İnsanı ve toplumu yücelten, etkileyici kılan önemli vasıflar vardır. Sıdk (doğruluk) ve eman da (güven, güvenlik) bu yüksek vasıflardandır. Asr-ı saadette Resul-i Ekrem (asm) efendimizi zirveye çıkaran en bariz sıfatları sıdk ve emandı. Efendimiz, kırk yaşına kadar içinde yaşadığı toplum tarafından “Muhammed-ül” Emin lakabını bihakkın taşıdı. Dost ve düşmanları O’nun sıdk ve emanına şahitlik ederlerdi. Allah Rasûlü (asm), ulvi hasletlerinden etkilenen ve O’na iman eden ashabıyla meydana getirdiği topluma da bu yüce ahlakı aşılamıştı. Arap yarımadasından başlayıp dünyanın diğer kıtalarına büyük bir hızla yayılan İslamiyet’in intişarında en büyük pay işte bu sıdk ve eman sıfatındandır. Çünkü doğruluk ve güven, İslam’ın özü esasıydı. Bu sıfatlar, temiz fıtratlı insanları etkileyip cezbediyordu.
Sıdk ve eman, Rabbimizin yüce vasıflarındandır. O Sadık’ul Va’d’il Emindir. Yani va’dini mutlaka yerine getirendir. “Şübhesiz ki biz sana, apaçık bir fetih açtık (ihsân ettik).”[1] “O, onu (İslâm’ı), bütün dinlere üstün kılsın diye Rasûlünü hidâyet ve o hak olan dîn ile gönderendir. Şâhid olarak Allah yeter!”[2]Rabbimizin Rasûlüne (asm) haber verdiği bütün müjdeler zamanla gerçekleşti. Hâlbuki o müjdelerin verildiği zamanlarda İslamiyet maddi güç bakımından zayıf, Müslümanlar da sayıca düşmanlarından daha az idi. O günün şartlarında müjdelenen hadiselerin zahiren gerçekleşmesi mümkün değildi. Ama hicretten otuz yıl sonra bu vaatler bir bir gerçekleşti. Daha önce devleti ve düzenli bir ordusu olmayan Müslümanlar, dünyanın o dönemde süper güçleri olan Bizans, İran ve Mısır’ı dize getirip dünyanın en güçlü ordusuna sahip oldular. Aynı zamanda dünyanın en kudretli devleti olmayı da başardılar. İşte bu hakikat, va’dinde asla hilaf olmayan Sadık’ul Va’d’il Emin olan Allah’ın dosdoğru ve güvenilir oluşuna sadık bir şahitti. Muaccel müjdelerin gerçekleşmesi müeccel beşaretlerin tahakkuk edeceğinin habercisi oldu. Dünya için va’dedilenlerin (bütün imkânsızlıklara rağmen) gerçekleşmesi ahirette için haber verilen nimetlerin muhakkak vuku’ bulacağının güçlü bir göstergesidir.
Sıdk ve eman bütün peygamberlerin de ortak sıfatlarındandır. Bu vasıflar Resul-i Ekrem’in de (asm) nübüvvetinin en büyük delillerindendir. O’nun mucizelerinin bir türü de ihbar-ı bi’l gaybdır. Yani gaybdan verdiği haberlerdir. Eğer bu haberler doğru çıkmasaydı, asr-ı saadetten günümüze kadar Hz. Muhammed’e (asm) milyarlarca insan inanır mıydı? Bediüzzaman hazretleri bu hususta der ki: “Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakîkatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahâbeler zerre mikdar yalanı görse, red ve tekzîb (yalanlama) ederler.”[3] İşte bundandır ki İslamiyet on dört asırdır sürekli olarak dünya üzerinde yayılmaya devam ediyor.
Hz. Üstad Peygamberimizin (asm) gayba dair verdiği haberler hakkında şu çarpıcı tespiti de yapar: “İşte nakl-i sahîh-i kat‘î ile ashâbına haber vermiş ki: “Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şâm, hem feth-i Irâk, hem feth-i İrân, hem feth-i Beytü’l-Makdis’e muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde (aranızda) taksîm edeceksiniz.” Haber vermiş. Hem “Tahmînim böyle veya zannederim” dememiş. Belki görür gibi kat‘î ihbâr etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki, haber verdiği vakit hicrete mecbûr olmuş. Sahâbeleri az. Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.”[4]
Sıdk ve eman, Allah (c.c) ve Resulünün bize ders verdiği iki mühim haslettir. Bizler Rasûlullah’ı (asm) her konuda rehber edinerek, O’na benzemeye çalışarak, ahlakıyla ahlaklanarak terakki edebiliriz. Bunlar inancımızın bize gösterdiği dosdoğru yoldur. Zaten iman, mü’min, eman, emanet, emniyet “e-m-n” kökünden türeyen ve birbiriyle son derece ilgili olup asla biri birsiz düşünülemeyen kelimelerdir. Bu kelimeler imandan kuvvet alır ve o kuvvete göre şekillenirler. Onun içindir ki bir insanın doğruluğu ve güvenirliği imanının göstergesidir. Bir toplumun inancının kuvvetine göre o toplumda emniyet ve asayiş berkemal olur. Çünkü iman, emn-ü eman verir insanlara.
İslam’ın toplumun bütün tabakaları tarafından hakkıyla yaşandığı dönemlerde ahlaksızlık, hırsızlık, zulüm ve diğer suçların oranlarının, dinin hayatın merkezinden uzaklaştığı dönemlere kıyasla azlığı buna şahittir. Esnafın değerli eşyasını dükkânında bıraktığı ve kapısını dahi kilitlemeden emniyet içinde evine gittiği dönemlerden, kilitli kapılar ardında çelik kasaların içinde gizlenen para ve kıymetli eşyanın hırsızlar tarafından çalındığı dönemlere gelinmesindeki sebep iman zafiyetidir. İnsanların doğru İslamiyet’i öğren(e)memesi ve İslamiyet’e layık doğruluğu fiile, yani pratik hayata tatbik edememesidir. Yazımızı sevgili Üstadımızın İslam’ın en yüksek gür sada ile gelecek olan parlak günlerine bizleri ulaştıracak şifresiyle bitirelim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakāik-i îmâniyenin kemâlâtını ef‘âlimizle izhâr etsek, sâir dinlerin tâbi‘leri, elbette cemâatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt‘aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.”[5]
ALINTIDIR
[1] Fetih, 1
[2] Fetih, 28
[3] Zülfikar, 246. Altınbaşak Neşriyat.
[4] Zülfikar, 238. Altınbaşak Neşriyat.
[5] Mektubat 2, Hutbe-i Şamiye, 169. Altınbaşak Neşriyat.
Bir yanıt yazın