Bil ki, kalb –yani, Allah’ı arif olanın (yani, İnsan-ı Kâmil’in) kalbi– (katıksız rahmetten verilen ilahi bir bağış olduğundan) ilahi rahmettendir ve ilahi rahmetten daha geniştir. Çünkü böylesi bir kalp kendi içerisine Hakk’ı sığdırır. Hakk’ın rahmeti ise –genel anlayışa göre– Hakk’ı kapsayamaz. Ve bu anlayışa göre Hak rahmet edendir, rahmet olunan değil. Böyle olunca, O’na rahmet olunması sözkonusu değildir. Ariflerin (Hakk’ın, cem-i ahadiyet makamında rahmet eden ve kesret ve tafsil makamında rahmet olunan olduğu ve dolayısıyla Hakk’ın rahmetinin Hakk’ı kapsadığı yönündeki) anlayışı ise; Allahu Teala’nın, Nefsini –(soluk vermek ve rahatlamak anlamındaki) “tenfis” sözcüğünden gelen– “Nefes”le nitelendirmiş olmasına dayanır.
Ve İlahi İsimler, adlandırılanın ta kendisi olup, bu da Hak’tan başkası değildir. Ve İsimler, kendi hakikatlarının verdiği şeyi talep ederler ki, bu da alemden başkası değildir. Böyle olunca uluhiyet ilah-kılan [me’luh] ister; rububiyet de rab-kılan [merbub] ister — başka türlü (yani, ilah-kılan ve rab-kılan olmaksızın), bunların (yani, uluhiyet ve rububiyetin) ayn olmaklıkları sözkonusu olmayıp, varlık ve takdir yönünden var olmaları ilah-kılan ve rab-kılan sayesindedir. Ve Hak, zatı yönünden alemlerden gani iken, bu durum rububiyet için sözkonusu değildir. İmdi iş, rububiyetin alemi talep etmesiyle, Zat’ın alemlerden gani olması arasında kalmış gibi gözükse de, rububiyet hakikati ve nitelenişinde [ittisaf], bu Zat’ın ta kendisidir, başka değil.
İmdi, nisbetlerin hükmü birbirine zıt olunca, Hak Kendi nefsini “kullarına şefkat gösterici” [Bakara Suresi, 2/207] olarak niteleyerek, bunu ilahi haber yoluyla bildirdi. Hakk’ın Rahman’a nisbet olunan Nefes ile –rububiyet mertebesinde– verdiği ilk Nefes (yani, feyz-i mukaddes); rububiyetin ve bütün İlahi İsimler’in talep etmekte olduğu alemi vareden Nefes’tir. Bu yönden, hiç kuşkusuz, Hakk’ın rahmeti her şeyi içerisine aldı; hatta Hakk’ı da içerisine aldı. Bu durumda, rahmet, kalpten daha geniştir; ya da rahmetin genişliği kalbin genişliğine denktir — ki bundan daha önce söz edilmişti.
Sonra, bil ki, Hak Teala sahih haberde kesinlenmiş olduğu üzere, çeşitli suretlerde tecelli eder ve hiç kuşkusuz Hak Teala kalbe sığdığında, kalbe O’nun yanısıra O’ndan başka olan hiçbir mahlukat sığmaz — O, bu şekilde bütün kalbi doldurur. Ve bunun anlamı şudur: Kalbin, Hakk’ın tecellisi sırasında Hakk’a bakarken, bunun yanısıra başkasına bakması mümkün değildir. Ve arifin kalbi Beyazıd Bestami’nin dediği gibi öylesine geniştir ki, “Arş ve onun içerisinde olan her şey, yüzbinlerce kez daha büyük olsaydı, arifin kalbinin bir köşeciğinde olurdu ve onun farkına bile varmazdı.” Ve Cüneyd, bu konuya ilişkin olarak şöyle demiştir: “Sonradan olan Kadîm Olan’a bitiştiğinde, bu sonradan olandan eser kalmaz.” Öyleyse, Kadîm Olan’ı içine alan bir kalp, nasıl olur da o sonradan olanı –var olsa bile– duyumsar?
