Bil ki, alemde –kulların aracılığıyla olsun veya olmasın– zahir olan hediyeler ve
bağışlar iki kısma ayrılır: İlki Zat’tan gelen bağışlar [ataya-yı zatî], diğeri ise
İsimler’den gelen bağışlardır [ataya-yı esmaî] ve bunlar zevk ehli indinde birbirinden
farklıdır. Bu bağışlar, özgülenmiş veya özgülenmemiş bir dileyiş üzerine verildiği
gibi, herhangi bir dileyiş olmaksızın verilen bağışlar da vardır — ve gerek Zat’tan
gelen [zatî] bağışlar ve gerekse İsimler’den gelen [esmaî] bağışlar için olsun, bu
böyledir.
Özgülenmiş bir şey isteyen kişi, hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle
der: “Ya Rabb bana şunu ver!” Özgülenmemiş bir şey isteyen kişi ise, yine hatırına
başka bir şey getirmeksizin şöyle der: “Ya Rabb, varlığımın lâtif ve kesif herbir
parçasına benim için hayırlı olduğunu bildiğin şeyi ver!”
Ve dileyişte bulunanlar iki sınıftır: Bir sınıfı, insanın doğasında bulunan acelecilikle
bir şey dilemeye davranır. Bu, insanın aceleci bir yaratılışta olmasındandır. Ve diğer
sınıfı da, Allah’ın indinde, halihazırda İlahi İlim’de bulunan ve istenmedikçe elde
edilemeyecek olan pek çok şey olduğu yolundaki bilgileriyle bir şey dilemeye
davranarak şöyle derler: “Umulur ki, Hak’tan dileyişte bulunduğumuz şey bu
türdendir.” Böylelikle, bu kimse, dileğinin gerçeklenme imkanı konusunda
ihtiyatlıdır. Allah’ın ilminde olanı ve (kendisinin bu ilimden) neyi kabul etmeye
istidadı olduğunu bilmez. Çünkü, içinde bulunulan herbir anda, kişinin kendi
istidadını bilmesi, bilgi olarak en zor bilgilerden biridir. (Ama her ne kadar istidadını
bilmese de) eğer istidadı, dilemeye yöneltmeseydi, dilekte bulunmazdı.
Huzur Ehli olanlar da tıpkı onlar gibi bilmezler; bunu (yani, istidatlarını), olsa olsa
bulundukları an içerisinde bilirler. Huzurda olmaklıklarıyla, Hakk’ın o anda
kendilerine ne verdiğini ve verileni almalarının ancak buna istidatları olmalarından
dolayı olduğunu bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabul ettiklerinden doğru
istidatlarını bilirler; ve diğerleri de neyi kabul ettiklerini istidatlarından doğru
bilirler. Bu da, bu sınıfta istidadın bilinmesinde, olabilecek olanın en eksiksizidir. Ve
bu sınıftan kimileri vardır ki, acelecilikten ve dileyişin kabul edilebilir olmasından
değil, ancak Allahu Teala’nın, “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” [Mü’min
Suresi, 40/60] yolundaki emrine uymak için dileyişte bulunurlar. Ve böylesi bir
kimse, katıksız kuldur. Ve bu şekilde dileyişte bulunan kimsede, dilediği şeye ilişkin
–bu şey ister özgülenmiş, ister özgülenmemiş olsun– herhangi bir himmet yoktur.
Onun himmeti ancak efendisinin buyruklarına uymaya yöneliktir. Eğer hali bir
dileyişte bulunmayı gerektirirse, kulluğu diler; ve Allah’a havale etmeyi ve sessizliği
gerektirdiğinde de, Eyyub ve diğerlerinde olduğu gibi sessiz kalır ve Allah’tan,
başına getirdiği şeyi gidermesi yolunda bir dileyişte bulunmaz. Başka bir zamanda,
(bulundukları hal) bu başlarına gelen şeyin giderilmesini gerektirdiğinde, dileyişte
bulunurlar ve Allah bunu onların başından giderir.
Dilenen şeyin bir an önce yerine gelmesi veya gecikmesi, Allah’ın takdirine kalmış
bir şeydir. Eğer zamanında dileyişte bulunulmuşsa, dilek hemen kabul olunur ve
eğer zamanı henüz gelmemişse, ister bu dünyada olsun ister ahirette, dilenen şeyin
kabul olunması gecikir; yoksa geciken Allah’ın “lebbeyk” biçimindeki icabeti
değildir. Bunu anla.
