Resûl-i Ekrem (asm), ilme verdiği büyük önemi pek çok hadis-i şerifler ile dile getirmiştir. Başta ashâbını ve bütün ümmetini ilme teşvik ederek İslâm medeniyetinin ilmî temeller üzerinde yükselmesinde en büyük sebep olmuştur.
Resûl-i Ekrem (asm), ilmin faziletine binâen, âlimleri kendi yerinde kabul ederek ferman buyurmuş ki: “Bir âlimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş gibidir. Bir âlimle musafaha eden benimle musafaha etmiş gibidir.
Bir âlimle oturan benimle oturmuş gibidir. Dünyada benimle oturanı, Allah kıyamet gününde cennette benimle oturtur.” (İanetü’t-Talibîn)
“Bir saat ilimle meşgul olmak yüz bin rekât nafile namaz kılmaktan, yüz bin tespih çekmekten ve on bin savaş atını Allah yolunda tasadduk etmekten daha hayırlıdır.”(Tarikat-ı Muhammediye)
Evet, bir insan öğrendiği ilimle başka birisinin hidâyetine vesîle olursa, hadiste ifade edildiği gibi, “Güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlı” bir kazanç elde etmiş olur. Resûl-ü Ekrem (asm) her türlü gerçek bilgiyi ihtivâ eden ve âlemlere rahmet olan İslâmiyet’le göstermiştir ki, insanları hakka ve doğru yola davet etmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak ancak ilimle olur. Küfür ve dalaletin temelinde cehâlet bulunduğu gibi iman ve hidayet ise ilim esasları üzerine bina edilmiştir. Dünya ve âhiret saadeti ancak ilimle kazanıldığı gibi, insanı en yüce kemalâta çıkaran Allah’ı tanımak da ilim ile mümkün olabilir. En ufak bir işin düzenli olabilmesi ilimle olduğu gibi sonsuz bir genişliğe sahip olan umum âlemin de düzeninin sağlanması ilmî düsturlar iledir.
Hulâsa olarak diyebiliriz ki, her şeyin güzellik ve mükemmelliği hikmet ve israfsızlığı ancak ilmî düsturlarla gerçekleşebilir. Her işin boş ve faydasız olması ise cehâletin ve bilgisizliğin zararlı birer meyvesidir.
Peygamber Efendimizin (asm) Allah katındaki değerini
nasıl anlamalıyız?
Hasan GÜRDAL
Resûl-ü Ekrem (asm) efendimiz çok yüce bir makam sahibidir. Bütün varlıkların en yüksek mertebesindedir. Kâinatın iftihar kaynağıdır. Rabbimizin “Ey Habîbim seni yaratmasaydım, kâinatı yaratmazdım.” buyruğuna mazhar olmuştur. Bu buyruk ile Rabbimiz katında bütün mahlûkatın üstünde bir kıymeti olduğu ilan edilmiş, en yüce bir kul ve sevgili olmuştur. Çünkü Resûl-ü Ekrem (asm) yüce Rabbimizin kâinatı yaratmaktaki maksatlarının kendisinde toplandığı bir merkez olmuştur. Yine Resûl-ü Ekrem (asm) Efendimiz kâinat ağacının meyveleri hükmündeki insanların ebedî saadetlerine yegâne vesile olan bir mürşid-i ekmeldir. Yaratılmışların mânâları Onun sayesinde anlaşılmış ve kemâle ermiştir. Hem bu kâinatın nûru, esası, en kuvvetli bağı olan muhabbet-i ilâhiyyenin de en büyük merkezi ve mazharıdır.
Peygamber Efendimiz (asm) Allah’a (cc) karşı nasıl bir kulluk gerçekleştirmiştir?
Ahmet EREM
Allah (cc) her şeyi bir kemal noktasına göre programlamıştır. Her bir şeyin kemal-i vücudu ve lezzet-i hayatı yaradılış yörüngesinde uygun hareket etmekle olur. Efendimiz (asm) insan fıtratının izzet ve kemalinin saadet ve lezzetinin kulluk vazifesi içinde olduğunu bütün insanlara öğretmiştir. Emanet-i Kübra’nın, kulluk vazifesinin yerine getirilmesi olduğunu bildirmiştir. Efendimiz (asm) yüce Allah’tan (cc) kral peygamber olmak değil, kul peygamber olmayı talep etmiştir. Kendisi de bütün hayatında tam bir kul olmanın azamet ve vakarını ortaya koymuştur. İnsanda gizlenen Esma-i ilâhiyyenin maddî ve manevî nakışlarının kulluk programında tezahür ettiğini göstermiştir. Efendimiz (asm) kulluğu “Kim Allah (cc) için tevazu gösterirse Yüce Allah’ta (cc) onu yükseltir” hadis-i şerifiyle özetlemiştir. Efendimizin (asm) tevazusu önünde çok mütekebbirler diz çökmüş, yalancı ve riyakâr insan nefsi emaresi Efendimizin (asm) sergilediği kulluk ihtişamı karşısında hata ve yanlışını anlayarak utanmış, erimiştir ve yüce Allah (cc) önünde secdeye kapanarak gerçek hüviyetini öğrenmiştir. Efendimiz (asm) geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar, gün aşırı oruç tutar, az yer, az uyur ve az konuşurdu. Elinde ne varsa insanlara dağıtırdı. Kendisine özel muamele yapılmasını asla kabul etmezdi. Fakir-zengin, hür-köle ayrımı yapmaz bütün insanlara eşit muamele yapardı. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere geldim.” buyururdu. Tebessümü yüzünden eksik etmez, asla ümitsizliğe düşmezdi. Yüce Allah’ı (cc) çok çok zikrederdi. Cenab-ı Hak hepimize böyle bir kulluk vazifesi yerine getirmeyi nasip eylesin. Âmin.
Peygamber Efendimizin (asm) inkılâpçılığı hakkında
neler söyleyebiliriz?
Cemal ERŞEN
Peygamber Efendimiz’in (asm) gönderildiği kavim Arab çölleri içinde, o zamanın medeniyetlerinden uzak, cahil, bedevî, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi ve inatçı bir toplum idi. Hatta inat ve taassupları sebebiyle kavminden hicret etmek zorunda kalmıştı. Fakat toplam 23 sene gibi çok kısa bir zaman sonra o vahşi toplum 180 derece tersine döndü. O zamana kadarki bütün kötü ahlâklarını ve vahşi adetlerini terk ederek gayet nurlu ve güzel ahlâklı insanlardan oluşan, dünya tarihinde emsali bulunmayan bir fazîlet toplumuna dönüştüler. Az evvel cahiliyet asrı denen o asır, artık saadet asrı olmuştu. Üstelik peygamber terbiyesinden geçen bu kavim, O’nun vefatından sonra, aldıkları bu terbiyeyi, dünyanın hemen hemen yarısına da hâkim kıldılar. Bir zamanın bedevî toplumu, şimdi Bizans, İran gibi medenî milletlere hocalık ve idarecilik yapar bir duruma yükseldiler. İşte bu toplumsal inkılab dahi tek başına, Hz. Muhammed (asm)’ın en büyük delillerinden biridir. Çünkü hiçbir insan Allah’ın büyük yardımları olmadan böyle bir inkılabı gerçekleştiremez. Bu hâlin O’ndan önce misli olmadığı gibi, O’ndan sonra da vâki olmamıştır.
Peygamber Efendimiz (asm) gençlerle nasıl
bir diyalog içindeydi?
Süreyya SALTIK
Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın kendisini Kurân-ı Kerim’de “Raûf” ve “Rahîm” sıfatlarıyla vasıflandırdığı yüce bir şahsiyettir. Yani, O, ümmetine karşı çok şefkatli ve çok merhametliydi. O engin şefkatiyle her kesimden insanla çok yakından ilgilenir, dertlerini dinler onlara karşı haris davranır, korur ve kollardı. Çocuklar, büyükler, gençler ve ihtiyarlarla öyle alakadar olurdu ki bu sıcak ilgiye nâil olmuş bir sahâbe efendimiz “kendisinin peygamberimizin en çok sevdiği kişi” olduğu zannına kapılmıştı. Gençlerin değerini çok iyi bilen ve onların geleceğin teminatı olduklarını tatbikatıyla gösteren Peygamber Efendimiz (asm) on sekiz yirmi yaşlarındaki Üsame (ra) gibi genç bir sahâbeyi Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) gibi büyük sahâbelerin bulunduğu bir orduya kumandan tayin etmiştir. Yine genç yaştaki Muaz b. Cebel’in (ra) dirayetini de test ettikten sonra Yemen’e vali nasbetmiştir. Özellikle dinimizin en önemli kaynağı olan sünnet-i seniyyenin bize kadar ulaşmasında en mühim vazifeyi yine genç sahâbeler üstlenmiştir. Hz. Ayşe’ler, Enesler, Abdullah b. Ömerler, İbn-i Abbaslar gibi hadis nakli konusunda “muksirûn” mertebesine ulaşmış sahâbeler bu konuya parlak delillerdir. Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin gençlerin içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyeyi çok iyi anlamak ve onların iç dünyalarına hitap edip, pervane gibi ateşe düşmelerini engellemek konusunda da eşsiz bir şefkat güneşidir. Kedisine “Ey Allah’ın Elçisi benim zina etmeme izin ver!” diye gelen genç bir sahâbeye şefkatle yaklaşmış ve yapmak istediği şeyin ne kadar hoş olmayan bir fiil olduğunu onu kırmadan izah etmiştir. Artık o günden sonra bu delikanlı bir daha böyle kötü fiillerle asla ilgilenmedi.
Peygamber Efendimizin (asm) ümmetine karşı şefkati
denince aklımıza ilk gelen
ne olmalıdır?
Muhammed YUMURTACI
Peygamberimizin hak peygamber olduğunun en büyük delillerinden biri de hayatı boyunca ümmetine karşı göstermiş olduğu şefkat ve merhamettir. Ashâb-ı kiram, O’nun bu yüce şefkati ve kendilerine olan düşkünlüğü sebebiyle, gözlerini kırpmadan ve seve seve canlarını O’na feda edecek dereceye gelmişlerdir. En çok kullandıkları sevgi cümlelerinin başında, “Anam, babam ve canım sana feda olsun yâ Resûlallah” ifadesi geliyordu. Her birisine “Resûlullah en çok beni seviyor” dedirtecek kadar sevgi ve merhamet gösteriyordu. Cenâb-ı Mevlâ Hazretleri de kelâmında onun bu hâline şu ayetlerle işaret etmiştir: “Şanım hakkı için, size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” Sahih rivâyetlere göre, doğar doğmaz mübarek lisanından ilk olarak “Ümmetim! Ümmetim!” kelimeleri dökülmüştür. Hatta mahşer yerinin dehşetinden bütün insanlar ve peygamberler nefislerinin derdine düşmüşken; O, cehennemle ümmeti arasına girerek “Ümmetim! Ümmetim!” diyerek engel olacağını bizzat haber vermiştir. İşte böyle şefkatli bir Resûle ümmet olmak, bizler için en büyük bir bahtiyarlıktır. O büyük şefkat karşısında bize düşen vazife ise; sünnetine uyarak ve O’nun ahlâkı ile ahlâklanarak peşinden gitmektir. Cenâb-ı Hak hepimizi hesap gününde şefaatine mazhar olanlardan eylesin. Âmin.
Peygamber Efendimizin (asm) güvenilirliği deyince neler aklımıza gelmeli?
İdris TÜZÜN
Peygamberimiz (asv) peygamberlik öncesi hayatında halk içinde güzel ahlâkıyla ve güvenilirliğiyle temayüz etmişti. O, putlara tapmıyor, içki içmiyor, câhiliyenin çirkin adetlerinden uzak duruyordu. Sözünde durur, emanete hıyanet etmez, herkese yardım elini uzatırdı. Peygamberimizin yalan söylemediğinde, güvenilir olduğunda, güzel ahlâkında bütün Kureyş’in ittifakı vardı. Ondan “Muhammed” isminden ziyade “El-Emin” diye bahsederlerdi. Kureyş’in büyükleri bile aralarındaki anlaşmazlıklarda ve ciddi meselelerde onun hakemliğine müracaat ederlerdi. Bir hadis-i şeriflerinde “Allah’a yemin olsun ki, ben semada da güvenilir, emin bir kimseyim, yerde de.” buyurmuştur. Efendimiz (asm) 23 sene gibi kısa bir zamanda Arap toplum hayatının her alanında, bir inanç ve davranış değişikliği meydana getirdi. Bu davranış değişikliğinin temelinde onun insanların güven ve muhabbetlerini kazanmış olması vardır. Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ için gönderilen diğer bütün peygamberler de toplumları tarafından güvenilen ve sevilen şahsiyetlerdi. Peygamberler tebliğde insanlara imam ve rehber olduklarına göre bizim de peygamberlere benzemeye çalışmamız ve güvenilir insanlar olmamız lazım gelir.
Peygamber Efendimiz (asm) nasıl duâ ederdi?
Said YAVUZ
Fahr-i Âlem (asm) Efendimiz insanlara tebliğ etmiş olduğu iman, ibâdet ve duâ gibi bütün kulluk vazifelerine kendisi dahi muhatab idi. Üstelik bu vazifelerin yerine getirilmesinde ümmetinden hiçbir kimse Resûl-i Ekrem (asm)’a yetişememiştir. Ancak onun yüksek mertebesini taklid ve o muazzam makamına yaklaşma nispetinde şeref kazanmışlardır. Ne imandaki seviyesi ne marifetullah ne de kulluk vazifelerinde onun misli olmamış, bundan sonra da olmayacaktır. Mesela imandan sonra kulluğunun temeli olan duâda ona yetişmek mümkün değildir. Yaratıcısına karşı öyle duâ ve münâcatlarda bulunmuş ki Hz. Âdem (as)’dan bu zamana kadar milyonlarca kâmil ve mübarek zatlar ne şahsen ne de birbirlerinin duâlarından istifade ettikleri hâlde O Zat (asm)’ın duâdaki mertebesine yetişememişlerdir. Peygamberimiz (asm) duâda o kadar kâmil bir noktada idi ki âhiretin yaratılmasını gerektiren hesapsız sebepler ve hallerden farz-ı muhal hiçbir tanesi olmasaydı bile Cenâb-ı Hakk O Zat (asm)’ın bir tek duâsı için âhireti yaratacaktı.
Son olarak maksadımızın izahına vesile olur ümidiyle Asr-ı Saadetten duâsında görünen bir mûcizeyi nakletmek istiyorum: Resûl-i Ekrem (asm), Hz. Abbas’ı ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, mülâet denilen bir perde altına alarak, üzerlerine örttü ve dedi ki: “Yâ Rabbî, bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun oğullarıdır. Örtüm ile benim onları örttüğüm gibi sen de onları ateşten ört” deyip, dua etti. Birden evin damı ve kapısı ve duvarları, “Âmin, Âmin” diyerek duâya iştirak ettiler.”
Peygamber Efendimizin (asm) cesâretinden biraz
bahsedebilir misiniz?
Cuma YÜKSEL
Bedîüzzaman Hazretleri’nin şöyle bir tespiti var: “Her hakîkî hasenât (iyilik) gibi cesâretin dahi menbaı (kaynağı) imandır, ubûdiyettir (kulluktur).” Mademki Peygamberimiz’in imanı emsalsiz bir iman ve kulluğu dahi emsalsiz bir kulluktur. Öyleyse cesâreti dahi emsalsizdir. Kendisi de emsalsiz bir cesâret kahramanıdır. Allah’ın aslanı Hz. Ali (ra) O’nun bu emsalsiz cesâretini şöyle bildiriyor: “Biz savaşın şiddetlendiği ve korkulu bir hal aldığı zamanlarda Peygamberimizin arkasına sığınıyorduk.” Yine Peygamberimiz’in (asm) emsalsiz cesâretinin bir numûnesini Huneyn Savaşı’nda görüyoruz. İslâm ordusu Huneyn vadisinde bozguna uğrayıp telaşla kaçışmaya başladığında Hz. Peygamber (asm) sahâbelerine seslenmiş ve onların tekrar toparlanarak düşmana galip gelmelerine sebep olmuştur. Denilebilir ki, Huneyn savaşındaki galibiyet, Peygamberimizin, o bozgun anında gösterdiği cesâretin bir meyvesidir. Yine bir gece vakti Medîne’de düşman hücum ediyor gibi bir haber yayıldı. Cesur atlılar hemen araştırmaya çıktıklarında baktılar ki karşıdan sevgili Peygamberimiz geliyor. Kudsî kahramanlık damarıyla herkesten önce koşmuş, araştırmış, dönüyordu. Herhangi bir tehlike olmadığı haberini O’ndan öğrendiler. Hz. Peygamber’in (asm) bu emsalsiz cesâreti hiçbir zaman O’nu ne aşırılığa sevk etmiş ve ne de kimseye öfkesine mağlup olarak bir muamelede bulunmamıştır. Bütün diğer huylarında olduğu gibi daima istikameti koruyarak, ifrat ve tefritten uzak durmuştur. Rabbimiz O’nun bu emsalsiz cesâreti hürmetine hepimize cesâretler ihsan eylesin.
Bir yanıt yazın