Ve Hakk’ın çeşitli suretlerde tecelli etmesinden dolayı kalp, ilahi tecelli suretlerine göre zorunlu olarak genişler veya daralır. Çünkü kalp kendisinde ortaya çıkan tecelli suretlerinden fazlası değildir. Çünkü arifin veya İnsan-ı Kâmil’in kalbi, yüzük taşının yuvası gibidir ve yüzük taşı, yuvasından fazlalıklı olamaz. Eğer yuva yuvarlaksa, yüzük taşı da yuvarlak; eğer yuva dörtgen, altıgen veya sekizgen ise yüzük taşı da dörtgen, altıgen veya sekizgendir. Yuva hangi şekilde ise, yüzük taşı da yuvanın bu şeklini alır ve bunun başka türlü olması sözkonusu değildir.
Bu söylenenler, ehlullahın, “Hak, kulun istidadına göre tecelli eder” sözüyle işaret ettikleri şeyin tersidir ve durum onların söyledikleri gibi değildir; çünkü kul, Hakk’ın kendisine tecelli ettiği suretle ve bu suret kadarıyla Hakk’a zahir olur. Ve meselenin aslı şudur ki; Allah’ın iki türlü tecellisi vardır ve bunlar gayb tecellisi ve şuhud tecellisidir. Gayb tecellisi ile, kalbin üzerinde bulunduğu istidadı verir. Ve bu gayb tecellisi, hakikatı gayb olan zat tecellisidir. Ve bu gayb tecellisi, Hakk’ın (Kur’an’da) Kendi nefsinden haber verdiği Huviyeti’dir. İmdi (Hakk’ın Huviyeti olan) bu zat tecellisinin sürekli ve sonsuza dek Hak için olmaklığı bir an için olsun ortadan kalkmaz.
Kalpte bu istidat ortaya çıkınca, Hak bu kalbe şehadette (yani, şehadet aleminde) şuhud tecellisiyle tecelli eder. Böylelikle kalp, kendisinde ortaya çıkan tecelli suretiyle zahir olur — ki bundan söz etmiştik. Sonra Hak, Kendisiyle kulu arasındaki örtüyü [hicab], “O, her şeye halkını verdi” [Taha Suresi, 20/50] sözüyle kaldırdı. Böylelikle (itikat sahibi olan) kul, Hakk’ı kendi itikadı suretinde gördü. Dolayısıyla Hak, kulun itikadının ta kendisidir. Ve, kalp ve göz Hakk’a ilişkin olarak kendi itikat ettiği suretten başkasını müşahede etmez. İmdi, itikat edilen Hak, sureti, iman sahibinin kalbine sığan Hak’tır — ve kalbe tecelli eden bu itikat edilen Hak’tır ki, böylelikle kalp O’nu bilir. Dolayısıyla göz, itikat edilen Hak’tan başkasını görmez. Ve itikatların çeşitliliği apaçık ortadadır. Hakk’ı (kendi itikadıyla) kayıtlayan kişi, başka itikatlardaki Hakk’ı inkar eder ve O’nu ancak kendi kayıtladığı itikadınca tecelli ettiğinde, ancak o zaman kabul [ikrar] eder. Ve Hakk’ı herhangi bir kayıtla kayıtlamayan kişi, Hakk’ın herbir suretteki değişimini inkar etmeyip kabul [ikrar]
eder. Ve Hakk’ın sonu gelmez bir şekilde kendisine tecelli ettiği herbir suretin kadrini Hakk’a verir.
