İnsanın ve insandaki hayatın, san’at cihetiyle bu derece yüksekliğinden dolayıdır ki; insan, san’atın nutka geldiği makamdır. Hiç düşünülebilirmi ki; insanın ve kâinatın San’atkârı olan Cenab-ı Hak, bunların meyveleri olan ibâdeti, şükrü ve insanın en güzel meyvesi olan namazı başka ellere bıraksın?
İnsan ve kâinat, Kudret-i İlâhiyye’nin iki mûcize san’atı; biri küçük âlem, öteki büyük âlem. Diğer bir tabir ile insan, küçük bir kâinat; kâinat, büyük bir insan. İnsan ve kâinat hakkında tarihte pek çok mütefekkir ve kâmil zatlar pek geniş ve derin izahatlar yapmışlar. Bunlar içinde Bediüzzaman Hazretleri’nin Risâle-i Nûr’da yaptığı tafsîlat gerçekten bu zamanın düşünen ve araştıran insanını tatmin edecek seviyededir.
Mesela; Yirminci Mektub’un İkinci Makam’ında geçen şu izahat, tefekkür kuvvemizin önüne muhteşem bir ufuk açıyor: “ Sani’-i Zülcelâl’in âlem-i ekberdeki san’atı o derece mânidardır ki; o san’at bir kitab suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitâb-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer hakîkî fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitâb-ı hikmet o derece hakîkatle bağlı ve hakîkatten medet alıyor ki; büyük Kitâb-ı Mubîn’in bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm şeklinde ilan edildi. Hem nasıl ki; kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından kitab şekline girdi, insandaki sıbğatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitab çiçeği açtı. Yani o san’at o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki; o makine-i zihayattaki cihazâtı fonoğraf gibi nutka geldi söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbğa-i Rabbaniyye vermiş ki; o maddi, cismâni, câmid kafada, manevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitab çiçeği açtı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvî cihazât ve istîdat verdi ki; Sultan-ı Ezeli’ye muhatab olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakkî verdi. Yani fıtrat-ı insaniyyedeki sıbğat-ı Rabbâniyye, Hitâb-ı İlâhî çiçeğini açtı …”
İNSAN’DA ‘HAYAT’ FARKI
Evet, bir şeyin, san’at veya san’at eseri olması için onda nizam, intizam ve hikmet gibi hakîkatlerin görünmesi ve hükmetmesi gerekir. Nizam, intizam ve hikmet, kemal noktasına çıktığı zaman, o san’at manidar olur, mânâlar ifade etmeye başlar. San’attaki manidarlık kemal noktasına çıktığı an, o san’at artık bir kitab gibi çok latif ve cemîl mânâlar ifade eder. Meselâ bir baharı ve bahardaki san’at eserlerini kıyas ediniz; nasıl bir kitab gibi, hatta binler kitab gibi manidar olduğu göz önündedir. Hâlbuki baharın, kâinat kitabının bir küçük sayfası hükmünde olmasından anlıyoruz ki; kâinat, ne kadar muhteşem bir san’attır ki; büyük bir kitab şeklinde yazılmıştır. Bütün pozitif bilimlerin hakikatli kısımları o büyük kitab olan kâinatın okunup anlaşılmasının mahsulüdür. O kitabın tam ve mükemmel tefsiri ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.
İnsandaki hayat makinesi câmi’iyyeti itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını ve hikmetinin nakışlarını, mahiyetinde aksettirmesi cihetiyle, san’at o dereceye çıkmış ki; nutka gelerek üzerindeki mânâları hem kitab, hem de hitab şeklinde seyircilere ifade etmektedir. Maddî, câmid, kesif bir şeyden daha lâtif olan ses, görüntü ve bilgi, mahsül olarak alınabilmekte ve depolanabilmektedir. Mesela video kasetleri, cep telefonları ve bilgisayarlar gibi. İnsanın maddî, câmid kafasında da Cenâb-ı Hak öyle cihazlar yerleştirmiş ki; insan düşünüyor, hayâl ediyor, tefekkür ediyor ve hem kendisini, hem kâinatı, hem de San’atkârını, konuşma ve hitab şeklinde ifade ve beyan ediyor. Yani manevî, hayattar, gaybî çiçekler açıyor.
Yine Risâle-i Nûr’da, Onbirinci Söz’de beyan edildiği gibi; insanın ve insandaki hayatın mahiyetinin icmâli şudur: “(1) Esma-i İlahiyeye aid garaibin fihristi, (2) Hem şuun ve sıfât-ı İlahiyenin bir mikyası, (3) Hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, (4) Hem bu âlem-i kebirin bir listesi, (5) Hem şu kâinatın bir haritası, (6) Hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, (7) Hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, (8) Hem mevcudata serpilen ve evkata (vakitlere) takılan kamalâtın bir ahsen-i takvimi (en güzel yaratması) dir.”
İşte, insanın ve insandaki hayatın, san’at cihetiyle bu derece yüksekliğinden dolayıdır ki; insan, san’atın nutka geldiği makamdır. Hiç düşünülebilirmi ki; insanın ve kâinatın San’atkârı olan Cenab-ı Hak, bunların meyveleri olan ibâdeti, şükrü ve insanın en güzel meyvesi olan namazı başka ellere bıraksın?
Bir yanıt yazın