Her ferd için, maddî ve manevî olmak üzere Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği iki şahsiyet vardır. Kişinin maddî şahsiyeti, maddî varlığından ibarettir. Şahs-ı manevî ise aile, çevre, vazife, hizmet, şeref ve kişinin etkisinde bulunan bütün alanları kuşatır. Allah’ın her ferde verdiği maddî varlık, diğer ferdlerden farklı özelliklere sahip olduğu gibi, şahs-ı manevîsi de diğerlerinden farklıdır.
Mesela, bir cemaati teşkil eden zatın şahs-ı manevîsi o cemaatin genişliğine ve büyüklüğüne göre büyük olur. Bir devleti idare edenin şahs-ı manevîsi ise etkili olduğu alana ve o devletin büyüklüğüne göre olur.
Evet, iyilik yapanların bir şahs-ı manevîleri olduğu gibi, fenalık yapanların da bir şahs-ı manevîleri var olduğunu unutmamalıyız. Kişinin yalnız başına hizmeti maddî şahsiyetine göre küçüldüğü gibi, cemaatten müteşekkil olan bir şahs-ı manevînin hizmeti ise o nisbette büyük olur. Bir şahs-ı manevînin eczaları hükmündeki ferdler eğer yaptıkları hizmet ve ibâdetin getirdiği sevapta da ortak olsalar, o ortaklık bir şirket-i manevîyeyi netice verir.
Yani her ferd kazandığı sevap ve hasenâta umum cemaati dâhil etse ve bütün ehl-i imana yaptığı duânın haricinde, o cemaatin ferdlerini, ailesiyle birlikte hususî duâlarına ve kazançlarına ortak etmeyi niyet etse, o şirket-i manevîye teşekkül etmiş olur. Aynı zamanda her ferd o şirketin getirdiği bütün kazanç ve sevaplara rahmet-i ilahiye ile sahip olur.
Evet, eğer on kişi ittifak edip birer milyar ortaya koysalar, bir sene çalıştırsalar, yüzde yüz kazandıkları takdirde, yirmi milyarlık sermayesi olan bir şirketleri olur. Görünüşte hepsi de o şirketin sahipleri sayılırlar. Fakat herkes ancak hissesine göre istifade eder.
Eğer bir taksimat yapılsa, her birine ikişer milyar düşer. Zira maddî ticarette iş böyle olur. Ama manevî ve nuranî şirketlerde iş değişir. Çünkü manevî şirketlerin getirdikleri umum sevap ve nurun her birinin defter-i amaline bitamamiha geçeceği ehl-i hakîkatin arasında meşhud ve vaki’dir, Rahmet ve hikmet-i İlahiye’nin de muktezasıdır.
Mesela, bir salonda yüz adam bulunsa, her birinin on watlık bir lambası olsa, birisi o salona lambasını takmış olsa, umum o cemaatin her birisi on watlık bir ışıktan istifade eder. O cemaatin orda bulunması lamba sahibinin istifadesini azaltmadığı gibi, dışarıya çıkmaları da onun ışıktan istifadesini arttırmaz. Eğer herkes elindeki lambayı salona takmış olsa, o zaman her bir ferd yalnız kendi lambasından istifade etmez. Aksine her birisi bin watlık ışıktan istifade eder.
Aynen öyle de eğer bin kişi uhrevî amellerin sevabında ortak olsa ve o niyet ile hizmet etse her birisi bir günde on sevap kazandıkları takdirde, o zaman şirketin kazandığı sevap on bin olur. Sevap nur olduğundan her birinin defter-i a’mâline eksiksiz on bin sevabın hepsi geçer. Ancak kişinin ihlas ve samimiyetine binaen aynasının sâfiyetinden kaynaklanan bir farklılık olabilir.
Eğer bin kişi uhrevî amellerin sevabında ortak olsa ve o niyet ile hizmet etse her birisi bir günde on sevap kazandıkları takdirde, o zaman şirketin kazandığı sevap on bin olur. Sevap nur olduğundan her birinin defter-i a’mâline eksiksiz on bin sevabın hepsi geçer. Ancak kişinin ihlas ve samimiyetine binaen aynasının sâfiyetinden kaynaklanan bir farklılık olabilir.