Ve yine arifler için Allah’ı bilmenin sonu olmadığından, kendileri için durabilecekleri bir son yoktur. Arif olan kişi, “Rabbim, ilmimi artır! Rabbim, ilmimi artır!” diyerek, Allah’ı bilme yönünde hep daha fazlasını ister. Böyle olunca iş, iki taraftan da bitimsizdir (yani, bir yandan Hakk’ın tecellileri sonsuz olduğu gibi, öte yandan bu tecelliler yoluyla Hakk’ı bilmenin de bir sonu yoktur). Bu durum, Hak ve halk arasında bir ayrım gözettiğin zaman böyledir. Ve sen Allahu Teala’nın, “Ben kulumun yürüdüğü ayağı, tuttuğu eli ve söylediği dili olurum” –ve diğer yetileri ve bu yetilerin bulundukları uzuvları olurum– sözüne bakarsan (Hak ile halkı) birbirinden ayıramazsın. Böyle olunca, “herşey Hak’tır” veya “herşey halktır” dersin. İmdi o, bir bakımdan halk ve bir bakımdan da Hak’tır — ve ayn bir’dir. Dolayısıyla tecelli suretinin ayn’ı ile, bu tecelli suretini kabul edenin ayn’ı bir’dir. Böylelikle O, (Batın olmaklığı itibarıyla) tecelli eden ve (Zahir olmaklığı itibarıyla) tecelli olunandır. İmdi huviyeti dolayısıyla (bir olan) ve Güzel İsimleri’nin hakikatlerinde aleme nisbeti dolayısıyla (çok olan) Hakk’ın varlığının ne kadar şaşılası olduğuna bak!
İmdi olan (mevcud-i âkil) kimdir ve olan (meşhud-i gayr-i âkil) nedir? Olanda ayn (ayn-ı vahid) vardır — o ayn, olanın kendisidir. Onu (ayn-ı vahid’i) genelleştiren kimse onu özgülleştirir Ve onu özgülleştiren kimse de onu genelleştirir. Bir-olan-ayn vardır, böyle olunca Nurun ayn’ı ile karanlığın ayn’ı birdir. İmdi, bundan gafil olan kimsenin nefsi (taayyün perdesiyle) örtülüdür Ve bizim bu söylediklerimizi ancak himmet sahibi olan kul bilir. Kur’an’da, “Bunda hiç kuşkusuz kalp sahibi olanlar için öğüt vardır” [Kaf Suresi, 50/37] buyurulmuştur. Çünkü kalp, çeşitli suretler ve sıfatlar yoluyla dönüşüme uğrar. Ve Hak Teala, “akıl sahibi olanlar için” dememiştir; çünkü akıl kayıtlar ve Emr’i tek bir niteliğe özgü kılar. Halbuki hakikat, işin aslında böylesi bir özgülenmeyi kabul etmez. Dolayısıyla Kur’an akıl sahipleri için bir öğüt değildir. Onlar, itikat sahipleridir ki, birbirlerini kafirlikle suçlar ve lanetlerler. Ve onların yardımcısı yoktur. Çünkü, itikat edilen bir ilahın başka bir itikat edilen ilah üzerinde herhangi bir hükmü yoktur. İtikat sahibi kimse, kendi itikat ettiği ilahı savunur ve ona yardım ederken; bu itikat ettiği ilah ona herhangi bir yardımda bulunmaz. Bundan dolayıdır ki, karşı taraftakinin itikat ettiği ilah üzerinde herhangi bir etkide bulunamaz. Ve yine karşı taraftaki için de itikat ettiği ilahtan kendisine bir yardım gelmesi sözkonusu değildir. Dolayısıyla, bunlardan hiçbirinin yardım edeni yoktur. Bu, Hakk’ın itikat sahibinin hiddet-i infiradı üzere itikat edilen ilahtan yardımı olumsuzlamasından dolayı böyledir. Ve yardım edilen, bütün itikatları kendinde toplayandır [cemî] ve yardım eden de, bütün bu itikatların toplamıdır [mecmû]. Böyle olunca Hak, arif tarafından (hiçbir şekilde) inkar olunmaksızın bilinir. Bu
dünyada bilenler, ahirette de bileceklerdir. Bundan dolayıdır ki, Hak Teala, “kalbi olanlar için” [Kaf Suresi, 50/37] buyurmuştur — arif kişi, kalbin (bütün mertebelerdeki) suret ve şekillerde dönüşüme uğraması nedeniyle, Hakk’ın (birbirinden farklı) suretlerde dönüşüme uğradığını bilir. Arif kişi, Hakk’ın nefsini kendi nefsi yoluyla tanır. Arif kişinin nefsi Hakk’ın huviyetinden başkaca bir şey değildir ve kevnde varolan hiçbir şey Hakk’ın huviyetinden başkaca bir şey olarak varolmayıp, varolan herşey Hakk’ın ta kendisidir. Dolayısıyla, bu suretlerde bilen, anlayan ve kabul eden Hak’tır ve bir diğer suret’te bilmeyen, anlamayan ve inkar eden de yine Hak’tır. İşte bu (sözü edilen hakikatler), Hakk’ı tecelli yoluyla, ve ayrımsızlığın ta kendisinde [ayn-ı cem] müşahede yoluyla bilen kimsenin deneyimlediği bir şeydir. Bu kimse, (“Müminin kalbi, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onu istediği yöne çevirir” biçimindeki) Hakk’ın sözü gereğince, Hakk’ın (birbirinden farklı suretlerde) dönüşüme uğramasıyla çeşitlenen bir kalp sahibi olan kimsedir.
