Malumdur ki, İslâmiyet’e göre iki daire vardır. Birisi itikat dairesidir ki, her şeyi Cenâb-ı Hakk’tan bilmektir. Yani Allah’ın icadatında ve terbiye ediciliğinde şeriki ve ortağı olmadığı gibi, icraatında ve işlerinde dahi ortağı olamaz. Evet, âlemde hakiki tesir yalnız O’nundur; kâinatta hiçbir varlığın ve sebebin zerre kadar tesiri yoktur. Nasıl ki güneşe karşı tutulan bir ayna, kendi kabiliyetine göre güneşin suretini içine alır, ışığını karşıya yansıtır. Hiçbir zaman o ayna, karşıya yansıttığı ışığın zerresine bile sahip olamaz. Belki o ışığın asıl kaynağı ve sahibi güneştir. Aynen öyle de bütün sebepler vasıtasıyla bize gelen her şeyin asıl kaynağı ve hakiki sahibi Cenâb-ı Hakk’tır. Sebepler ancak birer aynadır; o yaptıkları işlerin bir cüz’üne bile sahip olamazlar. Mesela; bir ağaca baktığımızda; o ağacın yaprak ve çiçek açtığını, meyve verdiğini ve onun içinde çekirdekler yaptığını ve o çekirdeklerde bütün ağacın plan ve projesini yazdığını görüyoruz. Hâlbuki bu işleri, değil o akılsız ve şuursuz ağacın yapması, belki bütün insanlar Eflatun kadar zeki olsalar ve bir araya gelseler ve en son teknolojiyi de kullansalar yine o ağacın yaptığı o mükemmel işleri yapamazlar. Demek o ağaç, yapılan işlerin asıl sahibi değildir; belki o bir aynadır. Ona akseden Kudret-i İlahiye, bütün o işleri yapıp o ağaç vasıtası ile bizlere yansıtıyor. Buna kıyasen insanlardan gelen konuşma ve iyilikler; evliyalardan gelen feyiz ve bereket, âlimlerden gelen ilim ve marifet hatta peygamberlerden gelen iman ve hidâyet, onların asıl malları değildir. Onlar o işlerin en küçüğüne bile sahip olamazlar. Neuzubillah, onları yaptıkları işlerin asıl sahibi kabul etmek, şirk ve dalâlet olur. Evet, itikadın gereği olarak ایا ك نستعین yani “Yalnız senden yardım dileriz.” Ve bütün yardımların asıl sahibi sensin. Bu manada başkalarından yardım istemek ve o yardımı onların asıl malı kabul etmek, şirk olur.
İkincisi esbap dairesidir. Dünya hikmet yeri olduğundan Cenab-ı Hakk’ın adet kanunlarının gereği olarak, her bir neticeyi elde etmek için bir sebep yaratmıştır. Âyet-i kerimede “Şübhesiz ki biz, ona (Zülkarneyn’e) yeryüzünde imkân verdik ve kendisine (istediği) her şeyden bir sebep (ulaşması için bir yol) verdik. Böylece (o da batıya doğru, bir yol) bir sebep ta‘kib etti.” (Kehf 84-85) “Sonra bir sebep (bir yol daha) tuttu. (Kehf, 92)” buyrulmuştur.
Görüldüğü gibi burada bir âyet, sebeplere sarılmanın ve yapışmanın önemine işaret etmek için, aynı surede üç defa tekrar edilmiştir. Ragıb (ra) bu âyetin anlamını şöyle açıklıyor: “Yüce Allah Zülkarneyn’e, neticeye ulaşması için, sebep olabilecek her türlü bilgi ve vasıtayı vermiş; o da bu vasıtalardan birine başvurmuştur. Öyleyse sebep, bir şeyin oluşmasına vesile olandır.” Mesela, ilaçlar şifaya sebep olduğu gibi; su içmek, yemek yemek, havayı teneffüs etmek de yaşamanın sebepleridir. Sonbahar ve kış mevsimleri birçok bitkilerin ve hayvanların ölümüne sebep olduğu gibi ilkbahar ve yaz da onlardan birçoğunun yaratılmasına sebepdir. Çalışmak, ticaret yapıp iş yapmak, maişetin ve gelirin sebepleri olduğu gibi; kendisinden herhangi bir maddi yardım istediğimiz kişiler de, bize gelen o yardımlara birer sebeptirler. Aynı zamanda peygamberler, evliyalar ve âlimler de onların vesilesi ile bize gelen manevi feyiz, bereket ve öğrendiğimiz ilimlere birer sebeptirler. Zira Cenâb-ı Hakk’ın izzeti her şeye üstün gelmesi ve azameti, büyüklüğü ister ki sebepler Kudret-i İlahiye ile yapılan işler arasında perde olsun ta ki aklın zahirine göre çirkin görünen şeyler, doğrudan doğruya Allah’ın kudretine verilmesin.