Eğer onlardan birisi o şirketten ayrılsa, kendi başına sevap kazanmaya çalışsa, yine her gün on sevap kazanmak şartıyla bin günde ancak o on bin sevabı elde edebilir. İşte
“mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır”,
“ameller niyetlere göredir”,
“cemaatte rahmet vardır”,
“Allah’ın inâyeti, tevfîki cemaatle birliktedir.” gibi hadis-i şeriflerin ifade ettiği hakîkatler böylece anlaşılmış olur.
İşte bu zamanda Risâle-i Nûr talebelerinin de âlem-i İslâm kadar geniş, belki bütün dünyaya yayılmış bir şahs-ı manevîsi var. İhsan-ı ilahî olarak o şahs-ı manevînin bir şirket-i manevîyesi bulunur. İnşaallah hâlis bir niyetle o şirkete ortak olan her ferd, bütün ferdlerin misl-i sevaplarını kazanır. Zaten böyle felaket ve helaket bir asırda bu kadar büyük tahribata karşı insan ancak bu kadar sevap ve manevî kuvvet ile dayanabilir. Yoksa bir insanın, her taraftan hücum eden günahlara karşı hususî ibâdetleriyle dayanması çok zor olur. Rabbim bizleri muhafaza eylesin. Amin!
SADÂKAT SIRRI
Bu şirket-i manevîye hususunda yine söz Bediüzzaman hazretlerinindir; sözü O’na bırakalım:
“Evet Risâle-i Nûr’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir, başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.
“Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatla Risâle-i Nûr dairesine giren, imanla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senedler var.” Evet iman edip amel-i salih işleyenlerin ehl-i cennet olacakları pek çok ayet-i kerimede ifade ediliyor. İnşaallah Risâle-i Nûra sadakatla girenler, iman edip amel-i salihi işleyenlerin sınıfına dahil olurlar.
“İkinci neticesi: Risâle-i Nûr dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i manevîye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sadık şakirdi; binler diller ile, kalbler ile duâ etmek, istiğfar etmek, ibâdet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif’teki hakîkat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakîkatları, yüzbin el ile aramaktır.
İşte bu gibi netice içindir ki; Risâle-i Nûr şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, «Vazifemiz hizmettir. O yeter» derler. (Kastamonu Lahikası)
KALEMLE HİZMET
Evet bu şirket-i manevîyeye dahil olmanın şartlarının neler olduğunu yine Risâle-i nûrlardan öğrenelim:
“Birincisi: Risâle-i Nûr’a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi ünvanını (ismini) alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı duâlarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risâle-i Nûr talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.” (Kastamonu Lahikası)
Risâle-i Nûru yazmanın beş türlü dünyevi faydası vardır:
1- Rızıkta bereket.
2- Kalbde rahat ve sürur.
3- Maişette sühûlet.
4- İşlerinde muvaffakıyet.
5- Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nûr talebelerinin has duâlarına hissedar olmaktır.” (Kastamonu Lahikası)
Bu cümlenin ifade ettiği gibi Risâle-i Nûru yazan şüphesiz talebelik faziletini kazanarak bütün Risâle-i Nûr talebelerinin has duâlarına hissedar oluyor.
“Kalemle (yazarak) Nurlara hizmet ve sadakatla talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır:
1- Âyât-ı Kur’âniyenin işaratıyla, imanla kabre girmektir.
2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i manevîye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır.
Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-ı diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta -talii varsa, tam muvaffak olmuşsa- Hâfız Ali ve «Meyve»de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır.” (Emirdağ Lahikası)
Bu izahta da görüldüğü gibi anlatılan kazanç, başta kalemle Risâle-i Nûrları yazarak hizmet etmek ve sadakatle talebesi olmak ile ancak kazanılıyor. Demek bu iki şart ihmal edilmemelidir.
KANAAT SIRRI
Yanlış bir yorum yapmamak için, Risâle-i Nûr’da geçen şu ifadeye dikkat etmemiz lazım:
“Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh huruf-ı ecnebiyi İslâmlar içinde kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-su’un (kötü alimlerin) bid’alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i
Âzam ile ecnebi hurufuna karşı mukabele ediyor. Ve hem ulemaü’s-su’a karşı muhalefet ediyor.
İşte bu zamanda o âdemler Risâle-i Nûr şakirdleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir. Çünki onlardır ki hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr bir kısım ulemalara karşı mukavemet ediyorlar.” (18.Lem’a)
“Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risâle-i Nûr’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.
Hem şimdilik bazı ülemanın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid’atlara müsaid gittiği için, Risâle-i Nûr zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza etmek bir vazifesi iken…” (Kastamonu Lahikası)
BİD’AT HAK OLMAZ!
Bazı kişilerin “Kur’an hattı ile yazmak bir meşrebtir” demelerine mukabil, Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nûr’un bir vazifesi de bid’ata karşı huruf ve hatt-ı Kur’anı muhafaza etmek olduğunu belirterek bu görüşün doğru olmadığını beyan etmektedir. Bazıları da “Kur’an harfleriyle hizmet ‘ehaktır’(daha haktır) diğer hurufat ile hizmet ise ‘haktır’. Hakta ittifak ehakta (daha hak olanda) ihtilaf olduğundan hakk ehaktan ehak olur.”diyorlar. Hâlbuki yukarıda Bediüzzaman Hazretleri latin harflerinin bid’at olduğunu ifade ediyor. Bid’at olan birşeye nasıl hak denilebilir?
Hem bilindiği gibi bu zamanda memleketimizde kitapları tedkik ve tashih eden umumun kabul ettiği bir hey’et bulunmadığından önüne gelen, din namına kitap yazıp piyasaya sürüyor. Doğrusu yanlışı tesbit edilmediğinden nur talebelerinin, yetişinceye kadar, i’tikadları bozulmaması için rastgele eser okumalarına müsaade edilmiyor. Bütün ülemanın tasdikiyle ehl-i sünnete göre sıhhati kabul edilen Risâle-i Nûrlara kanaat etmeleri isteniyor.
“Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (Kastamonu Lahikası, 163)
TALEBE, KARDEŞ, DOST
“[Onuncu Mes’ele] Ziyaretçilere aid bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır. Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn (baş göz üstüne) kabul ediyorum.
Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki:
Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir. Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin. (Mektûbât, 141)
Evet her ne kadar kardeş ve talebe için bid’aya taraftar olmamak şartını getirmiyorsa da onlar için böyle bir şart yoktur denilemez. Çünkü dost için geçerli olan şartlar kardeş için de geçerlidir. Dost ve kardeş için geçerli olan şartlar ise talebe için de geçerlidir. Dost için bile kabul edilmeyen bir şey kardeş ve talebe için kabul edilebilir mi? Hem talebe, talebe olduğu gibi aynı zamanda kardeş ve dost olur. Kardeş ise kardeş olduğu gibi aynı zamanda dosttur. Bu hususta tekellüflü yorumlara kaçmak yanlış olur.
OKUMAK, DİNLEMEK, YAZMAK
“Her bir âdem eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risâle-i Nûr’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibâdete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibâdet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.” (Emirdağ Lahikası, c. 2, 276)
Bediüzzaman Hazretleri “beş-on dakika dahi olsa Risâle-i Nûr’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları …” cümlesini bazıları yanlış yorumluyor. Sanki üstad bu ifade ile okumak, yazmak veya dinlemekten yalnız birisini kastediyormuş gibi yorumluyorlar. Halbuki beş-on dakikalık boş vakitte biraraya gelirken bu üç vazifeden hangisini yapmak mümkün ise o yapılsın demektir. Aynı kişi bazen yazar bazen okur bazen de dinleyebilir demektir. Yukarıda bahsi geçen “İhlas Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibâdete de mazhar olurlar.” cümlesinde ifade edilen meseleyi aynen buraya alıyoruz:
“[Bir kısım Kardeşlerime hususî bir mektubdur.]
Yazıda usanan ve ibâdet ayları olan şuhur-ı selâsede sair evradı, beş cihetle ibâdet sayılan Risâle-i Nûr yazısına tercih eden Kardeşlerime iki hadîs-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim. (…)
Bu kıymetli mektubda Üstadımızın işaret ettiği beş nevi ibâdetin izahını kendilerinden taleb ettik. Aldığımız izah şöyledir.
1 – En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmek.
2 – Üstadına neşr-i hakîkat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmek.
3 – Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek.
4 – Kalemle ilmi tahsil etmek.
5 – Bazan bir saati bir sene ibâdet hükmüne geçen tefekkürî olan ibâdeti yapmaktır.” (Lem’alar, 175)
İşte bu hakîkat dahi yoruma ihtiyaç bırakmadan Bediüzzaman Hazretlerinin o ifadeleriyle neyi kastettiğini açıkca gösteriyor.
Yanlış anlaşılmasın bütün bu izahlar birilerini daire haricine atmak için gösterilen bir gayret değildir. Hem böyle bir davranış Risâle-i Nûr’un mesleğine zıttır. Bir zamanlar Cuma vaazında hocaefendi cemaate vaaz ederken Cennetin bütün kapılarını kapatarak, cehennemin de bütün kapılarını sonuna kadar açarak “kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Hakîkatlerine muhalif olarak cemaati cehemmemle tehdid ediyormuş. Cuma namazından çıktıktan sonra namazda bulunan başka bir hocaefendi “hocam herkesi cehenneme gönderiyorsun. Eğer Allah rahmetiyle cemaati affedip cennetine koyarsa sizin bu dedikleriniz size kalır.”diye söylemiş.
Biz de Allah’ın rahmetinden diliyoruz ki, Rabbim bütün mü’minleri Risâle-i Nûr talebesi olarak cennetine koysun. Bu dediklerimiz de bize kalsın. Hem bilinsin ki asıl gayemiz bu hizmetin ölçülerini dusturlarını bilmek ve yaşamak ve Allah rızası için başkasına da göstermek ve şirket-i ma’neviyeye dahil olmak için gereken şartlarına riayet etmektir. Risâle-i Nûr’un bir esası kabul edilen şefkatin neticesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümlelerine birlikte kulak verelim:
“Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur.” Rabbimiz bizlere ve bütün kardeşlerimize bu fedakârlığı azami derecede ihsan eylesin. Âmin.
Burada, uzun olmaması için, Risâle-i Nûr’un muhtelif yerlerinden paragraflar aldık. Bu yazıyı okuyan kardeşlerden ricamız, bizzat o kaynakları okumalarıdır.
ZARÛRET MESELESİ
“Risâle-i Nûr’un bir vazifesi; huruf-ı Kur’âniyeyi muhafaza olduğundan, yeni hurufa zarûret derecesinde inşâallah müsaade olur.” (Kastamonu Lahikası, 137)
Zarûret meselesinin ne olduğunu yine Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim: “Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zarûret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-ı uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-ı diniyeyi terkeder.” (Kastamonu Lahikası, 67)
Üstad’ın da ifade ettiği gibi ancak helâket zarûret sayılıyor. İçtihad Risâlesi’nde de ve dört mezhebin fıkıh kitaplarında da zarûret bu şekilde izah ediliyor. Mesela ölüm tehlikesi geçiren bir şahıs ölmeyecek kadar, haramdan yiyebilir. Daha sonra helali bulma imkanına sahip olduğu halde o haramı yemeye devam edemez.
O şahıs için zarûret bitmiş sayılır. Aynen öyle de Kur’an yazısını bilmeyen ve öğrenme imkanına da sahip olmayan insanlarımız, o imkanı bulup öğreninceye kadar diğer yazılardan istifade edebilir. Bu onlar için bir zarûrettir. Öğrenme imkanını bulduğu ve Risâle-i Nûrları da anladığı halde zarûret diyerek o yazıyı esas yapıp meslek haline getiremez. Bu kişiler için ruhsat-ı şer’iyye yoktur.
“Risâle-i Nûr dairesine giren, imanla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senedler var.”
“Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nûr talebelerinin has duâlarına hissedar olmaktır.”
Bir yanıt yazın