Ama iman ehli olanlar, Hakk’a ilişkin olarak haber verdikleri şeyler konusunda, nebi ve resulleri taklit edenlerdir. İnkar ehlini taklit edenler ve gelen haberleri kendi aklî delillerine dayandırarak yorumlayanları taklit edenler ise, (nebi ve resulleri) taklit eden (iman ehli) kimseler değillerdir. İman ehli olanlara, Allahu Teala tarafından, nebilerin dilleri üzere gelen ilahi haberlere “kulak verenler” [Kaf Suresi, 50/37] olarak işaret edilmiştir. Ve kulak veren böylesi bir kimse şehid’dir. Allahu Teala, (“ve onlar şehiddirler” sözüyle) hayal hazretine ve bu hayal hazretinin kullanılmasına dikkat çekmektedir. Ve buna Resulallah Efendimizin (sav) şu sözleriyle işaret edilmiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir” ve “Allahu Teala, namaz kılan kimsenin kıblesindedir.” İşte bundan dolayıdır ki, böylesi bir kimse şehid’dir.
Ve düşünsel kurgulama sahibini taklit eden ve düşünsel kurgulama ile kayıtlı olan kimse, kulak veren kimse değildir. Çünkü, kulak veren kimsenin, bizim sözünü ettiğimiz şeyi şehid olması kaçınılmazdır. Ve bizim sözünü ettiğimiz şeyi şehid olmayan kimse, bu ayet ile kastedilen kimse değildir. Bu kimseler (yani, düşünsel kurgulama sahipleri), Allahu Teala’nın kendileri hakkında, “Kendilerine uyulanlar, kendilerine uyanlardan yüz çevirdiklerinde..” [Bakara Suresi, 2/166] buyurduğu kimselerdir. Resuller ise, kendilerine uyanlardan hiçbir zaman yüz çevirmezler.
İmdi ey dostum, bu “kalp hikmeti”nde senin için sözünü ettiğim şeyi iyice anla. Ve “kalp hikmeti”nin (ismi, “şube” sözcüğünden türeyen) Şuayb’a özgü kılınması, “kalp hikmeti”nde şubelenme olmasından dolayıdır. Yani, bu hikmet belli bir şubeye özgü değildir, çünkü her itikat bir şubedir. Dolayısıyla itikatların toplamı birçok şubelerden oluşur. Böyle olunca, perde açıldığında, herbir kimse için itikat ettiği şey ölçüsünde açılır. Kimileyin ise itikat ettiği şeyin tersine bir şekilde açılır — tıpkı Allahu Teala’nın şu sözünde olduğu gibi: “Kıyamet günü onlara zannetmedikleri şey Allah’tan zahir olur” [Zümer Suresi, 39/47].
Bu açılmaların [inkişaf] çoğu ilahi hükümlere ilişkindir. Nitekim bir Mutezili, tevbe etmeksizin ölen isyankar bir kimse için Allah’ın (cezalandırma) tehdidini yerine getireceğine itikat eder. Ama, Allah, ölen bu kimseye inayet edip herhangi bir ceza vermeyecek olursa, (itikat ettiğinin tersine) Allah’ın Gafûr ve Rahman olduğunu görür — dolayısıyla da, zannetmediği şey Allah’tan zahir olur.