Ve ikinci kısma (yani, Allah’ın bağışlarının ikinci kısmına) gelince, bunlar dediğimiz
gibidir, bu bağışlar herhangi bir dileyişte bulunulmuş olmaksızın –yani dile
getirilmiş bir dilekte bulunmaksızın– verilirler. Çünkü, aslına bakılırsa (bir bağışın
verilebilmesi için) söz, hal veya istidat yoluyla dilenmiş olması kaçınılmazdır.
Nitekim (sözle dileyişte bulunmaksızın verilmiş olan bağış nasıl ki sözle
kayıtlanmamış olduğu halde, hal ve istidat ile kayıtlanmışsa, verilen bu bağışa
karşılık olarak edilen) hamd, dile getirilmekliğinde kayıtlanmamıştır; ama manada
bu hamdın halle kayıtlanmaması imkansızdır. Seni Allah’a hamdetmeye yönelten
şey; hamdını, ya Allah’ın fiillerine ilişkin bir İsim [ism-i fiil] ya da (“Subbuh” ve
“Kuddüs” gibi bir) Allah’ın aşkınlığına ilişkin bir İsim [ism-i tenzih] yoluyla kayıtlar.
Kul kendi istidadının farkında değildir, ama halinin farkındadır, çünkü (kişi) kendini
(bir şeyi dilemeye) neyin yönelttiğini bilir ve bu da (kendi bulunduğu) haldir. İstidat,
dilemenin en gizli olanıdır.
Ve, Allah’ın kendileri hakkında öncel bir hükmü olduğuna ilişkin ilimleri, ancak bu,
onları (yani, sözle dileyişte bulunmayanları) dileyişte bulunmaktan alıkoyar.
Dolayısıyla onlar, Hak’tan gelen şeyin kabulü için mahallerini hazırladılar ve
nefslerinden ve garazlarından geçtiler. Ve onlar arasında; Allah’ın, bütün hallerine
ilişkin olarak kendileri hakkındaki bilgisinin, mevcudiyetlerinden önce değişmez
ayn’larında [ayan-ı sabite] bulunuyor oldukları hal üzre olduğunu ve Hakk’ın
onlara, ancak kendi aynlarının O’na verdiği şeyi verdiğini bilenler vardır. Ve onlar
Allah’ın ilminin kendilerinde nereden ortaya çıktığını bilirler. Ve Ehlullah arasında
bu sınıftan daha üstün ve keşfi daha açık bir sınıf yoktur. Ve gerçekte bunlar kader
sırrını kavramışlardır.
Bu (kader sırrını kavramış olan) sınıf da kendi arasında ikiye ayrılır: Bunlardan bir
kısmı kader sırrını ayrıntılanımsız [mücmel] olarak bilirken, diğer kısmı da
ayrıntılanımlı [tafsil] olarak bilir. Kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilenler,
ayrıntılanımsız olarak bilenlerden daha üstün ve daha eksiksizdir. Çünkü kader
sırrını ayrıntılanımlı olarak bilen kişi, Allah’ın –ister ilim olarak kendisinin Allah’a
verdiği şeyi Allahu Teala’nın kendisine bildirmesiyle olsun, isterse Allahu Teala’nın,
kendi ayn’ını bütün sonsuz hallerinin birbirini izleyişi içerisinde kendisine
açımlamasıyla [keşf] olsun– kendisine ilişkin olarak ne bildiğini bilir. Bu kişi, daha
üstündür. Böylesi bir kimse kendini, Allah onu nasıl biliyorsa, öyle bilir — çünkü
ilmin kaynağı birdir. Ne var ki, kul açısından kendine ilişkin ilmi Allah’ın bir
lütfundan başka bir şey değildir ve bu lütuf da değişmez ayn’ının halleri
cümlesindendir. Böylesi bir keşf sahibi olan kişi, Allah ona kendi değişmez ayn’ının
hallerini gösterdiğinde bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu bilir. Çünkü, Allah ona,
kendisi üzerinden varlık suretinin ortaya çıktığı değişmez ayn’ını gösterdiğinde;
bunu, Hakk’ın değişmez aynları yokluk [adem] hallerinde görmesi gibi göremez.