Dünya hikmet yeri olduğundan her işte sebeplerin perde olması ile beraber, o işin asıl sahibi olan ve yapan ise Kudret-i İlahiyedir. Evet, bu hakikati en güzel şekilde izah eden şu âyet-i kerimedir: فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى “İşte onları (Bedir’de aslında, siz) öldürmediniz, velâkin onları Allah öldürdü! (O bir avuç toprağı) attığın zaman da (sen) atmadın, fakat Allah attı!” Sebepler noktasında baktığımızda, sahabeler o müşrikleri öldürdüğü ve Peygamberimiz (asm) bir avuç toprağı düşmanların yüzüne attığı halde, itikat cihetinde Cenâb-ı Hakk, açık bir şekilde müşrikleri öldüren de toprağı atan da kendisi olduğunu kat’i olarak ifade eder. Gerçek tesirin kendisine ait olduğunu, kendisinden başkasına verilmemesi gerektiğini ve böyle itikat etmemiz ve inanmamız lazım geldiğini bize ders verir.
Demek bu âyette hem sebepler boyutu hem de itikat boyutu vardır. Peygamberimiz (asm) “Nasıl olsa toprağı Allah atıyor” diye toprak atmayı ihmal etmediği gibi, sahabeler de “Hakikat noktasında madem müşrikleri öldüren Allah’tır” diyerek savaşı ihmal etmemişlerdir. Zira sebeplere riâyet etmek fiili bir duadır. Onun için bu dünyada, imtihan gereği olarak, Kudret-i ilahiye, bir varlığı ancak gereken sebep ve şartların oluşmasıyla yaratır. ایا ك نستعین yani “maddi olsun manevi olsun yalnız senden yardım diliyoruz” “iyyâke” kelimesinin önde gelmesi, hasrı yani “İster maddi ister manevi olsun hiçbir varlıktan yardım dilemeyiz. Ey Rabbimiz, ancak Senden yardım dileriz” manasını ifade eder. أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ “Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah’ındır ve sizin için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.” (Bakara, 107) bu âyet-i kerime’de de ifade edildiği gibi, bize yardım edecek Allah’tan başka hiçbir dost ve yardımcımız bulunmuyor. Bu ve buna benzer âyetlerin açık ifadelerine bakarsak; ister yaşayan ister ölen, ister maddi ister manevi olsun hiçbir varlıktan yardım beklenmez. Buna göre bir insanın çocuğundan su istemesi veyahut doktordan ve ilaçtan tedavi beklemesi gibi, herhangi bir sebepten yardım beklemek dahi, şirk sayılır.
Hâlbuki başka âyet ve hadislerde de şöyle ifade edilmektedir. وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ İyilikte ve kötülükten sakınmakta birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.» (Maide, 5/2) Burada “İyilikte yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” demekle gelen yardımı insanlara vermektedir. Hadis-i şerifte ise: Peygamber Efendimiz (asm)’a “Bir mümin sadaka vermek için “Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, ne dersiniz?” denildi. “Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder.” buyurdu. Yine hadis-i şeriflerde: “Müslüman’ın işini gören, hac ve umre yapmış gibi sevaba kavuşur.” [Hatib] “Din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü Teâlâdır.” [Müslim] buyrulmuştur. Bu âyet ve hadisler gibi birçok âyet ve hadislerde “Ancak Allah’dan yardım dilenir.” cümlesinin zahirine muhalif manalar ifade edilmektedir. Demek bunların arasında farklılığı ifade eden hakikati anlamamız gerekir. O hakikat ise şudur: “Yardım ancak Allah’dan dilenir.” ifadesi, nasıl inanmamız ve itikat etmemiz gerektiğini ifade eder. Yani ister sebepler vesilesiyle ister doğrudan Cenâb-ı Hakk’tan gelsin, bütün yardımların hepsi Allah’dandır ve onların asıl sahibi de O’dur. Sebeplerden dahi, sebep olduğundan dolayı, bir yardım dilesek, yine o sebebin bir perde olduğunu ve onun arkasında doğrudan doğruya Kudret-i İlahiyeyi görüp yardımın ondan geldiğine inanmak gerekir. Ehl-i imanın yaptığı da budur. Ama sebeplere müracaat ise fiili bir duadır. Yoksa sebeplerin bir araya gelmesi, sebeplerle meydana gelen neticeyi yaratmak için değildir. Belki sebeplerin oluşturulması ise neticeleri Cenâb-ı Hakk’tan istemek için, Allah’ın rızasına uygun bir vaziyet almaktır. Hatta çift sürmek dahi, saban ile rahmet hazinesinin kapısını çalmak manasındadır. Yapılan bu çeşit dualar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına yönelik olduğundan, çoğunlukla kabul olur. Yukarıda izah edildiği gibi, itikat dairesi ile esbab dairesini karıştırmamak icab eder.
Kur’ân-ı Kerim’in emrettiği üzere, her şeyin asıl sahibi Allah olduğunu kabul ettiğimiz yerde, sebeplere hakiki tesir vermemek gerektiği gibi, sebepleri tamamen devre dışı bırakmak, onlara sebeplik vazifesini vermemek de hatadır; Kur’ân-ı Kerim’e muhalefettir. Aynı zamanda o sebeplere müracaat ederken, onlara müracaat ettiğimiz gibi, onları sebep oldukları işlere sahib kabul etmek de şirk ve dalalettir. Öyleyse şirk ve dalalete düşmemek için, sebeplere müracaat etmekle beraber, neticeleri de Cenab-ı Hakk’tan bilmemiz gerekmektedir. Bediüzzaman Hazretleri de, sebepler meselesini şu mealde açıklamaktadır: Sebepler, Kudret-i İlahiye ile kudretin yaptıkları arasında bir perdedir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın izzeti ve büyüklüğü onu gerektirir. Fakat o sebeplerin perdesi arkasında iş gören Allah’ın kudretidir. Çünki Allah’ın birliği ve celali öyle olmasını ister. Cenab-ı Hakk’ın memurları ise, onun saltanatının idaresinde icraatçı değildirler. Ancak o saltanata dellallık yaparlar. Rububiyet-i İlahiye’nin yaptığı haşmetli icraatı temaşa ederler.
Sebepler denilen o memurların varlığı, kudretin izzetini ve rububiyetin şaşaasını göstermek içindir. Ta ki bizzat, görünüşte çirkin ve pis işlerle, Kudretin teması görünmesin. Cenab-ı Hakk, âciz ve fakir olan bir padişah gibi, âcizliğini ve fakirliğini gidermek için, o memurları idaresine ortak yapmamıştır. Demek sebeplerin varlığı, aklın zahiren çirkin gördüğü şeylerden, kudretin muhafazası içindir. Zira aynanın ön ve arkası gibi, her şeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın arka yüzüne benzer; hangi renk ile boyanırsa onu gösterir. Diğeri ise melekûttur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir yüzünde Kudret-i İlahiyenin izzetine ve kemaline zıt düşen durumlar vardır. Sebeplerin varlığı, çirkin görünen durumların onlara verilmesi içindir. Fakat melekûtiyet ve hakikat cihetinde, her şey şeffaf ve güzeldir. Kudretin bizzat yapmasına münasiptir. İzzetine zıt düşecek bir durum yoktur.
Onun için sebepler sadece görünüşte vardır. Hakikat noktasında gerçek tesirleri yoktur. Hem zahirî sebeplerin diğer bir hikmeti de şudur ki: Haksız şikâyetler ve batıl itirazlar, adaletle iş gören Allah’a değil de, o sebeplere gitsin. Çünkü kusur onlarındır. Ve onların kabiliyetsizliğinden ileri gelmektedir. Bu hikmete latif ve manevi bir misal suretinde rivâyet ediliyor ki: Hazret-i Azrail (as), Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Ruhları almak vazifesinde senin kulların benden şikâyet edecekler.” Cenab-ı Hakk hikmet lisanıyla ona demiş ki: “Senin ile kullarımın arasına musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta ki şikâyetleri onlara gidip senden küsmesinler.” Evet, nasıl ki, hastalıklar perdedir. Ve ölümde tevehhüm edilen fenalıklar da o hastalıklara verilir. Ruhların alınmasında, gerçek olarak tahakkuk eden hikmet ve güzellik ise, Azrail (as)ın, vazifesine aittir. Öyle de Hazreti Azrail dahi bir perdedir; ruhların alınmasında zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hallere merci’ olmak içindir. “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında… Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…”
Bir yanıt yazın