İsrailoğulları’nın iman ettiklerine iman ettim” [Yunus Suresi, 10/90] diyerek
imanını (Nebiler’in değil, İsrailoğulları’nın imanına) özgüledi. Ve bu özgülemeyi,
büyücülerin, “Musa ve Harun’un Rabbi” dediklerini görmüş olduğundan dolayı
yaptı.
Belkıs’ın İslam’ına gelince; onun İslam’ı, “Süleyman ile..” demiş olmasıyla,
Süleyman’ın İslam’ının aynısı oldu ve böylelikle Süleyman’a tabi oldu. Ve Süleyman
akaid olarak neyi izlediyse, Belkıs da onu izledi. Aynı şekilde (yani, Belkıs’ın
Süleyman’a tabi olup, onu izlemesi gibi), bizler Rab Teala’nın üzerinde bulunduğu
dosdoğru yol üzerindeyiz. Ve alınlarımız O’nun elinde olduğundan, O’ndan ayrı
düşmemiz olanaksız bir şeydir.
Ve (O bizim batınımız olduğundan) biz örtük bir şekilde O’nunla birlikteyiz ve (biz O’nun zahiri olduğumuzdan) O açıktan açığa bizimle birliktedir — çünkü O, hiç kuşkusuz şöyle demiştir: “Nerede olursanız olun, O sizinle birliktedir” [Hadîd Suresi, 57/4]. Ve bizler, alınlarımızdan bizi tutmuş
olmasıyla Hak ile birlikteyiz. İmdi, Hak Teala kendi dosdoğru yolunda bizimle
yürüyor olmasından dolayı Kendi nefsiyle birliktedir. Böylece, alemde dosdoğru yol
üzerinde, yani Rabb Teala’nın yolu üzerinde olmayan hiç kimse yoktur. Ve Belkıs,
Süleyman’ın da böyle olduğunu (yani, “Allah” İsminin mazharı bir İnsan-ı Kâmil
olan Süleyman’ın mutlak Rabb’in dosdoğru yolu üzerinde yürüyor olduğunu ve ona
tabi olmanın, Alemlerin Rabbi Allah’a tabi olmak demek olduğunu) bilmiş
olduğundan, herhangi bir alemi özgülemeksizin, “..Alemlerin Rabbi olan Allah’a”
dedi.
Ve Allahu Teala’nın kendisinden sonra hiç kimseye layık olmayan bir mülk olarak
kendisine özgü kıldığı ve Süleyman’ın, bu özgü kılınma sebebiyle başkalarından
üstün olduğu teshîr’e gelince: Bu, Süleyman’ın “emr”iyle olan bir teshîrdir.
Bundandır ki, Hak Teala şöyle buyurdu: “Biz rüzgarı ona müsahhar kıldık; onun
emriyle eser” [Sâd Suresi, 38/36]. (Süleyman’a özgü kılınanın teshîr olduğu
söylenemez) çünkü Allahu Teala, herbirimiz için herhangi bir şeyi özgülemeksizin
şöyle buyurdu: “Allahu Teala göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size müsahhar
kıldı” [Casiye Suresi, 45/13] — ve Allahu Teala burada rüzgarın ve yıldızların ve
bundan başka olan herşeyin teshîrinden sözetti.
Ama (bu teshîrin ortaya çıkması) bizim emrimizle değil, Allah’ın emriyledir. İmdi, eğer anladıysan, cenab-ı Süleyman
ancak –cem’iyet ve himmet olmaksızın– tek başına, soyut emre özgü kılındı. Böyle
diyoruz, çünkü biliyoruz ki, (kâmil olan) nefsler cem’iyet makamında
bulunduklarında, alemdeki cisimler hiç kuşkusuz bu (kâmil) nefslerin himmetleriyle
edilgin [münfail] olurlar. Ve biz bunun böyle olduğunu bu yolda gördük. İmdi,
Süleyman, bir kimseye teshîr etmeyi dilediğinde, himmetsiz ve cem’iyetsiz olarak
yalnızca emri dile getirdi.
Bil ki –Allah kendi tarafından ruh ve başarıyla seni de bizi de teyit etsin– bir kula
verilecek böylesi bir bağış, bu kimsenin ahiret mülkünü eksiltmez ve bu mülkün
hesabı kendisinden sorulmaz. İşte, Süleyman aleyhisselam böylesi bir mülkü
Rabbinden istedi. Yoldaki deneyimleme; eğer Süleyman, başkaları için verilmesi
bekletilen bağışın kendisi için çabuklaştırılmasını dileyecek olursa (talep kulun kendi
nefsinden geldiğinden dolayı), verilen bu bağışın hesabının ahirette kendisinden
sorulmasını gerektirir.