Çünkü bunlar (yani, yokluk halindeki değişmez olan aynlar) zatî nisbetlerdir ve zatî
nisbetlerin sureti yoktur. Eğer bütün bunlar anlaşılacak olursa, diyebiliriz ki, (ayn-ı
sabitenin gerek Hakk’a ve gerek kula aynı ilmi vermesiyle sözkonusu olan) ilimdeki
bu denklik, Allah’ın kula yönelik lütfu sonucunda ortaya çıkar (yani, Hak ile kul
arasındaki ilimdeki denklik, ancak ayan-ı sabite suretlerinin İlahi İlim’de ortaya
çıkmasından sonradır). Bundandır ki Allahu Teala, “..ta ki bilelim” buyurmuştur
[Muhammed Suresi, 47/31]. Ve bu, anlamı kesin bir sözdür ve bu meşrebden
olmayanların (yani, gerçek tevhidi deneyimlememiş olanların) sandığından son
derece farklıdır. Tenzih edicinin amacı, ilimdeki sonradan olmaklığı (ilmi Zat’tan
ayırarak) ilme ilişkilendirmektir. Eğer ilmi Zat’a bir eklenti olarak ortaya
koymasaydı, bu meselede kendi aklî gücünü en üst düzeyde kullanmış olurdu. Ama
Zat’a değil, ilme ilişkilendirdi. Ve böyle yapmamış olmakla, keşf ve şuhud sahibi
olan gerçekleyici [muhakkik] ehlullahtan ayrıldı.
Şimdi bağışlara dönelim: Bunlar, ya Zat’tan (yani, zat-ı uluhiye’den) veya İlahi
İsimler’dendir. Zat’tan gelen bağış ve hediyeler ancak ilahi tecelli yoluyla gelir ve
Zatî tecelli, ancak kendisine tecelli olunanın istidadı suretinde olur, bunun dışında
Zatî tecellinin olması sözkonusu değildir. Kendisine tecelli olunan kişi, Hakk’ın
aynasında kendi suretinden başkasını görmez; ve Hakk’ı görmez. Ve kendi suretini
ancak Hakk’ın aynasında gördüğünü bilse bile, tıpkı zahirdeki ayna için sözkonusu
olduğu gibi, O’nu görmesi mümkün değildir. Aynaya baktığında, ve onda suretleri
gördüğünde, kendi suretini ve başka suretleri onun vasıtasıyla gördüğünü bilsen
bile, aynanın kendisini göremezsin. İmdi, Allahu Teala bu durumu, kendi Zatî
tecellisi için bir misal olarak sundu, öyle ki kendisine tecelli olunan O’nu bilsin diye.
Ve görüm [rü’yet] ve tecelliye bundan daha yakın olabilecek bir misal yoktur.
Aynada kendine baktığında, aynanın kendisini görmeye çalış, hiç kuşkusuz onu
hiçbir zaman göremezsin. Bu “aynadaki suret” misalini anlayan bazı kimseler,
görülen suretin, görenin gözüyle ayna arasında olduğunu düşündüler. Bu onların
ilim olarak varabildikleri şeyin son noktasıdır. Ve iş, bizim söylediğimiz gibidir ve
biz bunu Fütühat-ı Mekkiye’de açıklamıştık. Ve sen bunu deneyimlediğinde,
yaratılmış olan için daha bir üstü olmayan amacı deneyimlemiş olursun. Böyle
olduğundan dolayı, bu derecelerden daha yükseğine ilerlemeye tamah etme ve
kendini yorma! Bundan ötesi hiç bir zaman olmuş değildir ve bundan sonrası
katıksız yokluktur. İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır; ve sen de –
hiçbir şekilde O’nun kendisinden başka bir şey olmayan– İsimlerinin hükümlerinin
zuhurunu müşahedesinde O’na bir aynasın.
