Tebliğ, biz müslümanlar tarafından, üzerinde hassasiyetle ve ciddiyetle durulması gereken bir meseledir. Nûr ve rahmet olarak gönderilen İslâmiyet, eğer doğru ve etkili tebliğ edilirse, dünyanın rengini değiştirebilecek bir potansiyele sahiptir. Neyi, niçin, ne kadar ve kime karşı, nasıl anlatacağını çok iyi bilen, savunduğu davayı hazmetmiş fedâkar fertlerle yapılan bir tebliğ, asr-ı saadet misâl bir asrı netice verebilir. İşte asrımızın imâmı Bedîüzzaman Hazretleri, zamanı iyi okuyan, iknâ edici ve kalplerde yankı bulan, özellikle izzetli ve haysiyetli bir tebliğle islâmiyeti muhtaç gönüllere ulaştırmıştır. Şimdi teori düzeyinde değil pratikte tecrübe edilmiş milyonlarca insanın hayatında yankı bulmuş, kaynağını doğrudan doğruya Kur’ân ve sünnetten alan Risâle-i Nûr’un tebliğ esaslarından şu başlıklar altında bahsedeceğiz.
1.MERKEZİNDE İHLÂS OLAN BİR TEBLİĞ
Üstâd Bedîüzzaman ’ın, tebliğ metodunun merkezinde ihlâs hakikati vardır. Allah’ın dinine hizmetin hangi maksatla yapılması gerektiğini kendisi şu cümlelerle beyân eder: “Amelinizde rızâ-yı İlahî olmalı. Eğer o râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da râzı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esas maksad yapmak gerektir.” Evet, tebliğin mayasında ihlâs ve samimiyetle istemek olmalıdır ki, netice alınabilsin. Çünkü ihlâs öyle bir iksirdir ki Üstâdın ifadesiyle “Samîmi bir ihlâs şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. İhlâs ile kim ne isterse Allah verir.”
2.LİSÂN-I HAL İLE TEBLİĞ
Tebliğe, önce kendi nefsinden başlayan Bedîüzzaman Hazretleri, “Ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum.” “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez.” “Risâle-i Nûr, en evvel tercümanının nefsini iknaya çalışır, sonra başkalara bakar.” der. Çünkü tebliğin tesirli olabilmesi için en önemli hususlardan biri de tebliğ edenin, kabul edilmesi ve yaşanması için anlattığı hakikatleri kendi hayatında yaşamasıdır. Yoksa, kendini ayrı tutarak veya nefsini unutarak yapılan bir tebliğ, neticesiz kalmaya mahkûmdur. Dünyanın rengini değiştirecek bir tebliğin, İslâmiyeti, örnek bir şekilde yaşayarak anlatmaktan geçtiğini Üstâdın şu cümlelerinden anlıyoruz: “Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikâmeti kendi üzerimizde göstersek, bundan sonra insanlar efvâcen efvâcen (dalga dalga) İslâmiyete dahil olacaklar. ,“Eğer biz ahlâk-ı islamiyenin ve hakâik-i imaniyenin kemâlatını ef’alimizle (fiiilerimizle) izhâr etsek sâir dinlerin tâbi’leri elbette cemâatlerle islamiyete girecekler, belki küre-i arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.” Bu hakikat iledir ki, Üstâd, lisânı ile Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün cihâna ispat ederken Lisân-i haliyle de Kur’ân’ı okuyup; hal ve ahlâkıyla da onun mânasını neşretmiştir.
3.TEBLİĞDE İSTİĞNÂ DÜSTÛRU
Hazret-i Üstâdın, hayatının en çarpıcı özelliklerinden biri de istiğnâ düstûrudur. Yani, insanlardan yaptığı hizmet mukabilinde maddî-manevî hiçbir şey talep ve kabul etmemesidir. Üstâd, çocukluğundan beri ilmin izzetini muhâfaza etmek için bu kâidesini bozmamıştır. Bu kâidesinin çok önemli, bir sebebini kendisi şöyle açıklar: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vâsıta-i cerr ( menfaat vâsıtası) etmekle ithâm ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medâr-ı maişet (geçim vesîlesi) yapıyorlar.’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzîb (etmek, yalanlamak) lâzımdır.”
Hem hakkı neşrederken Peygamberlere tâbi‘ olunması gerektiğini söyleyen Bedîüzzaman Hazretleri: اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ (Benim ücretim ancak Allah’a âidtir) ayetine güzel bir âyine olarak insanlardan hiçbir beklenti içinde olmamıştır. Bu dehşetli asırda, pek çok kimsenin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet, şöhret ve daha nice maddî ve manevi menfaatlerle asla alâkası olmadan Kur’ân’a ve imana hizmet etmiş ve dünyaya tenezzül etmeyerek gönülleri fethetmiştir.
4.KENDİ VAZİFESİNİ YAPIP ALLAH’IN VAZİFESİNE KARIŞMAYAN BİR TEBLİĞ
Üstâd Bedîüzzaman “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip “ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ândan ders aldığını” söyler. O her zaman, “Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı ihlâs ile kazanılır. Kesret-i etbâ’ (tâbi‘ olanların çokluğu) ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir.” ölçüsüyle hareket etmiştir. Kabul ettirmenin ve insanları etrafımıza toplamanın Allah’ın vazifesi olduğuna çok iyi inanan Bedîüzzaman Hazretleri, bazen ihlâsla söylenen bir tek kelimenin kurtuluşa vesile ve Allah’ın rızâsına sebep olacağını, bazen bir tek kişinin irşâdının bin kişinin irşâdı kadar Cenâb-ı Hakkı râzı edeceğini ifade eder. O yüzden sayıca çokluğa değil, Allah’ın râzı olduğu kaliteli çokluğa ehemmiyet verilmesi üzerinde ısrarla durur.
5. ÖZÜNDE İSPAT VE İKNÂ OLAN BİR TEBLİĞ
İçinde bulunduğumuz asır, ilim ve fenni esas alan özünde ispat ve iknâ bulunan bir tebliği, gerekli kılmaktadır. Çünkü dalâlet cehâletten gelse izâlesi kolaydır. Asrımızda ki dalâlet ise çoğunlukla aklı esas alan fenden ve bilimden geldiği için izâlesi zordur.
Bütün iman esaslarına ilişen bu büyük ve dehşetli tehlikeye, asrımızın İmâmı, zamanın anlayışına uygun, yeni iknâ ve ispat usulleriyle karşı koymuştur. İmân esaslarını iki kere iki dört eder katiyette ispat edip, ehl-i imânın imânını muhafaza etmiştir. Küfre giren ehl-i inkâra ise, gittikleri yolun iç yüzünü gösterip, o yolun ne kadar tutarsızlıklarla dolu olduğunu, çok kuvvetli delillerle ispat etmiştir. Eğer hâla o yolda gitmekte ısrar ederlerse ne gibi imkânsız ve hurâfe şeyleri kabul etmeye mecbur kalacaklarını çok açık bir şekilde îzah etmiştir.
Özellikle asrımızın mânevî bir hastalığı olan tabiatçılık felsefesini ve bu felsefeden gelen dinsizlik fikrini dirilmeyecek bir surette öldürüp, küfrün temel taşı mesâbesinde olan bu felsefeyi param parça etmiştir. Yine İbn-i Sîna’ gibi dâhilerin anlamakta âciz kaldığı “İmân ederiz fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmettikleri, hem pek çok islâm alimlerinin “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” diye ittifakla söyledikleri haşre imânı, iki kere iki dört eder katiyette avamlara da çocuklara da ispat etmiştir.
6.MİSÂL GETİREREK ANLATMA
Üstâd Bedîüzzaman , Risâle-i Nûr’da çoklukla, Kur’ânî bir metot olan misâl getirerek anlatma ve ispat etme yolunu tercih etmiştir. Temsil metodu da denilen bu ispat usulünde, misâller, en derin hakikatlere ulaşmak için bir dürbün, bir merdiven vazifesi görürler. En uzak, hakikatlerin anlaşılmasına ve en derin manaların kolayca kavranmasına hizmet ederler. Bu ispat usulünde; husûsî, cüzî bir misâl vasıtasıyla umûmî bir hakikatin ucu gösterilip, hüküm o hakîkate binâ edilir. Meselâ, ‘Güneş, bir tek zât iken, ve milyonlarca kilometre uzakta iken nuranilik ve yansıma gibi pek çok özellikleriyle birlikte, her parlak şeyin yanında bulunuyor, icrâat yapıyor.’ temsiliyle bir umûmî kânunun ucu gösterilip, “Nûr ve nûrâni için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok arasında fark yoktur.” gibi hakikatlerden yola çıkılarak şöyle hükümlere ulaşılır: Allah’ın bin bir isminden yalnız Nûr isminin sönük bir âyinesi olan güneş, böyle işlere mazhar olsun da, hiç mümkün müdür ki; Ezeli güneş olan Allah, her şeye nihayetsiz uzak iken, insana şah damarından daha yakın olamasın? Hiç imkanı var mı ki; cazibe kanunuyla koca arzı bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i mutlak, miraçta, sonsuz rahmetinin cazibesiyle, Habibullah makamındaki bir hususi kulunu (asm)’ı arşına çıkaramasın?
7.GAYR-I MEŞRÛ LEZZET İÇİNDEKİ ELEMLERİ GÖSTERMEK
Üstâd Hazretleri, bu zamanda iki dehşetli hâlin hükmettiğini söyler ve birincisini şöyle teşhîs eder: “Âkibeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye, bu asırda akıl ve fikre gâlip geliyor.” Evet, bu zamanın insanı, âhiretin elmas gibi bâkî nimetlerini ve sonsuz lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak fânî şişe parçalarını onlara tercih ediyor. Dünya sevgisi yüzünden, ehl-i imân iken ehl-i dalâlete tâbi‘ oluyor. Dünya için ahiretini unutuyor, ahiretini dünyaya feda ediyor. Üstâd Bedîüzzaman , asrımız insanını bu tehlikeden kurtaracak çare olarak da: “Ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın çare-i yegânesi; aynı lezzetin içinde elemini gösterip hissini mağlub etmekle olur.” der. Evet, Risale-i Nur öyle bir meslekten gider ki, o lezzetli gibi gözüken haramın, zehirli bir bala benzediğini ispat eder. Hislerine mağlup olup harama girenlere, daha dünyada iken o haramın içindeki cehennem azabını ve elemini gösterir. Böylece en inatçı ve nefisperest insanları da o uğursuz, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefâhetlerden kurtarır. Haramdan bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder.
8.BÂTILI TASVİR ETMEYEN BİR TEBLİĞ
Etkili tebliğin temel özelliklerinden biri de muhatabın zihninde yanlış anlamalara sebebiyet verecek şüpheler oluşturmamaktır. Faydalı olayım derken, zarara sebebiyet vermemektir. Çünkü Bâtıl bir düşüncenin zararlı şüphe ve itirazlarını ayrıntılarıyla anlatmak, çoğu zaman sâfi zihinleri bulandırır. Muhâtabın muhtaç olduğu hakikat, bulantı vermeden, bâtıl şüpheleri zikretmeden öyle anlatılmalıdır ki muhâtaba zararsız bir fayda sağlansın.
Bu konunun üzerinde hassasiyetle duran Bedîüzzaman Hazretleri, şu ifadeleri kullanır: “Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.” “ Risale-i Nur’un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.”
9.MUHÂTAP AYIRTETMEDEN CEMÂAT HALİNDE YAPILAN BİR TEBLİĞ
Risâle-i Nûr’un vazifelerinden biri de bu asrın manevî tahribâtına karşı Kur’ân hakikatleri ve îmân nûrları ile tamirdir. Üstâd Hazretleri, “bu asırdaki tahribâtın manevî ve alem-i islâmı içine alacak derecede umumî bir tahribât olduğunu ve tahribâtçıların tek tek değil, cemaat halinde taarruz ettiklerini” söyler. Manevi tamir vazifesinin de ancak, kalpleri ıslâh ve tedavi edecek manevî hakikatlerle, cemâat halinde ve her bir ferdle bire bir alakadâr olmak suretiyle yapılması gerektiğini beyan eder. Özellikle, ehl-i dalâletin cemâat halindeki taaruzuna karşı bütün müslümanları, ittifak ruhuyla bir araya getirecek, bir şahs-ı manevi teşkil edilmesi gerektiğini vurgular.
10.TOPLUMUN HİÇBİR TABAKASINI İHMAL ETMEYEN BİR TEBLİĞ
Risâle-i Nûr, manevî tahribâta karşı tamir vazifesini yaparken toplumdaki her bir ferdin hukukunu düşünerek hareket eder. Toplumun her kesimine hitâp eder, muhatâp ayırt etmez. Hedef kitlesi herkestir. Üstâd Bedîüzzaman ’ın eserleri yediden yetmişe herkesi muhatap kabul eder. Üstâd, çocuklar için “Çocuklar Risâle-i Nûr’un fıtri talebesidir” der. Gençler için, gençlik rehberini, hanımlar için hanımlar rehberini, ihtiyarlar için ihtiyarlar risalesini, hastalar ve musibetzedeler için hastalar risalesini kaleme almıştır. Ayrıca, Bedîüzzaman Hazretleri sosyal hayattaki pek çok itikadî problem ve farklı farklı islamî gruplar hakkında ehl-i sünnetin bakışını herkesi doyurucu ve ikna edici bir şekilde ortaya koymuştur. Örnek olarak; tarikatler, siyaset, şiîlik, vehhâbilik, mezhepsizlik, milliyetçilik, materyalizm, pozitivizm, naturalizm, determinizm, kapitalizm, sosyalizm, ehl-i bid’a gibi düşünce ve gruplar hakkında herkesçe kabul gören risaleler te’lif etmiştir.
11.MÜSBET HAREKET ÜZERİNE KURULU BİR TEBLİĞ
Risâle-i Nûr talebeleri, islâmiyeti tebliğ ederken müsbet hareket ederler. Yani kendi mesleklerinin muhabbetiyle hareket edip, diğer mesleklerin düşmanlığı ve kıymetlerinin düşürülmesi üzerine hizmetlerini bina etmezler. Kendi meziyetlerini göstermek için başkalarının değerini eksiltmezler. Bedîüzzaman Hazretleri, “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.” der ve bu konuda şu yol gösterici ifadeleri kullanır: “ Haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı, “Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îmâ eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu hakka hizmet edenler kendilerine rehber etmelidirler.”
Evet, Risâle-i Nûr talebeleri, menfi tahriklere kapılmadan, sadece kendi meslekleriyle meşgul olup, İslâmiyet dâiresi içinde hangi meşrebte olursa olsun, bütün müslümanlarla muhabbete, kardeşliğe ve birliğe vesile olacak mukaddes bağlar bulunduğunu bilirler. Üstâd ve talebeleri, müslümanları birbirinden uzaklaştıran, birbirine soğutan, birlik ruhunu dağıtan, ayrılığa sebep olan menfî şeylerin her zaman karşısında olmuşlardır.
12. NEZÎHÂNE, NÂZİKÂNE, KAVL-İ LEYYİN VE MÜŞFİKÂNE BİR ÜSLUPLA TEBLİĞ
Üstâd Bedîüzzaman , “Risale-i Nur’un mesleği, nezîhâne ve nâzikâne ve kavl-i leyyindir.” der. Ve talebelerine Kur’ân hakikatlerini ve îmân nurlarını bu düstûr ile tebliğ etmeleri dersini verir.
Üstâd ve talebeleri, bu zamanın günah bataklığına girmiş ve dinsizlik yangınına düşmüş, çaresiz insanlarını kendi evladları gibi görüp, onları kurtarmak için şefkat ve sabırla hareket ederler. İslâmın nûruna muhtaç muhâtabı; tenkid etmeden, yargılamadan, karalamadan islâmiyeti anlatırlar. Muhâtabın şahsiyetine değer verip, hak ve bâtılın sonuçlarını mukayese ederek akla kapı açarlar. Muhâtabın irâdesini elinden alacak dayatmalarda bulunmazlar.
13.İZZETLİ VE KİŞİLİKLİ BİR TEBLİĞ
Bedîüzzaman Hazretleri’nin tebliğinin en önemli özeliklerinden biri de güç odaklarından etkilenmeden, izzetli ve kişilikli bir tebliğ yapıp, talebelerine de bu tarzı mîras bırakmasıdır. İzzetli ve kişilikli yapılan bir tebliğ, tebliğe kuvvet ve ruh veren çok mühim bir faktördür. Her türlü dünyevî kaygılardan ve korkulardan uzak sadece Rabbimizin iltifatını önemseyen bir tebliğ, Üstadın tebliğ tarzını ifade eder. Üstâd, İslamın izzetini, Kur’ânın şerefini muhafaza etmek için hayatı boyunca insanlardan korkmadan, zorluklardan yılmadan hareket etmiştir. Tehditler, sürgünler, mahkemeler, hapisler, işkenceler, defalarca zehirlemeler, idam sehpaları onu davasından geri çevirememiştir. Gerektiğinde imândan gelen bir cesaretle “Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-i mutlakaya eğmem. Ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.” diyerek zâlimlere karşı kükremiştir.
NETİCE
Bedîüzzaman Hazretleri, ölçüsünü doğrudan doğruya Kur’an ve sünnetten alan, ihlâs ve istiğna düstürunu kendine rehber yapan, anlattıklarını bizzat kendisi yaşayarak, başkalarına da yaşatan, asrın hastalıklarının farkında olup zamanın ihtiyaçlarını iyi okuyan, , ilim ve fenni esas alıp özünde ispat ve iknâ bulunan, gayr-ı meşrû lezzet içindeki elemleri gösterip insanları haramdan uzaklaştıran, kendi vazifesini yapıp Allah’ın vazifesine karışmayan, bâtılı tasvir etmeden davasını anlatan, muhâtap ayırt etmeyerek cemâat halinde toplumun her kesimine ulaşmaya çalışan, müsbet hareket üzerine kurulu, nâzikâne, nezîhâne, kavl-i leyyin ve müşfîkâne bir üsluba sahib olan, izzetli ve kişilikli örnek bir tebliğ yapmıştır.
Üstâd Bedîüzzaman ’ın kısaca anlatmaya çalıştığımız tebliğ esaslarıyla açtığı yoldan giderek, bu gün milyonlarca insan imânlarını kurtarmış, asrın mânevi tehlikelerinden, Kur’ân ve sünnetin kal’asına sığınmış, İslâm şeriatının istediği şuuru ve duruşu kazanmıştır. Bedîüzzaman Hazretlerinin Barla gibi, küçük bir köyden, beş on ihlâslı, fedâkar talebesiyle yola çıkarak başlattığı bir hizmetin, bugün arzın dört bir yanındaki milyonlar insanlara Allah’ın izniyle imân dersini işittirmesi, dünyanın pek çok yerlerinde Bedîüzzaman ve Risâle-i Nûr hakkında paneller, konferanslar, sempozyumlar, toplantılar düzenlenmesi, Risâle-i Nûrun pek çok dünya dillerine çevrilmesi, Üstâdın tebliğ yolunun ne kadar isabetli olduğunun bir göstergesi değil midir?
Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadislerle İslâmî ölçüler olarak emredilen esaslara göre tebliğ faaliyetini göstermiştir. Risâle-i Nurları mütalaa ve ondan istifade ederken müşahede ettiğimiz tebliğ esaslarının en mühimleri bize göre şunlardır:
1) Başta iman olarak işe temelden başlamak.
2) İman hakikatlerini akıl ve kalbin kabul edeceği ölçülerle açıklamak.
3) Tebliğin tesirli olabilmesi için söylediklerimizi yaşamak.
4) İhlâs düsturlarına riayet etmek.
5) Tebliğde bulunduğumuz kişilere muhabbet beslemek.
6) Annenin evladına gösterdiği şefkatle muamele etmek.
7) Aczimizi ve fakrımızı bilip, kabul ettirmeyi Allah’dan bilmek.
8) “Allah kabul ettirir” ümit ve azmini muhafaza ederek hareket etmek.
9) Tebliğin farz olmasına binaen, bunu aksattığımız takdirde Allah’ın azabından korkmak.
10) Nefis ve vicdana müessir olacak şekilde tebliğ yapmak.
Biz bu temel esaslardan tebliğin nefis ve vicdana müessir olma düsturunu izah etmeye çalışacağız.
Tebliğ; akıl, vicdan ve hissiyata tesir edebilecek durumda olmalı. Evet, yapılan tebliğ aklı ikna etmekle beraber vicdanı da tatmin etmelidir. Tebliğ, kalbe gıda olup onun alacağı kudsî lezzetleri vermekle beraber, nefis için de hayırlara müşevvik olmaya, günahların içindeki elem ve sıkıntıları göstererek onlardan vazgeçirmeye vesile olmalıdır.
İnsan, cibilliyeti ve yaratılışı i’tibâriyle, hemen verilecek hâzır cezâ ve azâbdan şiddetle korktuğu gibi; her zaman hâzır lezzeti de daha sonra verilecek lezzetlere, harâretle tercih eder. Çünkü elem ve lezzet, daha çok nefis ve hisse bakar. Nefis ve hiss ise hâzıra mübtelâdır, ileriyi göremiyor.
İnsan bâzen ilaç acısını veya ameliyât elemini yaşamamak için, ileride çok sıkıntı çekmeye, hatta bâzen ölüme sebep olabilecek bir hastalığı hoş gördüğü gibi, hâzır bir tokadın eleminden de kaçarak, ileride bir sene hapis cezâsına rızâ gösterebiliyor. Zâten, nefsin bu körlüğüne binâendir ki, içlerinde hâzır lezzet bulunan ve zehirli bir bala benzeyen günâhları işlemeyi tercîh ediyor. Bu sırra binâen, eğer insanlara desek: “Hâzır bir kaşık bal mı istersiniz yoksa beş sene sonra, yirmi kilo bal mı?” onların ekserîsi, nefis ve hissin sevkiyle, bir kaşık hâzır balı tercih edeceklerdir.
Aynen öyle de, ibâdette bulunan cüz’î ve hâzır meşakkati ve elemi çekmemek için, bir kısım insanlar, şifâlı bir ilaca benzeyen ibâdeti terk ediyorlar. O zavallılar düşünmüyorlar ki, hem dünyada hem de âhirette, o ibâdeti terk etmenin cezâsı olarak, çekecekleri hadsiz elem ve azâb vardır. Onlar cüz’î, hâzır bir elemden kaçmak ile hadsiz, daimî bir azâb ve elemi kabûl etmiş oluyorlar. İşte gaflet, ancak bu kadar olur.
İslâmiyet’in umûmîyetle yaşandığı ve İslâmî toplumun sâfiyetini muhâfazâ ettiği bir ortamda, insanlara Allah’ın varlığını, birliğini anlatmak, cennetin varlığını ve cennet nîmetlerinin lezâizi ve mes’udâne olan hayatı ile insanları ibâdete teşvîk etmek; cehennem ve cehennem azâbı ile de insanları günâhlardan vazgeçirmek dersi onlara kâfi gelebilir. Nefis, hevâ ve hissiyât haramlarla, günâhlarla kuvvet bulup, aklı tahakkümü altına alamadıkları için böyle bir ders, onlara faydalı olabilir. Şimdi ise dinsizlik ve fenden gelen sapıklık, sefâhet ve ahlâksızlık alışkanlığından ortaya çıkan inada karşı böyle bir dersten on belki de yirmi kişiden birisi ancak istifâde edebilir. İstifâde ettikten sonra da, “ Allah Gafûr’ur-Rahîm’dir, günâhları affeder; cehennem ise daha uzaktadır.” der, haramları ve günâhları işlemeye devam eder.
Demek, sefâhete mübtelâ olan insanların, bu tarzda bir dersten istifâdeleri ya az olur veya hiç olmaz. Onların İstifâdeleri, ancak yapılan derste, îman ve ibâdetin içinde cennet ve cennetin lezzetlerinin, dünyada dahî yaşandığını; küfür ve günâhların içinde de cehennem ve cehennemin elemlerinin dünyada dahî bulunduğunu göstermek ile mümkün olabilir.
Evet, bu meseleyi îzah için, bir âyet-i kerîmenin çok hakîkatlerinden bir hakîkatini beyân edebiliriz, şöyle ki: “Allah îman edenlerin dostudur. Onları zûlümattan (küfür karanlıklarından) nûra (îmana nuruna) çıkarır.” (Bakara, 257)
Evet, küfür ve inkâr, ölümün kâfirler için bir îdam karârı olduğunu gösteriyor. Çünkü kâfir olan, âhiretin geleceğine, öldükten sonra dirilmenin olacağına inanmıyor. Onlar, bilhassa zararlı olan felsefenin: “insanlar bitkiler gibi dünyaya gelirler, yaşarlar ve ölüp giderler.” fikrine inanmakla, bu ölüp gitmenin îdam ve yokluk olduğunu kabûl ediyorlar.
Hâlbuki herkesçe mâlûm olduğu üzere, bir adama, kurtulmak çâresi olmaksızın, îdam edileceğine dair verilen bir karar, îdam o adamın hatırına geldikçe, îdam edilmiş kadar elem ve ızdırâba sebep olur. O adam belki her gün bin defa îdam oluyormuş gibi acı çeker. Dünyanın zevkleri, lezzetleri, ziynetleri, zenginliği o elemleri önleyip, onun saâdetine vesîle olamaz.
Öyle de küfür ve inkâr, ölümün kâfir hakkında bir îdam kararı olduğunu gösterdiği gibi belki bütün sevdikleri ve akrabası, bütün insanlık, bütün varlıklar, hatta bütün âlem için bir yokluk olduğunu gösterir. Mâlûmdur ki, insan sevdiklerinin saadetiyle mes’ud ve lezzetleriyle mütelezzîz olduğu gibi, elemleriyle de müteellîm olur, üzülür. Kâfir, ölümüyle kendi yokluğunun elemini her ân yaşadığı gibi; bütün sevdiklerinin ve bütün insanların ve bütün varlıkların ve umum âlemin yok olmalarından gelen elem ve ızdıraplarını da yaşar. Sanki küfür, âlemi bütün mevcûdâtın yokluğunun elemiyle doldurur, kâfirin beynine, kalbine boşaltır. Daha cehenneme gitmeden, dünyada yaşadığı müddetçe, inkârı sebebiyle cehennem azâbının elemlerini ona tattırır. Küfrün böyle bir netîcesinin olduğu, akıl ve mantığın kabul edip inkâr edemediği bir hakîkattir.
İşte küfür ve dalâletin bu dehşetinden ve eleminden kurtulmak içindir ki; kâfirler ve fâsıklar, ekserîyetle akıllarını uyutmak ve aklın tâ’cizinden kurtulmak için ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçarlar. Hattâ onlara ölümü hatırlatmak, saydığımız bütün yoklukları hâtırlarına getirmek olduğundan, o hatırlatmayı kendilerine en büyük hakâret kabul ediyorlar.
Îman ise, hadsiz delîl ve bûrhanlar ile öldükten sonra dirilmenin ve dâr-ı âhiretin var olduğunu ispat ettiğinden, ölümün mü’min için îdamdan bir beraat karârı olduğunu gösterir. Hem o mü’minin, belki bütün dost, ahbâb ve sevdiklerinin, belki bütün insanların, hatta bütün mahlûkâtın ve umûm kâinâtın ölümle yok olmadıklarını, belki ölümün, ebedî bir hayat ve vücûda kavuşmak vesîlesi olduğunu, akla kabûl ettirir. Ve bütün bunların yokluk zulümatından ve eleminden kurtulup, ebedî var olma nûrunun saadet ve lezzetlerine kavuşmalarını göstermekle, o mü’min kendi ebedî varlığının lezzetini tattığı gibi, bütün sevdikleri olan bu saydıklarımızın da dâimî bir vücûd kazanmalarının verdiği saadet ve lezzetleriyle mes’ud ve mütelezzîz olur. Demek iman, âlemi, bütün varlıkların ve umûm âlemin, ebedîyen varlığa kavuşmalarının nurlarıyla doldurup, mü’minin aklına, kalbine boşaltır ve o mü’minin âhirette cenneti kazanmasına vesîle olduğu gibi, dünyada da yaşadığı müddetçe cennet lezzetlerini ve saadetini o mü’mine tattırır.
Evet, Risâle-i Nur’da denildiği gibi, “İman insanı insan eder, belki insanı sultân eder. Öyle ise insanın vazîfe-i aslîyesi, îman ve duâdır. Küfür ise, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder.” Kâfir âcizdir; çünkü açlık, susuzluk ve ölüm gibi şeylere karşı gelemediği halde, bir canavarın birçok masûm hayvanı katletmesi gibi, o kâfir de başta Hâlıkına isyan ederek, insanların ve birçok mahlûkatın hukûkuna tecâvüz eder.
İşte Risâle-i Nur, bu ölçüleri esas yaparak, küfür ve günâhlarda bizzat ve hâl-i hâzırda böyle bir cehennem ve cehennem azâbının elemi bulunduğunu, aklı başında olan herkese gösterdiği gibi; îman ve ibâdette de dünyada dahî bir cennetin bulunduğunu ve ibâdette cennet lezzetleri ve saadetleri var olduğunu ispât ederek, daha aklını kaybetmeyenlerin, o küfür ve günâhlardan kurtulup îman dâiresine girmeleri için, Kur’ân’dan teraşşûh eden bir vesîledir. Bilhassa öldükten sonra dirilme husûsunda, Risâle-i Nur’dan Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz gibi risâlelere mürâcaat edilirse, âhiretin varlığının, ‘iki kere iki dört eder’ kat’iyetinde ispât edildiği görülecektir.
Demek îman, mü’mine cenneti kazandırdığı için, bir tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Belki cennetin bir çekirdeği hükmüne geçiyor, mü’minin kalbinde bir cennet olarak bulunuyor ve cennetin lezzetini, saadetini dünyada dahi ona tattırıyor. Küfür ise bir zakkûm-ı cehennem tohumu olarak cehennemi netîce vereceği gibi, içinde bir cehennemi bulunduruyor ve kâfirin kalbinde dünyada dahî cehennemi ve cehennemin azâb ve elemini ona yaşatıyor.
Risâle-i Nur, iman hakikatlerini ve İslâmî meseleleri tebliğ ederken yukarıda izah edilen ölçülere göre insanların akıllarını ikna‘ ettiği gibi kalp ve ruha da muhtaç oldukları feyzi verir. Nefse de ıslah olabilmesi için gereken te’siri yapar. Daha doğrusu Kur’an’ın bir tefsiri olduğundan, Kur’an’dan aldığı feyz ile insanın bütün duygularını tatmin eder. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “derd benim, deva Kur’an’ındır.” Hâsılı, Risâle-i Nur eczaları derdlerimize Kur’an’dan birer devadır.
Yâ Rab! Bize îmanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti yap! Küfür, isyân ve günâhlara karşı da bize nefret ver ve bizi onlardan uzaklaştır. Âmin, bihûrmetî seyyidi’l- mürselîn.
Cenâb-ı Hak’tan niyazımız odur ki, Sevgili Üstâdımızın yolunda, nefsimiz için, âilemiz için, âlem-i İslam için ve nihayet bütün insanlık için Risâle-i Nûrdan istifade edip, rızâsına uygun olarak, Cenâb- Allah’ı, Kitabullah’ı ve Resûllullah’ı (asm) sevmeyi ve başkalarına da sevdirmeyi bizlere nasîb eylesin.
Vesselâmu aleyküm ve rahmetüllahi ve berekâtühü.
Bir yanıt yazın