Allahu Teala Süleyman’a, “Bu Bizim bağışımızdır..” dedi — ve (genel bir ifade kullanıp) bu bağışın Süleyman için veya başkaları için olduğunu söylemedi ve şunu ekledi: “..Hesabı sorulmaksızın ister kendine sakla, ister
başkalarına dağıt!” [Sâd Suresi, 38/39]. Yol’daki deneyimlemeden şunu bildik ki,
Süleyman’ın bu mülkü istemesi, Rabbinin emri doğrultusunda oldu. Ve talep ilahi
emir üzerine olunca, isteyen kişi –Hak Teala, bu isteği ister hemen yerine getirsin
veya isterse yerine getirmeyi geciktirsin– bu isteğinden dolayı tam bir ecir kazanır;
çünkü kul Allahu Teala’nın kendisine yönelik emrine uyarak dileyişte bulunmakla,
O’nun kendi üzerine zorunlu kıldığı emri yerine getirmiştir. İmdi, eğer Rabbinin
emri olmaksızın kendi isteği doğrultusunda dileyişte bulunacak olursa, Rabbi ona bu
sebepten dolayı elbette hesap sorar.
Ve Allahu Teala’dan istenen her şey için bu böyledir. Allahu Teala, Nebisi
Muhammed’e (sav) şöyle dedi: “De ki: Rabbim, ilmimi artır!” [Taha Suresi, 20/114].
Bunun üzerine o, Rabbinin emrine uyarak daha fazla ilim ister oldu. Hatta kendisine
ne zaman süt verilse, verilen sütü “ilim” olarak yorumlardı. Rüyasında kendisine
verilen bir kap sütü içerek, kalanını Ömer bin Hattab’a verdi. (Bu rüyasını
anlatırken) “Sütü ne olarak yorumladınız?” diye soranlara, “ilim olarak” karşılığını
verdi. Ve yine Gece Yolculuğu [isra] sırasında, melek kendisine, içlerinde süt ve şarap bulunan iki kap getirdi. Sütü içtiğinde, melek kendisine, “Fıtratta isabet ettin, Allah da ümmetini sana eriştirsin” dedi. Dolayısıyla, ne zaman ki rüyada süt görülecek olsa, bu süt suretinde görünen “ilim”dir — tıpkı Cebrail’in Meryem’e beşer suretinde görünmesi gibi.
Resulallah (sav), “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” buyurmuş
olmakla, insanların dünya hayatında gördükleri her şeyin, uyuyan kimsenin
rüyasında gördüğü hayallerden farksız olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla (bu
dünyada gördüğümüz suretlerin de) yorumlanması gereklidir.
Bütün varoluş bir hayaldir ama hakikatte de Hak’tır.
Bunu gerçekten anlayan kişi Yol’un sırlarına erişmiştir.
Böylece, Resulallah’a ne zaman süt ikram edilse –bu sütü ilmin sureti olarak görüyor
olmasından ve bu ilmin artmasını istemekle emrolunmasından dolayı– “Allahım,
onu bizim için bereketli kıl ve onu bizim için çoğalt!” derdi. Ve sütten başka bir şey
ikram edildiğinde ise, “Allahım, onu bizim için bereketli kıl ve bizi bundan
hayırlısıyla doyur” derdi. İmdi, Allahu Teala, Kendisi tarafından istenmesi
emrolunan bir isteğe karşılık olarak verdiği şeyden dolayı ahirette hesap sormaz.
Ve Allahu Teala, Kendisi tarafından emrolunmaksızın istenen bir şeyi verdiğinde ise, iş
Allahu Teala’ya kalmıştır — dilerse hesap sorar veya dilerse hesap sormaz. Ve ben
Allah’tan özellikle ilim isterim ki, verdiği bu ilmin hesabını benden sormaz. Çünkü,
ilminin artmasını istemesi yolunda Nebisine yönelik emri, aynı zamanda ümmetine
de yönelik bir emirdir. Çünkü Allahu Teala, “Elbette sizin için Resulallah’ta güzel bir
örnek vardır” buyurmaktadır [Ahzab Suresi, 33/21]. Ve anlaması Allah’tan olan
kimse için, Resulallah Efendimiz’den daha güzel hangi örnek vardır?
Ve eğer biz Süleyman’ın makamı üzerine söylenebilecek her şeyi ortaya koymuş
olsaydık, öğrendiğin şeyden dehşete düşerdin. Çünkü bu yolun çoğu alimi,
Süleyman’ın hallerini ve mertebesini bilmediler. Halbuki iş, onların sandıkları gibi
değildir.
ALINTIDIR.
Bir yanıt yazın