Ve böylece, iş karışık ve içinden çıkılmaz hale gelir. İçimizden bazıları, bu konudaki
bilgisizliklerini kabullenerek, “İdrakı idrak etme konusundaki acz, idrakın
kendisidir” dediler. Ve aramızda bilenler ve böyle söylemeyenler vardır; ve bu,
sözün en iyisidir. Bilgi, bu kimselere acz değil, sessizliği vermiştir. Ve bu, Allah’a
ilişkin en yüce bilgidir ve bu bilgi ancak Hatem-i Enbiya ve Hatem-i Evliya için
sözkonusudur. Ve bu bilgiyi nebi ve resuller ancak Hatem-i Enbiya’nın kandilinin
nurundan görmüşlerdir. Hatta, hiç kuşkusuz, resuller bilgiyi ancak Hatem-i
Velayet’in kandilinin ışığından görürler, çünkü şeriat getirme risaleti ve nübüvveti
sona ermiştir, öte yandan ise velayet hiçbir zaman sona ermez. Ve resuller (aynı
zamanda) evliya olduklarından dolayı, sözkonusu bilgiyi Hatem-i Velayet’in
kandilinin ışığından görürler; böyleyken, nasıl olur da onlardan daha alt mertebede
olan evliyalar başka bir yerden alabilirler? Her ne kadar Hatem-i Evliya, Hatem-i
Enbiya’nın şeriatına bağlı ise de, bu durum onun makamını alçaltmaz ve ona ilişkin
inanışımızla da çelişmez. O, bir yanıyla aşağıda, bir yanıyla da üsttedir. Öne
sürdüğümüz bu şeyler şeriatımızın zahiri tarafından, Ömer’in Bedir’de ele geçirilen
esirler hakkındaki hükmünün üstünlüğünde ve hurma ağaçlarının aşılanması
meselesinde gösterildiği gibi, doğrulanır; o halde, kâmil kişinin her şeyde ve her
mertebede en önde olması zorunlu değildir. Ricalullah, ancak Allah’ı bilme
mertebelerinin yüceliğini dikkate alırlar; dünya hadiselerine gelince, bunlarla
kendilerini meşgul etmezler. Bu şekilde, sözünü ettiğimiz şey doğrulanmış oldu.
Nebi’nin (sav) verdiği örneğe gelince, nübüvvet, tuğladan örülmüş ve bir tuğlası
eksik olan bir duvar gibidir. Böylelikle Resul (sav), duvarı tamamlayan bu eksik
tuğla oldu. Ve Resul (sav), kendi söylediği gibi, bütün bir duvarda sadece tek bir
tuğlanın eksik olduğunu gördü. Ama Hatem-i Evliya için, Resul’ün gördüğünü
görmesi ve duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu görmesi kaçınılmazdır. Tuğlalar
altın ve gümüştendir ve Hatem-i Evliya duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu ve biri
altın ve biri de gümüş olmak üzere iki tuğlayla bu duvarın tamamlandığını görür. Ve
kendini bu iki tuğlanın boş yerini tastamam doldurduğu gördüğünden, bu iki eksik
tuğla ve duvarı tamamlayan olur. İki tuğla görmesinin sebebi, kendisinin zahirde
Hatem-i Enbiya’nın şeriatına bağlı olmasıdır ve gümüş tuğlanın yeri bu bağlılığı
simgeler ve (bu bağlılık) Hatem-i Evliya’nın zahiridir. Ne var ki bu zahirî suret
itibarıyla bağlı olsa bile, (bu zahirî olanın) sırrını doğrudan doğruya Allah’tan alır.
Çünkü işi, ne ise o olarak görür ve bu şekilde görmesi kaçınılmazdır. Ve bu durum
(yani, ilahi emri doğrudan doğruya Allah’tan alması) altın tuğlanın yerini simgeler
— resule vahiy getiren meleğin aldığı aynı kaynaktan almıştır. Eğer işaret ettiğim
şeyi anlarsan, senin için faydalı olacak bir bilgi elde etmiş olursun.
Âdem’den son Nebi’ye (sav) varıncaya dek bütün nebiler, ne almışlarsa, herhangi bir
istisna olmaksızın Hatem-i Enbiya’nın kandilinin nurundan almışlardır; yaratılmış
bedeni sonradan gelse bile, hakikatı ile her zaman mevcuttur. Ve o şöyle demiştir:
“Âdem suyla balçık arasındayken, ben nebiydim.” Diğer nebilere gelince, onlar
ancak gönderildikleri zaman nebi oldular. Aynı şekilde Hatem-i Evliya da, Âdem
suyla balçık arasındayken veliydi ve geri kalan evliyalara gelince, ancak İlahi ahlâka
ilişkin olan velayet şartlarını yerine getirip bu ahlâk ile vasıflandıklarında, Allahu
Teala’nın onları “Veli” ve “Hamid” olarak adlandırmasıyla veli oldular.
Hatem-i Rusül’ün, velayeti yönünden, Hatem-i Velayet’e nisbeti, nebi ve resullerin
Hatem-i Velayet’e nisbeti gibidir. Ve gerçekte Hatem-i Rusül hem veli, hem resul,
hem de nebidir. Ve Hatem-i Evliya kaynaktan alan ve mertebeleri müşahede eden
vâristir. Ve o, şefaat kapısı açıldığında Âdemoğlu’nun efendisi ve nebilerin önde
geleni olan Muhammed’in (sav) güzelliklerinden bir güzelliktir. Ve Resul (sav),
efendi-olmaklığını (şefaat konusunda) özgülleştirdi ve bunu genellemedi. Ve, sadece
bu özgül halde, (Rahman İsmi’ne mazhar olmasından dolayı) İlahi İsimler üzerinde
öne geçti. Ve gerçekte, Rahman İsmi, Müntakim İsmi’nin mazharı olan bela ehli için,
ancak (başka) şefaatçıların şefaatından sonra şefaat etti. Ve Muhammed (sav) bu
özgül makamda efendi olmaklığıyla bütün hepsinin önüne geçti. Mertebe ve
makamları anlayan kimseler için, burada söylenen sözleri kabul etmek zor değildir.
İlahi İsimler’den gelen hediyelere gelince: bil ki, Allahu Teala’nın mahlukatına
verdikleri, O’ndan bir rahmettir ve bunların hepsi İlahi İsimler’den gelirler. Bunların
kimisi saf rahmettir — tıpkı bu dünyada temiz ve lezzetli olan ve Kıyamet Günü’nde
ayıpla lekelenmeyecek olan nimetler gibi; ve bunlar Rahman İsmi’nden gelirler.
Kimisi de, (acıyla) karışık rahmettir — tıpkı, içildikten sonra insanı rahatlatan acı bir
ilacın içilmesinde olduğu gibi. Ve bunlar da ilahi bağıştır. Ve gerçekte, ilahi bağışın,
İsimler’in yardımcılarından (yani, “Allah” ve “Rahman” İsimleri dışındaki bütün
diğer İlahi İsimlerden) bir yardımcı eliyle olmaktan başka bir yolla verilmesi
mümkün değildir.
Allahu Teala kimi zaman kuluna Rahman’ın iki eliyle bağışta bulunur. Böyle
olduğunda, bağış, o anda hoş gelmeyen veya istenen şeye uymayan veya buna
benzer her türlü karışımdan arınıktır. Ve kimi zamanlar Allahu Teala, bağışı,
Vasi’nin iki eliyle verir ve böyle olduğunda verilen bağış genel bir nitelik taşır. Veya
Hakîm’in iki eliyle verir ve böyle olduğunda O, en uygun düşeni verir. Veya Vahib
İsmi’nin iki eliyle vererek nimet verir ve bağışı alanın, bu verilen için şükretme veya
amelde bulunma yükümlülüğü yoktur. Veya Cebbar İsmi’nin iki eliyle verir ve böyle
olduğunda da kulun bulunduğu yere ve hale bakarak verir. Eğer içerisinde
bulunduğu hal cezayı gerektiriyorsa, onun bu halini örter veya eğer cezayı
gerektirmiyorsa, onu, cezayı gerektirecek halden korur — (ve cezayı gerektirecek
halden korunmuş) böylesi bir kimseye “masum,” “inayet olunmuş” ve “korunmuş”
ve benzeri isimler verilir. Veren, Kendindeki hazinelerin sahibi olmasından dolayı,
Allah’tır. Ve O, bağışı özgül İsminin [ism-i has] iki eliyle, bilinen kader [kader-i
malum] üzre dağıtır. Adil İsmiyle ve benzeri İsimlerle, her şeye halkını verir.
Allah’ın İsimleri –her ne kadar İsimlerin Anaları veya İsimlerin Hazretleri olan sonlu
asıllara dönücü olsalar da– sonsuz sayıdadır. Çünkü bu İsimler kendilerinden ortaya
çıkan şeyle (yani, etkileriyle) bilinirler ve kendilerinden ortaya çıkan şeyler
sonsuzdur. Ve gerçekte varlıkta, İlahi İsimler olarak işaret edilen bütün bu nisbetleri
ve vasıflandırmaları kabul eden bir-olan-hakikatten [hakikat-ı vahid] başkası yoktur.
Ne var ki hakikat, bitimsiz bir şekilde (etkileriyle) zahir olan bir İsmin –diğer bir
İsim’den ayrışık olabilmesi için– belirli bir hakikati olmasını getirir ve bir İsmi
diğerlerinden ayrışık kılan bu hakikat, o İsmin ayn’ı olup, (bütün İsimler için)
kendisinde ortaklaşalık sözkonusu olan şeyin (yani, bir-olan-hakikatin) ayn’ı
değildir. Ve aynı şekilde, bir-olan-ayn’dan [ayn-ı vahid] olmalarına karşın, herbir
(ilahi) bağış kendi özgül niteliğiyle bütün diğerlerinden ayrışır. Bir bağışın diğeriyle
aynı olmadığı bilinen bir şeydir ve bunun nedeni İsimler’in birbirinden farklı
olmasıdır. Genişliğinden dolayı, İlahi Hazret’te hiçbir tekrar yoktur. Bu, kuşku
götürmez bir hakikattir.
Bu, Şit aleyhisselam’ın sahip olduğu ilimdir ve onun ruhu, bu konuda söz söyleyen
bütün (kâmil) ruhlara yardım eder. Sadece Hatem-i Evliya’nın ruhu bunun
dışındadır, çünkü Hatem-i Evliya’ya gelen yardım diğer ruhlardan değil, doğrudan
Allah’tandır ve tersine, bütün ruhlara yardım onun kendisinden gelir. Ve Hatem-i
Evliya bunun böyle olduğunu (yani, bütün ruhların maddesi olduğunu ve herhangi
bir aracı olmaksızın Allah’tan yardım ettiğini) unsurlardan oluşan bedeninin terkib
olunması sırasında kendi nefsinden akletmiş değildir. Kendi hakikati ve mertebesi
dolayısıyla bütün bunları kesinkes bilir, öte yandan unsursal terkibi yönünden
bunları bilmez. Aynı anda hem bilir, hem bilmez ve zıt niteliklerle nitelenmeyi kabul
eder, tıpkı aslın (yani, Huviyet’in) aynı şekilde, Celâl ve Cemâl, Zahir ve Batın, Evvel
ve Ahir olarak nitelenmeyi kabul ettiği gibi — ve O (bütün bu zıt nitelikleri kabul
etmekliğinde) Kendi varlığının ta kendisidir ve Kendisinden başkası değildir. İmdi,
Hatem-i Evliya (zatının hakikati ve unsursal terkibi dolayısıyla) bilir ve bilmez,
ariftir ve arif değildir, müşahede edicidir ve müşahede edici değildir.
Sahip olduğu bu ilimden dolayıdır ki Şit aleyhisselam’a bu isim verilmiştir ve “Şit”
(İbranice’de) “Allah’ın armağanı” anlamına gelir. Dolayısıyla, türleri ve nisbetleri
birbirinden farklı olan (ilahi) bağışların anahtarı onun elindedir. Ve gerçekte Allahu
Teala onu Âdem’e bir bağış olarak vermiştir ve bağışladığı ilk şey odur ve bu bağış
Âdem’in kendisindendir; çünkü oğul, babanın sırrıdır, ondan çıkar ve ona döner. Ve
anlayışını Allah’tan alan kimse için, bu ilahi hediye’de kendisine yabancı olan hiçbir
şey yoktur. Ve varoluştaki bütün bağışlar bu mecra üzeredir.
Ve hiç kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar çeşitli
olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur. Bunu herkes bilmez ve
gerçekte iş böyledir. Bunu ancak ehlullah’tan olan Bireyler [Efrad] bilir. Ve bunu
bilen birini görürsen, ona bu konuda güven; böylesi bir kişi, ehlullahtan olanların
seçkinlerinin en seçkinlerinin özüdür. Herhangi bir keşf sahibi, sahip olmadığı bir
bilgiyi veren bir suret ve bu bilgiyle daha önceden elinde olmayan bir şeyi
keşfederse, (üzerine tefekkür ettiği) bu suret kişinin kendisinden başkası değildir. Ve
kendi nefsinin ağacından kendi bilgisinin meyvelerini devşirir.
Aynı şekilde, kişinin, cilalanmış bir yüzeyde gördüğü sureti, kendisinden başkası
değildir. Her ne kadar kendi suretini gördüğü mahal veya düzlem [hazret], bu
düzlemin hakikati doğrultusunda, suretin belli bir şekilde değişmesine neden olsa da
durum böyledir. Tıpkı büyük olan bir şeyin küçük bir aynada küçük, uzun olan bir
aynada uzun, hareket eden bir aynada hareketli görünmesi gibi ve bazen özel bir
düzlemden (alttaki bir yüzeye yukarıdan bakıldığında) suretin tersini, bazen de
kendisinden beliren şeyin aynısını verir. Ve bazen de suretin sağı, aynaya bakanın
sağına düşer. Ve bazen de suretin sağı, bakanın sol tarafına düşer; ki bu, daha sık
karşılaşılan bir durumdur. Bazen de alışıldığının tersine sağ sol tarafa düşer ve bu
durumda hayal ters görünür. Ve bunun hepsi, suretin belirdiği düzlemin hakikatinin
ihsanlarındandır ki, biz bu hakikatı ayna menzilesine indirerek, bu şekilde bir misal
olarak verdik. Her kim kendi istidadının bilgisine sahipse, alacağı şeyin ne olduğunu
da bilir, ama alacağı şeyin bilgisine sahip olan herkes, her ne kadar alacağı şeyi genel
olarak bilse bile, istidadının ne olduğunu ancak alacağını aldıktan sonra bilebilir.
Kurgusal düşünce [nazar] ehli olan bazı zayıf akıllılar, Allah’ın “dilediğini yapar”
olduğunu gördüklerinde, Allah’a ilişkin olarak, hikmete aykırı olan şeyi (yani, var
olanın yokedilmesi ve yok olanın varedilmesini) olabilir gördüler, halbuki iş böyle
değildir. Ve işte bunun için, bazı düşünürler, imkanın değillenmesine ve kendinden
ve bir dolayımla zorunlu olan varlığın kesinlenmesine saptılar.
Ve bizden tahkik ehli olanlar, gerçekte (katıksız varlık ile katıksız yokluk arasında
olan) imkanı kesinlerler ve onun düzlemini [hazret] bilirler; mümkünün ne
olduğunu, bir şeyin mümkün olmaklığının nereden olduğunu, ve mümkünün
kendisinin ancak başkası yoluyla zorunlu olduğunu ve kendisini zorunlu kılana
“başkası” isminin verilmesinin hangi bakımdan doğru olduğunu bilirler. Bunu
ayrıntılanımlı olarak ancak Allah’a ilişkin ilme sahip olanlar bilir.
İnsan türünden doğan son insan, Şit’in izinde olacak ve onun sırlarını taşıyacaktır.
Ve artık ondan sonra herhangi bir çocuk dünyaya gelmeyecektir. Ve gerçekte o
çocukların sonuncusudur. Onunla birlikte dünyaya gelen kızkardeşi, ondan hemen
önce doğar. O da başı, kızkardeşinin ayaklarına değiyor olarak, kızkardeşinin hemen
ardından doğar. Bu çocuk Çin’de doğacak ve bu ülkenin dilini konuşacaktır. Ve
erkeklerde ve kadınlarda kısırlık yaygınlaşacak, çocuksuz evlilikler çoğalacaktır.
Onları Allah’a çağırır ama kendisine uyan olmaz. Ve Allahu Teala onun ve onun
zamanındaki iman sahiplerinin canlarını aldığında, geri kalanlar hayvanlar gibi
olacaktır. Bunlar helali helal ve haramı da haram olarak bilmezler. Akıldan ve
şeriattan tümüyle yoksun olarak tabiatın hükümlerine göre şehvetin güdümünde
hareket ederler. Ve Kıyamet onların üzerine kopar.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın