“ … Teellümât-ı ruhâniye ise sabra, mücâhedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”[1]
Bazen olur ki sebepsiz yere ruhen elem ve üzüntü çekeriz. Bir anda sanki aydınlık dünyamız kararır. Gözümüze her şey kötü görünür. Sanki her şey anlamını kaybeder bir anda. “Of! Of!” der dururuz o demde. Gözler ve omuzlar ümitsizce düşer. Gök kubbe ve cihan dar gelir bize. İçten içe ağlarız. Yaşlar gözlerimizden yanaklarımıza değil, ruhumuzun ve kalbimizin derûnuna doğru için için akar. Kapkara bir perde inmiştir sanki gözümüzün önüne. O karanlık perdenin arkasından her şey de kapkara görünür gözümüze. O hengâmda hiç bir şey mutlu etmez bizi. Terk etmek isteriz her şeyi.
Sonra nasıl olduysa bir anda o kararan dünyamız tekrar aydınlanır. Kötü gördüğümüz her şey tekrar güzel gözükmeye başlar gözümüze. Sanki her şey gerçek anlamına tekrar kavuşur. “Oh, elhamdülillâh dünya varmış” deriz. Ümidin ışığıyla gözlerimiz tekrar parlamaya, düşen omuzlarımız ümidin gücüyle tekrar kalkmaya başlar. Ruhumuza ve kalbimize bir inşirah ve genişlik gelir. İçin için ağlayan ruhumuz ve kalbimiz tekrar gülmeye başlar. O karanlık ve her şeyi de karanlık gösteren perde kalkıvermiştir gözümüzün önünden. Saadeti tekrar hisseder, maddeten ve manen hamd ederiz Rabbimize. Ve döneriz tekrar işimize, vazifemize.
Bu med-cezir, iniş-çıkış, gerilme-genişleme halleri belli periyotlarla hep devam eder hayatımızda. Bazen çok şiddetli bazen de hafif geçiririz bu kriz zamanlarını. Hiçbir işi abes olmayan Rabbimiz, niçin kullarını bu hallere giriftar eder daima? Ne hikmet vardır insanın bazen tahammülü imkânsız gibi görünen bu ruhânî elemler ve kederler duymasında?
Celâl ve Cemâl Tecellisi
Bu sırların hikmeti, Rabbimizin celâl ve cemâl tecellilerinde gizlidir. Büyüklük, güç, kuvvet, azamet ve yücelik manalarını içinde alan celâlî isimler ile güzellik; rahmet, ikram ve lütuf manalarını içine alan cemalî isimlerin tecellisi, kâinatın her yerinde gösterir tesirini.
Meselâ dağlar, azamet ve heybetleriyle celâl tecellisine, güzellikleriyle de cemâl tecellisine azim birer aynadırlar. Çiçekler, gövdeleri üzerinde durmalarıyla ve endamlarıyla celâl tecellisini; rengârenk, zarif, sanatlı, süslü halleriyle ve cezbeden kokularıyla da cemâl tecellisini ilân ederler. Terbiyenin iki kanadı olan ceza ve mükâfat, celâl ve cemâl tecellisinin iki yansımasıdır. Mazlumun hakkını zalimden almak için zalime verilen ceza, celâl tecelline işaret ettiği gibi, mazluma bakan yönüyle de cemal tecellisi değil midir aynı zamanda? Bütün hidayet ve ihtida hikâyeleri, cemâl tecellisinin en mükemmel bir örneği olduğu gibi; günahlarındaki ısrarları yüzünden hidayetten mahrum kalan ve dalâlete düşenler de celâl tecellisinin bir örneğidir şüphesiz. Kahrın yeri olan cehennem, Rabbimizin celâlinin; lütfun yeri olan cennet de cemâlinin en büyük tecelli mekânlarıdır. Ağlamak celâl tecellisinin, gülmek de cemâl tecellisinin yüzde görünen şekilleridir. Kışın soğuk ve donuk cilveleri celâl tecellisinin; baharın gelmesiyle tebessüm eden çiçekler, ağaçlar ve hayvanlar da cemâl tecellisinin yeryüzü ölçeğinde bir tablosu değil midir? Yıldızların sıcaklığı ve azameti celâl tecellisinin; ışığı ve güzelliği de cemâl tecellisinin en nuranî bir resmidir.
Celâl ve Cemâl Tecellisi & Ruh
Kâinatın her yerinde cilveleri görünen celâl ve cemâl tecellisi, şüphesiz insan ruhunda da gösterir etkisini. Celâl tecellisi olarak daralan, bunalan ve ruhanî elemler duyan insan, cemâl tecellisi ile de genişlik, ferahlık ve inşirah hisseder her zaman. Rabbimizin her şeyi kudretiyle kavrayan, emri altına alıp sımsıkı tutan anlamlarına gelen celâlî bir ismi olan ‘Kâbıd’ ismiyle sıkılan, daralan, bunalan ruhlar; genişleten ve yayan anlamlarına gelen ‘Bâsıt’ ism-i şerifiyle de ferahlanır, genişlenir ve inşiraha erer.
İki Kırmızı Çizgi
Dünyaya, Rabbine iman etmek, O’nu tanımak, sevmek ve ibadet etmek için gönderilen insan, şu iki kırmızı çizgiyi çiğnememeli, şu iki hududu zinhar geçmemelidir: Allah’ın rahmetinden emin olmak ve o rahmetten ümidini kesmek.
İman etmek, iman ettiği Rabbini tanımak, tanıdığı Rabbini sevmek, sevdiği Rabbine kendini de sevdirmek için Sünnet-i Seniyeye tabi olmak, bu tabiiyet ile ruhanî lezzetler içerisinde ibadet ve hizmet etmek, şüphesiz ki bir insan için makamların en yücesi ve gayelerin en ulvisidir. Bir zaman gelir de bu istikametli halini devam ettiremezse insan, nefsi onu aldatıp, birikmiş amel ve ibadetlerine güvenmeye ve “Bunlar beni ahirette kurtarır” diyerek rahmetten emin olmaya başlayabilir ki, bu hal birinci kırmızı çizginin ihlâlidir.
Bu halin tam tersi bir vaziyet içine de girebilir insan. Türlü haramlara ve günahlara müptelâ iken nefsi, Allah’ın rahmetinden ümidini kesebilir, ki bu durum da ikinci kırmızı çizginin ihlâl edilmesidir.
İşte, öyle bir yerde durmalıdır ki insan, ne rahmetten emin olmalı, ne de o rahmetten ümidi kesmemelidir. Korku ve ümit arasında olmak deniyor buna. Terazinin korku ve ümit kefelerini dengede tutabilmektir maharet.
Ruhanî Elemler, Uyanmış Ruhlara Rabbânî Kamçıdır
İman ve hidayet nuruyla kalbi nurlanmış ve hakkı hak olarak görme, batılı da batıl olarak görme devletine erişmiş ve uyanmış bir ruhun, yukarıda bahsi geçen o yüce makamlara ve ulvi gayelere ulaşabilmesi için, iki kırmızı çizgiyi çiğnemeden, istikametle seyrine devam etmesi gerekmektedir.
İşte bu hikmetle, Rabbimiz celâl ve cemâl tecellilerinin bir gereği olarak, iman ve hidayet nuruyla uyanmış ruhları, Kâbız ismiyle daraltır, sıkar, “Of! Of!” dedirtir ve Bâsıt ismiyle de genişlik ve rahatlık verip “Oh! Elhamdülillah!” dedirtir. Celâlî ve cemâlî bu iki tecelliye muhatap olan ruh, rahmetten emin olmak ve o rahmetten ümidini kesmek denen iki kırmızı çizgiyi çiğnemeden, haddi aşmadan, korku ve ümit arasında kalarak, sabır ve şükür içerisinde yaşamayı öğrenir ve istikametle o yüce makamlara ve ulvi gayelere seyerân eder.
Bu vaziyet, ehl-i hakikat olan âlimler ve evliyalar tarafından, iman nuruyla uyanmış bir ruha, olgunlaşmak yolunda hareket verecek ve hareketini temin edecek esaslı bir düstur ve Rabbânî bir kamçı olarak görülmüştür. Bu kabz ve bast yani ruhen daralma ve genişleme hallerine giriftar olan mümin, bırakın ümitsizliğe düşmeyi, kendisi için bu halleri bir lütf-u ilâhî olarak görüp Rabbine hamd etmelidir.
[1] Barla Lâhikası
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın