RUH, ENE VE NEFİS
Aynı hakikatin birbiriyle örtüşen farklı birer veçhesi olan “ruh, ene ve nefis” kavramları, âlem-i ervahtan başlayıp, şehâdet âleminden geçerek âlem-i berzâha, oradan ebed memleketine uzanan uzun bir yolculuğun öznesini teşkil ederler.
Nefsin Biri Zat, Diğeri Latîfe Olmak Üzere İki Manası Var
Zat anlamına olan nefis, kişinin kendisi yani ‘ben’ demektir. Bu itibarla nefis, insan olarak yaratıldığımız asıl varlığımız olan ruhumuzdur. Yani ruhumuzla kastedilen şey biziz, nefsimizdir. Biz zahiren genelde cesedimizi ‘ben’ olarak kabul ederiz ama hakikatte bu maddi vücudumuz ruhumuzun elbisesi hükmündedir.
Dünyada kaşımızla-gözümüzle, elimizle-kolumuzla, kalbimizle-beynimizle üzerimizdeki bu vücut elbisesini giyiyoruz. Bir sonraki durağımız olan kabirdeki hayat ise cismanî değil, sadece ruhanîdir. Öldüğümüzde, beden elbisesini çıkardığımızda ruhumuz bütün bütün çıplak kalmayacak, âlem-i ervâhta ve âlem-i berzâhta yani kabirde üzerinde ince bir tül gibi bir gılâf-ı latîfi bulunacak.[1]
Ruh mahiyeti itibariyle vücud-u hâricî giydirilmiş, zîşuur ve zîhayat bir mahlûk olup beden dışında sanal bir kavram değil, mahlûktur. Ruh bedenden ayrıldığında beden ölür ve dağılır ama ruh kendi latîf vücuduyla kaim kalır, hayatiyetini devam ettirir.
Doğan, büyüyen ve ölen bedendir. Çünki ruh beka sahibidir. Cesedle değil, binefsihî, zatı itibariyle kâimdir. Yani varlıkta kalmak için o bedene ihtiyacı yoktur. Mevt, ruh için bir son değil, başka bir hayat mertebesine intikaldir. Yunus Emre’nin “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!” derken kastettiği şey, bedenle ruh arasındaki bu farktır.
Bizler son durağımız olan âhirette, dünyevî vücuttan çok daha mükemmel bambaşka bir bedeni elbise olarak tekrar giyeceğiz. Haşir, kabir hayatı gibi sadece ruhanî değil, aynı zamanda cismanî olacaktır. Yani ebed memleketinde bize oraya münasip buradan çok daha mükemmel bir başka vücut daha verilecek.
Her âleme münasip olarak ruhumuza çeşit çeşit giydirilen bu beden elbiselerinin hiçbiri, bizim gerçek kimliğimiz değildir. “Biz kimiz?” dendiğinde ‘gerçek biz’ olarak verilecek cevap, bizim ruhumuzdur. Ne dünyadaki, ne de âhiretteki kolumuz, bacağımız değildir. İşte bu itibarla ruh, bir varlık ve zat anlamında ‘nefis’tir. كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ “Her nefis ölümü tadıcıdır” derken kastedilen nefis, zat anlamıyla, herkes, her birimiz demektir.
Ruh –Ene Münasebeti
Cenab-ı Hak ruhumuzu mürekkep olmayan bir mahiyette, yani bir kaç şeyden terkip edilmemiş, basit bir surette yaratmıştır. Bu hüviyetiyle ruh, tek ve bölünmez bir cevherdir. Ruhumuz böyle tek bir cevher olmakla birlikte çok değişik fonksiyonlara, kabiliyetlere, sıfatlara sahiptir.
Nasıl ki her mahlûk, mesela bir portakal, adı şudur, tadı şudur, yuvarlaktır, şu renktir, kokusu şöyledir, içindeki paketçikler şu vitaminleri haizdir, şu bahçede yetişir, şu zaman olgunlaşır gibi, o portakal mürekkep de olsa tek bir şey olduğu halde, birbirinden çok farklı sıfatlara sahiptir.
Öyle de ruhumuz da mahiyeti itibariyle basit, bölünemez tek şey olduğu halde, ona takılan akıl, kalb, vicdan gibi latîfelere, ilim, irâde gibi, işitmek, sevmek gibi çok farklı sıfatlara sahiptir.
Kudret-i İlâhiye ruhumuzun mahiyetine ben’lik vermiştir. Bu sayede biz, kendimizi biliriz, bizim ve çevremizin farkındayız. Bir benliğimiz ve bir kimliğimiz var. Başka şeyleri ve kendimizi birbirinden temyiz ederiz. Etrafımızdakilerden farklı biri olduğumuzu biliriz.
Birçok mahlûkta olmayan ve ruhumuza tanınan bu fonksiyon, bu benlik şuuru, bizi diğer mahlûklardan farklı kılan bu emanet ‘ene’dir. Semâvât ve arzın hamlinden çekindiği mukaddes yük. Ruhumuz bu ‘ene’ vasıtasıyla kendini ve etrafında olan biteni bildiği gibi, asıl maksadı olan Rabbini de bilir ve tanır.
Ene öyle bir cihaz, öyle bir istidaddır ki bütün Esmâ-yı Hüsnâ’ya âyinedarlık eder. Yani Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri bizim âyine-i ruhumuzda tecelli eder. Biz sadece kendimizi ve çevremizi değil, ene’nin farazî ve mevhum rububiyetiyle üzerimizde tecelli eden bütün isimleri böylelikle fark ederiz, hissederiz.
Aynadaki görüntüler nasıl mukabilindeki eşyayı gösteriyorsa, ruhumuzun âyinesinde tecelli eden manalar da Rabbimizi tanımak için bize verilen bir referans, bir özellik, bir anahtardır. Onu bir mana-yı harfî ile farklı farklı isimleriyle bize tanıtır.
Ama insan ene’nin sadece bu maksatla ruhumuza tevdi edilmiş ‘bir emanet’ olan bu özelliğini anlayamazsa, âyine-i ruhunda tecelli eden bu harika özellikleri kendinden bilir, öyle zanneder. Rabbiyle nisbeti kuramayınca, âyinesinde gördüklerine sahip çıkar, kendini mâlik görür, hâkim görür, kadîr görür ve emanete hıyanet eder.
Bu reddin bir sonucu olarak, neuzübillâh nefsini rab ittihaz etmeye kadar gider. Ve مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ tokadına müstehak olur.
Ruhumuzun İletişim Kodları: Latîfeler
“İnsanın mahiyet-i câmiasında ve istidâd-ı hayâtiyesinde çok letâif var.”
Kudret-i İlâhiye tarafından ruhumuza birer fonksiyon olarak tanımlanan latîfelerin her biri, nihayetsiz Esmâ-yı İlâhiye tecellilerini anlamamıza vesile olan âletler, reseptörler hükmündedir. Ve biz dış âlemi bunlar vasıtasıyla idrak eder ve tavrımızı belirleriz ki bunun hayatımıza yansıyan şekli, bizim çeşit çeşit fiillerimiz ve tercihlerimiz olur.
Görmek, işitmek, anlamak, sevmek, merhamet etmek, kızmak gibi sayısız fillerimizi asıl gerçekleştiren ve onların gerçek sahibi olan, bedenimiz değil, ruhumuzdur.
Nasıl ki kesmek fiilinin fâili bıçak değil, biz isek; bedenimiz de bu fiiller noktasında sadece bir araç hükmündedir. Dolayısıyla onları belirleyen irâde bedene değil, ruha aittir, fâil ruhtur.
Üzerimizdeki Esmâ-yı İlâhiye tecellileri, ruhumuzdaki latîfeler vasıtasıyla bazen misliyle, benzeriyle, örnekler ve nakışlar suretinde; bazen de acz, fakr, naks gibi zıtlarıyla Rabbimizi bize tanıtırlar.
Her bir latîfe, bir isme müteveccih âyine hükmündedir. İnsan, o ismin tecellisinden bu latîfe vasıtasıyla zevk alır, o perde arkasındaki hakikatin farkına varır. Bu farkındalık onun ruhuna bir pencere olur.
Kişi o latîfeleri gaflet perdesiyle, farkına varmamakla, tefekkürsüzlükle, zikirden uzak kalmakla ihmal ederse, o kıymettar âletler zamanla susuz kalan çiçek gibi körelir, pörsür ve söner.
Hâlbuki insan, etrafındaki her biri birer kıymettar hârika-i san’at olan nimetlerin Ehad-ı Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünse ve derk etse, o latîfeleri mütemadiyen işletip istimal edebilse, etrafında olup bitenden ibret almaya çalışsa marifeti artar. Ve kâinat kitabını okumaya başlar. رَبَّهُ عَرَفَ فَقَدْ نَفْسَهُ عَرَفَ مَنْ “Nefsini tanıyan Rabbini de tanır” hadisi bu hakikate işaret eder.
Ruh bu âlem-i şehadetle ilişkiyi beden mekanizması üzerinden kurar. Ama cismanî hayat derecesinden ruhun mertebe-i hayatına ulaşan bir ehl-i kemal, görmek için göz penceresine ihtiyaç duymaz. Kâinatı olanca genişliğiyle ruhunun penceresinden seyreder. Kemale eren bir ruh, bedene muhtaç değildir. Ne görmek, ne işitmek, ne de bir yere intikal için.
Bundandır ki hücresinden dışarı çıkmayan bir Allah dostu bu marifetle, dünya ehline dünyanın dört bucağındaki gizli sırlardan haber verir. İbrahim Hakkı gibi, semâvâtın yollarını Tillo’nun sokaklarından daha iyi bilir.
‘Zat’ Manasından Farklı Olarak ‘Latîfe’ Mahiyetinde Olan ‘Nefis’
Cenab-ı Hakk’ın ruhumuza taktığı istidad ve latîfelerden biri de, bütün hissiyatımızın kaynağı olan ve diğer tüm latîfelerimizi ve akıl, kalb, irade gibi sair cihazâtımızı câzibesiyle hissiyatı istikametinde etkileyen ve yön veren ‘nefis’ latîfesidir.
‘Nefis’ bu itibarla zat manasından ayrı olup, İlâhî bir latîfedir. Ve ‘nüfus-u seb’a’ olmak üzere yedi mertebesi vardır. Yani biz bu istidadımızı yedi farklı şekilde kullanabiliriz.
Allah herkesi İslam fıtratı üzere yaratmıştır. Ama imtihan cihetiyle meleklerden farklı olarak bize hem hayra, hem şerre yönelik bir serbestiyet, bir kabiliyet tanımıştır. İnsan, işte bu ‘nefis’ denilen, hayra ve şerre kabil özelliğiyle imtihan olur.
Nefsimiz bize kötülüğü emretmiyor olsaydı, yani bizim şerre de kabiliyetimiz olmasaydı ve nefsimizin emmâre vasfı olmasaydı, biz de melekler gibi olurduk. Ve imtihan olmazdı.
Nitekim melaikenin şerre kabiliyeti yoktur. Onlar ibâdun mükremun’durlar. وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Ne emr olunursa onu yaparlar.”
Ama insanlar ve cinnîlerin hem hayra hem şerre kabiliyeti vardır. Bu yüzdendir ki imtihana tabi tutulan bizleriz.
Nefsin İlk Mertebesi: Nefs-İ Emmâre
إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ âyetinin ifade ettiği gibi, nefsimiz bize kötülüğü emreder. Kendini beğenir ve kutsar. Şımarık ve kibirlidir. Üzerine toz kondurmaz. Süflî arzular peşinde koşar. Bu mertebedeki nefis, ‘emmâre’dir.
Ama nefsimiz sadece emmâre olsaydı, yani sadece şerre kabiliyeti olsaydı, biz bu vartadan kurtulamazdık. Hâlbuki nefsin yedi mertebesinden sadece biri kötülüğü emreder.
Nefsin merâtibi içinde nefs-i emmâre hariç, diğer altı mertebenin hepsi bizi hayra teşvik ediyor. Ki bu da Cenab-ı Hakk’ın bizlere bir lütfudur ve rahmetinin gadabına galebesinin bir başka cilvesidir.
Nasihat dilinde nefis, her ne kadar istiaze, çekinme ve tedbir anlamında, ikaz makamında hep olumsuz manasıyla vurgulansa da, diğer altı mertebede tezkiye edilmiş bir nefis olarak artık muteber bir şeydir. Ama büyükler, hep şeytanın iş ortağı, en büyük düşmanımız olan ve irademizi etkilemekle tercihlerimizi kötüye yönlendiren nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmışlar, ondan asla emin olmamışlardır.
فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ “Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz.” ‘Onun tezkiyesini tezkiyesizliğinde biliniz’ manası bizlere bu tehlikeyi ihtar ediyor.
Nefis Pişman da Olur
Nefsin, emmâre olmaktan bir sonraki mertebesi ‘levvâme’dir. Bu noktadaki nefis, artık kötülüğü emretmez. Bilakis bir şekilde hata yapmışsa, ondan pişmanlık duyar.
Husrev Efendi Üstadımız “Risâle-i Nura intisab eden bir kişinin nefsi şayet emmâre ise, o intisab ile levvâmeye inkılab eder” buyurmuş. Yani artık o kardeş mücerred o intisab bereketiyle kendini sorgulamaya, artık hatasını, eksiğini fark etmeye başlar. Süreç içinde hatalardan tam sakınamasa da, işlediği günahlardan pişmanlık duyar. Bu hal, emmâre olan o nefis için bir mertebe terakkidir, iyiye doğru yönelmedir.
Her Nefse İlham Yolu Açıktır
Kişi istikamete devam ettiği takdirde daha sonra ‘nefs-i mülheme’ mertebesine vâsıl olur. Yani kul yaşantısıyla takip ettiği bu seyr u sülük içinde Rabbine yaklaştıkça, Rabbi de rahmetiyle ona yaklaşır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ona ilham eder, bildirir. Nefis kendisine aslında daha önce de yapılmakta olan bu ilhamı artık fark etmeye başlar.
قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا önümüzde bir düsturdur. Nefsini temizleyen, emmâre olmaktan kurtaran kişi felaha erer, kurtulur.
Nefisten gelen iyi ve kötü emirler bu eksende düşünülmeli. Emmâre olan nefis, bize mutlak olarak kötülüğü emreder. Ama levvâme mertebesine intikal eden bir nefis artık her halinde bize kötülüğü emretmez. Tam tersine kendi hatasını sorgulayan, hesaba çekilmeden kendini hesaba çeken bir kimliğe bürünür. Kendimizi tutamaz ve bir şekilde yine nefs-i emmârenin tuzağına düşersek, bizi levm eder. “Neden böyle yaptın?” diye bizi yargılar.
Nefis, mülheme olduğunda, önüne çıkan ikilemlerde kişiye “Bu doğru, bu yanlış!” der. فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا Yani Allah neyin fücur, neyin takva olduğunu bu mertebedeki nefse ilham eder. Burada mülhim, yani ilham eden, Cenab-ı Hakk; mülhem, yani kendisine ilham olunan, nefistir.
Hani zaman zaman “Aklıma geldi” deriz ya! Daha önce hiç aklımızda olmayan, bizde olmayan bir şey nereden bizim aklımıza geliyor? İlham, vicdanlarda meşhud bir hakikattir. Bu mertebedeki nefse Cenab-ı Hakk fücurunu ve takvasını telkin eder, uyarır.
Kalbin İtmi’nan Bulduğu Nokta: Nefs-i Mutmainne
Nefis bir sonraki mertebede ‘mutmainne’ olur. Artık o kul neyin hayır, neyin şer olduğunu bilir. Tesadüfün olmadığını, her şeye hükmedenin Rabbi olduğunu bilen bir kanaat sahibi olur. Her şeyin üstünde onun mührünü görür. Kâinat kitabını mütalaaya başlar. Bilir ki her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Etrafında olan bitenin Rabbinden geldiğine mutmaindir. Esbâb perdesi altında cereyan eden hadisatın içyüzünü anlar.
Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ diyerek nefs-i mutmainne olanlara iltifat buyurur ve onları bir adım sonrasına, yani râdıye ve mardıye mertebelerine davet eder. Salih kulların arasında cennete girmekle müjdeler.
Rabbinden Razı Olmak
Bir sonraki mertebe, ‘nefs-i râzıye’dir. Yani mutmainne makamındaki bir insan, neyin ne olduğunu anlar da, peki bu tasarruflara rızası nasıldır? Akıl ve kalbi hissiyatına galip midir? Bir nevi kaderi tenkit manasında “Keşke!” der mi? Canı yandığında “Of! Puf!” der, şikâyet eder mi? Yoksa narı da nuru gibi sırf ondan geldiği için şey-i vâhid bilir mi?
“Hoştur bana senden gelen, ya hil’atü yahut kefen, ya taze gül yahut diken, lütfun da hoş, kahrın da hoş” der mi, diyebilir mi?
İşte bu mertebedeki nefis, oğlunu kurban etmeye götüren İbrahim (as) gibi, o hali bildiği halde milim sarsılmayan İsmail (as) gibi, Rabbinin her türlü tasarrufundan razıdır. Şu köşede vurulacağını bilse gider.
Hz. Ömer Efendimiz de, Hz Ali Efendimiz de katillerini biliyorlardı ve yakınlarındakilere haber vermişlerdi. Halife idiler. İsteselerdi onları derdest edebilirlerdi. Ama yapmadılar. Sahabe olarak nefis mertebelerinin en üst hududuna mazhar olmuş bu sıra dışı insanlar murad-ı İlâhîyi görüyorlardı ve bundan razı idiler.
Radıyallahü anhüm ecmain.
Rıza-yı İlâhî’ye Mazhariyet! Nefs-i Marzıye
Sonraki mertebe ‘nefs-i marzıye’dir. Kul ne çilelere katlanır, göğüs gerer, Rabbisinden razı olur da, peki Rabbi de ondan razı mıdır?
Her hareketinde Cenab-ı Hakkın rızasını esas maksad tutan bir nefis, bu istikametle öyle bir noktaya gelir ki Rabbi de onun ahvâlinden hoşnut olur, ondan razı olur.
Husrev Efendi Üstadımız “Ömrünüzde bir kez Rabbiniz sizden razı olsa, o size yeter!” buyururmuş. O Ezel ve Ebed Sultanı yüzümüze baksa ve bir kez bile “Senden razı oldum!” dese. Ya Rab!
Onun içindir ki Bediüzzaman Hazretleri Üstadımız ihlasın ilk düsturunda “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı!” derken Nur Talebelerinin önüne koyduğu hedef, işte bu râdıye ve mardıye mertebeleridir.
Bu haslete sahip olanlarda, kulu Rabbinden, Rabbi de kulundan razıdır.
Nefsin Evc-i Bâlâsı: Nefs-i Sâfiye
Nefsin en son mertebesi ise ‘sâfiye’dir. Emaneti aldıkları gibi koruyan, hiç kirletmeyen ve ‘asfiya’ tabir edilen kibar-ı evliyâullahtan olan bu Allah dostları, nefs-i sâfiye mertebesine ulaşan ve kendilerine şeytanın bile artık pes ettiği, emmâre olan nefsin tamamen teslim olduğu sıra dışı insanlardır.
Normal insanlar için bu mertebenin ilerisi yoktur. Bir adım sonrası Hâtemünnebî (sav) Efendimizin son halkasını teşrif ettiği peygamberlik makamıdır ki, o da ancak tavzif ile olur. Çalışmakla olmaz.
İnsan nefis mertebeleri arasında sâfiye makamına, böyle sağlam bir noktaya gelene kadar iniş çıkışlar yaşar. Hangi mertebedeki nefis hükmünü icra ederse, diğer mertebelerin de tesiri bulunmakla beraber, insanda esas itibariyle o hal galebe eder. Ama sâfiye makamına gelen bir nefis mertebesi kolay kolay sarsılmaz, emmâre olan nefsin etkisi kalmaz.
Bu mertebede nefs-i emmârelerini tamamen öldürmelerine rağmen Allah dostları yine de emn vartasından kurtulmak için mütemadiyen nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmışlar.
Bediüzzaman Hazretleri Üstadımız, bu mertebeye gelen bu mübarek zatlarda bir nevi’ a’saba devredilen sanal bir emmâre halin, onlarda nefse asla itimad etmeme ve Allah’a sığınma hissiyatını canlı tuttuğuna ve onları müteyakkız kıldığına işaret ediyor.
Elhasıl
Latîfe manasındaki nefis, emmâre olduğu mertebede bize hep kötülüğü emreder. Diğer mertebelerde ise belki mükemmel surette huzur-u dâimîyi yakalayamasak bile, bizi hep hayra teşvik eder. Nefsimizin türlü şekilde bizi teşvik ettiği bu meyiller bizim hislerimizdir, tercihlerimizdir. Yani öyle arzularız, öyle hissederiz, öyle isteriz. Hissiyatımızın kaynağı ama iyi, ama kötü, hep ruhumuza takılan nefis latîfemizdir.
Bu makamda irademiz, nefsimizin bu taleplerinin hududunu belirleyen, sınırlayan bir sıfatımızdır. İrademizin şe’ni, tahrik edici türlü türlü meyelânımızda tasarruf ederek, yapmak veya yapmamak noktasında, tercih kavşaklarında kabul veya ret ekseninde böyle bir işi görmektir. Filhakika son sözü hep irade söyler.
Hâsılı, ruha takılan bir ‘latîfe’ manasındaki nefis, ruhumuzun kendisini ifade eden ‘zat’ manasındaki nefisten farklıdır. Ruha benlik kavramını kazandıran ‘ene’, insana emanet olarak tevdi olunan ve onu farklı kılan en önemli özelliktir.
Cenab-ı Hak âyine-misal ruhumuzda tecelli eden esmasından, bizi bir an bile gafil kılmasın ve bir göz açıp kapayıncaya kadar bile bizi nefsimizin eline bırakmasın. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanetinde emin kılsın. Âmin.
[1] Dünyayı güneşin etrafında döndürmeye müekkel kılınmış Sevr ve Hut namındaki iki melâikenin, âlem-i melâikede bir balık ve öküz suretiyle mütemessil olduğu düşünülürse, ruhlarımızın vücud-u misalîsinin de maddî bedenimizin suretine benzer bir şekil taşıdığı söylenebilir. Âlem-i ervahta ruhlar birbirlerini tanırlar.
Alıntıdır
Bir yanıt yazın