Ve Huviyet’e ilişkin olarak perdenin açılmasına gelince: Kulların kimisi, kendi itikatlarında Allah’ın muhakkak şöyle ve böyle olduğuna kesinkes inanır. Perde açıldığında itikat ettiği şeyin suretini görür — ve bu suret itikat ettiği Hak’tan başkası değildir. Ve düğüm (yani, kalbi bağlayan itikat düğümü) çözülür. Böylelikle de itikadın ortadan kalkmasıyla, (Hakk’ı) müşahede yoluyla bilir. Görüşün keskinlik kazanmasından sonra, zaaf ve düşüncenin noksanlığı artık geri gelmez.
Hak –birbirinden farklı suretlerde tecelli etmesindendir ki– kimi kullarına da görüm [rü’yet] indinde itikat ettikleriyle uyuşmaz bir şekilde zahir olur. Çünkü tecellide tekrar yoktur. Böylece kimi kullar için, gördükleri bu yeni suret huviyete ilişkin itikatları olur. Ve Huviyet hakkında zannetmedikleri şey, perdenin açılmasından önce Allah’tan kendilerine zahir olur.
Ve biz, Tecelliyat adlı kitabımızda, ölümden sonra Allah’a ilişkin marifetteki [maarifi ilahî] ilerlemeden ve keşf sırasında ehlullahtan bir araya geldiğimiz kişilere, bu mesele hakkında bilmedikleri bazı şeyleri anlattığımızdan söz etmiştik.
İnsanın sürekli ilerleme halinde olması hiç kuşkusuz çok şaşılası bir iştir. Ve insan, örtünün inceliğinden ve suretlerin birbiriyle benzeşmesinden dolayı, bu ilerlemenin farkına varamaz. Ve bu suretlerin benzeşmesine, Hak Teala’nın, “Cennet ehline bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiğinde, ‘Bu, önceden dünyada bize verilenlerdendir,’ derler” [Bakara Suresi, 2/25] sözünde işaret edilmiştir. Halbuki bir rızık, bir diğer rızkın aynısı değildir. Çünkü benzeşen iki şey birbirlerine benzeş olmalarından dolayı, arif için iki farklı şeydir. Ve tahkik ehli bir kimse bir’de [vahid] çokluğu [kesret] görür. Ve, İlahi İsimler’in tek bir şeye delalet ettiklerini ve her ne kadar hakikatleri çeşitli ve çok ise de, delalet ettikleri şeyin hiç kuşkusuz bir-olan-ayn [ayn-ı vahid] olduğunu bilir. İmdi bu, bir-olan-ayn’da akılla-kavranabilir olan bir çokluktur. Tecellide, bir-olan-ayn’daki çokluk müşahede edilir. Nitekim heyula, bütün suretler için varsayılan bir şeydir; ve çokluklarına ve çeşitliliklerine rağmen bütün bu suretler hakikatte bir-olan-cevhere [cevher-i vahid] dönerler — ki, bu birolan-cevher de bu suretlerin heyulasıdır. Nefsini bu marifetle bilen kişi, hiç kuşkusuz Rabb’ini bilir. Çünkü Hak, insanı Kendi Sureti üzere yaratmıştır. İnsan Hakk’ın huviyetinin ve hakikatinin ta kendisidir. Bundandır ki, resuller ve sufiler arasındaki ilahiyyun’dan başkaca hiçbir alim, nefsin marifetine ve hakikatine ulaşamadı.
Öncekilerden ve kelamcılardan kuramcı ve düşünce erbabı olanların, nefs ve nefsin mahiyeti hakkındaki sözlerine gelince: Bunlardan nefsin hakikatine erişmiş olan
yoktur. Ve düşünsel kurgulama hiçbir zaman marifete götürmez. İmdi, düşünsel kurgulama yoluyla, nefsin hakikatini bilmeyi isteyen kişi, şişmeyi semizlik sanır ve ateşsiz odunu üfler. Hiç kuşkusuz bunlar, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş ve batıl olduğu halde, iyi işler yaptıklarını sananlardır. İmdi, bir işi uygun düşenden (yani, keşf yolundan) başka bir yoldan isteyen kişi, o işin hakikatine erişmek konusunda başarılı olamaz.
