Elbette ki “Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir.” Tabii ki sebepler değerlendirilecek ve uygun bir davranış belirlenecek. Hatta sebeplere riâyet edip hareket etmek “bir nevî duâ-i fiilî” hükmüne geçecek.
Bizlerin en büyük eksikliği ise bu aşamadan sonra başlamaktadır. “Müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmak” yerine sürekli sebepleri zorlayarak, tevekkül ve teslimiyetin getireceği sabır ve metanetten uzaklaşırız.
Tevekkül meselesi dînimizin en temel meselelerinden birisi olup, insaniyetin ve İslamiyet’in ciddiyetle tahsil edildiği zamanlarda daha iyi anlaşılmış ve îfâ edilmiştir. Bütün dinlerde de emsalsiz misalleri bulunan bu tevekkül ibâdetine mukâbele olarak rahmet-i İlâhiye, hazinesinden akmış, erbâbını kuşatmış ve kurtarmıştır.
Zamanla, insanların İslâm esaslarını tahsil noktasındaki eksiklikleri ve hâdisenin aslına uygun olarak anlaşılamaması sonucunda tevekkül noktasında eksik İslâmî toplumlar oluşmuş, bu da manevî sıkıntıların artmasına ve güven problemlerine neden olmuştur.
Peygamber-i Zîşan Efendimiz (asm) bu konuda ümmetinin içerisine düşeceği tevekkül eksikliğine bir hadîsi şeriflerinde Hz. Ömer (ra) den rivâyetle, “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” ifadesiyle işaret etmektedir.
İnsanlık âlemi ona benzer bir başka peygamber tanımamıştır ki; yaşadığı dünyada kendisi gibi Rabbine kulluk eden diğer mahlûkatı bu derece iyi bilsin, dillerinden ve fıtratlarından anlasın ve onlardan eşsiz misaller getirsin. Aynen bu hadîs-i şerifte olduğu gibi Resûl-ü Zîşan Efendimiz’in,
“Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz” ifadesi mânâ-i işârîsiyle bu konuda ümmetinde eksiklikler olabileceğine işaret ettiği gibi tamamen sermayesiz olan kuşlar sınıfından misal getirilmesi de oldukça mânidardır. Kuşlar ki, sermayesiz gezen, rûhen olgun, bir karın tokluğuna yaşayan ve sıkıntı nedir bilmeyen varlıklardır. Hatta aç gezen ve zayıf olanları da çok azdır. Dünyadaki evleri üç-dört çalıdan ibarettir. Sanki bizlerin ne pahasına olursa olsun peşinden koştuğumuz dünyaya “İşte senin kıymetin bu, o zaman sana bu kadar dünyalık” der gibi davranırlar.
Kuşlar gibi tevekkül edebilmek? Bunun sırlarına vakıf olabilmek? Onlar gibi Rahmân’a teslim olabilmek?
İşte şu yaşadığımız kâinat, peygamberler ve İslâm tarihi bu tevekkül ve teslimiyet misalleri ile doludur. Öyle ki her bir misal bize çaresizlik içinde, sebeplerin tükendiği andaki teslîmiyeti ve tevekkülü haber verir. Sanki hepsi “Ve Allah’a tevekkül et, îtimad et. Vekîl olarak Allah yeter. O’ndan başka dayanacak, işler kendisine havale edilecek yoktur. Zira O’nun koruduğuna başkası zarar veremez, O’nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz” (Ahzab, 3) âyetini okutur gibidir.
TEVEKKÜL İMTİHANLARI
Tarih bize Hz. İbrahim’in (as) Rabbinin emri gereği Hz. Hacer ve Hz İsmail’i çöle bırakması ve Hz Hacer’in “Ey İbrahim! Bizi burada bu ıssız çölde nereye bırakıp gidiyorsun?” diye sormasına karşılık arkasına bile dönüp bakmadan onları Allaha tevekkül edip gittiğinden bahsetmektedir. Issız, kimsesiz bir çöl, sermayesiz bir vâlide, muhtaç küçük bir çocuk, Rabbinin emrine arkasına bile bakmadan itaat eden şefkatli bir baba ve eşsiz bir tevekkül hâdisesi.
Babasız, karnında bir kudret mucizesi olarak büyütülen evlâdını kucağına alıp Rabbinin emri ile geldiği yere geri dönen Hz Meryem’in tevekkülü…
Yine zâlim bir cebbâra karşı izhar-ı Hakk eden büyük peygamber Hz İbrahim’in ateşe atılması esnasındaki o eşsiz teslimiyeti..
Hz. Yûnus’un (as) zifirî, soğuk, balığının karnında, denizdeki hâli, Babasının erkek evlâtlarından en çelimsizi olduğundan insanlara göstermekte hicap ettiği Hz. Davut’un (as) elindeki sapan ve taşı ile atlı, zırhlı, baştan aşağı silahlı Câlut’un karşısındaki tevekkülü…
Küçük bir çocuk ve yaşça büyük nice ağabeylerinin elinden çaresizce kuyuya atılan Hz. Yûsuf’un hâli, Hz Mûsâ’nın (as) ashâbı ile kızıl denizin kenarında sıkışmış ve karşıdan tam teçhizatlı firavun ordusunun hızla yaklaşması durumundaki tevekkülü…
Bir var oluş kavgasının atsız, silahsız, bir avuç Bedir kahramanının, karşılarından gelen tam donanımlı bir ordu karşısındaki tevekkülleri ve bir Resûl-ü Mücteba ve sıddîk arkadaşının, iki kişinin sığışamayacağı bir mağarada çaresiz hallerindeki tevekkülleri…
Aynen bu misallerde olduğu gibi pek çok tevekkül hâdisesi mevcuttur. Bunlar nasıl bir îman ve teslimiyet ile yapılan tevekküllerdir ki: çârelerin tükendiği, artık sona gelindiği zannedilen bu anlarda “Şüphesiz ki îman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiçbir nüfûzu yoktur.” (Nahl 99) emriyle tereddütsüz, bir an olsun ümitlerini kaybetmeden, vesveselerde kalınmamış. Sabırla inâyet-i İlâhiye beklenmiş.
İMTİHANIN MÜKÂFATLARI
İşte Rablerine hakkıyla tevekkül edenlerin mükâfatları da bu engin tevekküllerine mukabil engin bir merhamet olmuştur. Aynı zamanda kendi nefislerine tevekkül edenlerin karşılığı da eşsiz bir cezâ olmuştur. Kahhâr-ı zül Celâl kendisine tevekkül edenlere zulüm etmeye çalışanları kahretmiş ve o enâniyetlerinden gelen kibirlerini en küçük mahlûklarıyla beş paralık etmiştir.
* Hz. İbrahim ve ailesinin tevekkülüne karşılık çöl ortasında bir zemzem kaynak tesisi yaratmış, onları ve umum Müslümanları kıyâmete kadar kana kana doyurmuştur. ▪ Yine o tahhire anneyi ayıplamaya çalışan Yahudi âlimi kırığı kibir kumkumalarına beşikteki bir edîbi konuşturmuş, asrın seminerini verdirmiş, anneyi mesut, onları rezîl etmiştir.
* Ateşe atılan dostunun kızgın ateşini bir botanik bahçesine çevirmiş ve mis kokular arasında onu orada halinden memnun kılmıştır. Düşmanını da âciz bir sineğe vermiş ve heder ettirmiştir.
* Denizdeki kulu ve nebîsine içi namaz kılabileceği kadar rahat bir deniz altısını göndermiş ve imtihanı bittiğinde nâzikçe deniz kenarına bıraktırmıştır.
* Kuyudaki kulunu oradan aldırtmış, Mısır’a emîr yaptırmış esaretten emîrliğe yükseltmiş, Câlut’un karşısına çıkan Peygamberinin sapanını bir tüfeğe, taşını da tüfeğin mermisine çevirmiş ve ona tek bir atış yaptırmıştır.
* Yine yağmurların niceleri yuttuğu Hz. Nuh’ un (as) gemisini feribota çevirip selametle gezdirerek asırlardır ettiği tevekküle cevap vermiş, Nil nehri kenarında sıkışan peygamberine ve ashâbına Kızıl Denizi açmış ve balçıktan dibine beton asfalt döşemiş, düşmanlarını da gark etmiştir.
* Putperest bir Hükümdara karşı Tevhîdi haykıran bir avuç kahramanı, ağzından orduların giremediği bir mağarada köpekleriyle beraber ebedîyen muhâfaza etmiştir.
* Hz. Abdulmuttalib’in Ebrehe’ye karşı “Develerimin sahibi benim, Kâbenin ise sahibi vardır ve onu korur” ifadesindeki îman, teslimiyet ve tevekküle karşı ebâbilleri göndermiş, Kâbeyi muhafaza, Ebrehe ve ordusunu ise perişan etmiştir.
* Bir avuç Bedir kahramanının yardımına melekler ordusunu göndermiş, müşrik başlarını da bir kuyuda toplamıştır. Habîb-i Edîb (asm) ve Sıddîk (ra) arkadaşını mağarada örümcek ağı ve kuş yumurtaları ile muhâfaza etmiş, selâmete çıkarmış ve meselelerinden Kur’ân’da bahis etmiştir.
Elbette ki “Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir.” Tabii ki sebepler değerlendirilecek ve uygun bir davranış belirlenecek. Hatta sebeplere riâyet edip hareket etmek “bir nevî duâ-i fiilî” hükmüne geçecek.
Bizlerin en büyük eksikliği ise bu aşamadan sonra başlamaktadır. “Müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmak” yerine sürekli sebepleri zorlayarak, tevekkül ve teslimiyetin getireceği sabır ve metanetten uzaklaşırız. Hâlbuki Rabbimiz buyuruyor. “De ki: Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz. O bizim Mevlâmızdır. Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.”(Tevbe, 51)
İşte bu anlarda insanların kendilerine ve birbirlerine olan/olacak telkinleri çok önemlidir: “Allah bizimle!”, “Allah bize yeter!”
Bedîüzzaman Hazretleri, bu konu ile ilgili olarak “Demek îman tevhîdi, tevhid teslîmi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dareyni iktiza eder.” altın cümlesinde bahsettiği îman-tevhid-teslim-tevekkül-saâdet halkasında tevekkülü en sona ve tam yerine koymuş.
Demek Kur’ân’ın istediği tevekkül, îman, tevhid ve teslim halkalarından sonra olabilmekte sonrasında ise inayeti ilâhiye’yi ve saâdet-i dareyni netice vermektedir.
Zaman tevekkül zamanıdır. İrfan ehli tevekkül ehlidir. En umutsuz, en çaresiz zamanlarda bile Rablerini unutmazlar, O’na güvenirler ve daha sıkı sarılırlar.
Yâ Rabbi, Ehli İslâma ve irfana engin tevekküller ihsan et. Sadece sana teslim olma ve sadece senden isteme şuûrunu bize nasip et! Âmîn.
Bir yanıt yazın