Ve Hak Teala, alem hakkında ve alemin her Nefes’te yeni yaratılışla [halk-ı cedid] bir-olan-ayn’da dönüşüme uğraması hakkında ne güzel buyurmuştur! Belli bir kesim ve belki de alem ehlinin çoğu hakkında, “Onlar yeni yaratılış konusunda şüphededirler” [Kaf Suresi, 50/15] buyurdu. Dolayısıyla bu kimseler, alemin her Nefes’te yenilendiğini bilmezler.
Ama Eş’ariler, yeni yaratılışın [halk-ı cedid] bazı varlıklar, yani arazlar için sözkonusu olduğunu, Hisbaniyye’den olanlar ise alemin bütünü için sözkonusu olduğunu gördüler. Ama kuramcıların hepsi onları cehaletle suçladı. Hisbaniyye’nin hatası, bütün bir alemin başkalaşmasına ilişkin sözlerinin varlığına rağmen, bu suretleri kabul eden akılla-kavranabilir cevherin ayn’ının tek-olmaklığına [ahadiyet-i ayn] akıl yetirememiş olmalarıdır. Halbuki, bu cevher ancak bu (duyumsanabilir olan) suretlerle varolur ve bu suretler de ancak, akılla-kavranabilir olan bu cevherle akledilebilir olurlar. Eğer böyle düşünselerdi, işin aslını bilmiş olurlardı.
Ve Eş’ariler’in hatasına gelince: onların bilmediği şey, (yalnızca bazı varlıkların araz olmakla kalmayıp) alemin bütününün arazların toplamı olduğu ve her an başkalaştığıdır — çünkü araz, iki farklı anda aynı kalmaz. Bu, şeylerin tanımlanmasında apaçık ortadadır; çünkü onlar bir şeyi tanımladıklarında, bu tanımladıkları şeyin araz olduğu, tanımlamalarının kendisinde apaçıktır. Ve bu şeyin tanımında sözü edilen arazlar da, varlığı kendisinden olan cevherin ta kendisi [ayn] ve bu cevherin hakikatidirler. Ve kendi hakikati yönünden cevher, arazdan başka bir şey olmayıp, varlığının kendisinden olması sözkonusu değildir.
İmdi, (onların çelişkili olan görüşüne göre) varlığı kendisinden olmayan şeyin (yani, arazın) toplamından, varlığı kendisinden olan bir şey (yani, cevher) ortaya çıkar — (örneğin) varlığı kendisinden olan cevherin zatî tanımında (bir araz olan) “boşlukta yer tutma” olması gibi. Ve cevherin arazı kabulü, o cevherin zatî tanımıdır. Ve hiç kuşkusuz, kabul arazdır. Çünkü kabul –varlığı kendisinden olmadığı için– ancak kabul-eden’de [kâbil] varolur. Halbuki kabul, cevher için zatîdir. Ve boşlukta yer tutma da arazdır; boşlukta yer tutma da varlığı kendisinden olmayıp ancak boşlukta yer tutan’da sözkonusu olur. Halbuki boşlukta yer tutma ve kabul, tanımlanan cevherin kendisine birer eklenti değillerdir. Çünkü zatî tanımlar, tanımlananın ta kendisi ve huviyetidirler. Böylece, iki farklı anda aynı kalmayan şey, iki veya daha çok farklı zamanda aynı kalmış olur ve varlığı kendinden olmayan şey, varlığı kendinden olan şey haline döner. Ama onlar bunun (yani, söylediklerindeki bu
çelişkinin) farkında değillerdir. “Ve onlar yeni yaratılış konusunda şüphededirler” [Kaf Suresi, 50/15].
Ve keşf ehline gelince, onlar Allah’ın her Nefes’te tecelli ettiğini ve tecellide tekrar olmadığını görürler. Ve yine onlar, her tecellinin yeni yaratılışı ortaya çıkardığını veya (bir önceki) yaratılışı ortadan kaldırdığını müşahede yoluyla görürler. İmdi, yaratılışın fenâsı tecellinin ortadan kalkması iken, yaratılışın bekâsı da, bir sonraki tecellinin yaratılışı ortaya çıkarmasıdır. Öyleyse, anla!
Bir yanıt yazın