Bil ki, hiç kuşkusuz, hakikat ehline göre, Cenab-ı İlâhi’nin tenzihi, sınırlama ve
kayıtlamanın ta kendisidir. İmdi, tenzih eden kimse ya cahildir, ya da gereken
edebden yoksundur. Ama, böylesi cahil ve gereken edebden yoksun kişiler, tenzihi
mutlaklaştırıp bu şekilde konuşurlarken şeriatlar çerçevesinde tenzih edip, tenzihte
kalan, ve tenzihten başka (bir şekilde) görmeyen iman sahibi (de) gerçekte –
bilincinde olmaksızın– edebe aykırı davranır ve Hakk’ı ve Resulleri yalanlar.
Yaklaşımında isabetli olduğunu sanır, halbuki uzağa düşmüştür ve bu kimse, bir
kısmına iman edip bir kısmını inkar eden gibidir.
Gerçekte, ilahi şeriatların dilleri Hak’tan söylediklerinde, insanların geneli için
kavramların ilk anlaşılan anlamı üzere söylediler; özelde ise bu aynı sözler –hangi
dilde söylenmiş olursa olsunlar– o sözden çıkarılabilecek farklı anlamlar içerirler.
Hak, yaratılmış olan her şeyde zuhur etmekte olduğundan, bütün kavramlarda zahir
olan O’dur. Her anlaşılandan batın olan da O’dur — ve ancak, “Alem Hakk’ın sureti
ve huviyeti, ve O’nun Zahir İsmidir” diyen kimsenin anlayışından batın değildir.
Gerçekte Hak, mana yönünden, zahir olan şeyin ruhu olmasıyla batındır. Hakk’ın,
alemin suretlerinden zahir olan şeye nisbeti, yönetici ruhun surete nisbeti gibidir.
İmdi, insanın tanımında [had] –tanımı yapılan bütün diğer şeyler gibi– onun hem
zahiri hem de batını gözönüne alınır. Hakk’a gelince, O (bütün suretlerin zahiri ve
batını olduğundan) bütün bu tanımlar ile tanımlıdır. Ne var ki, alemin suretleri
(sonsuz sayıda olduklarından) zaptedilemedikleri gibi, kapsanamazlar da — ve
alemdeki herbir suretin tanımı, ancak bu suretlerden ortaya çıkan kadarınca
bilinebilir. İşte bunun içindir ki, Hakk’ın tanımı bilinmiyor olarak kalır. Hakk’ın
tanımı, ancak bütün suretlerin tanımının bilinmesiyle bilinebileceğinden ve bunun
olması da olanaksız olduğundan, Hakk’ın tanımlanması olmayacak bir şeydir.
Ve Hakk’ı tenzih etmeksizin teşbih eden kimse de hiç kuşkusuz Hakk’ı kayıtlayıp
sınırladı ve O’nu bilmedi. Ve Hakk’ı bilmekliğinde tenzih ve teşbihi cem eden ve
Hakk’ı bu iki vasıfla (yani, “zahir” ve “batın” ile) vasıflandıran kimse –nasıl ki kendi
nefsini ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık [icmal] yoluyla
biliyorsa– Hakk’ı da ayrıntılanmışlık yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık yoluyla bilir.
Çünkü alemdeki suretlerin kapsanamamasından dolayı, Hakk’ı bu iki vasıfla (yani,
zahir ve batın vasıflarıyla) ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla vasıflandırmak
olanaksızdır. Ve bunun içindir ki, Nebi (sav) Hakk’ın bilinmesini nefsin bilinmesine
bağlayarak, “Nefsini bilen, hiç kuşkusuz Rabbini bildi” buyurdu. Ve Hak Teala da
şöyle buyurdu: “Yakında, O’nun Hak olduğu onlara apaçık olana kadar, ayetlerimizi
ufuklarda..” –ve ufuklar senin dışında olanlardır– “..ve nefslerinde..” –ve bu da senin
kendindir– “..onlara gösteririz” [Fussılet Suresi, 41/53]. Bu, senin Hakk’ın sureti
olman ve O’nun senin ruhun olması dolayısıyla böyledir. İmdi sen, O’nun için
cismani bir suret gibisin; ve O, senin için cesedinin suretini yöneten ruh gibidir. Ve
tanım, senin hem zahirini hem de batınını kapsar. Çünkü geri kalan suret, kendisini
yöneten ruh kendisinden ayrıldığında, insan olarak baki kalmaz; fakat bu suret
hakkında, “o, insan suretine benzer bir surettir” denilir. Dolayısıyla bu suret ile,
ağaçtan ve taştan yontulmuş olan insan sureti arasında fark yoktur; ve bu surete
“insan” ismi genellemesi hakikat ile değil, mecaz iledir.
Ve Hakk’ın (batın olmaklığıyla) alemin suretinden zevali asla mümkün değildir.
Böyle olunca, Hak için uluhiyet tanımlaması –diri olduğundaki insanın tanımı gibi–
hakikat iledir, mecaz ile değil. Ve insanın suretinin zahiri, kendisini yöneten ruhuna
ve nefsine, kendi diliyle nasıl senâsını dile getirirse; aynı şekilde Allahu Teala da
alemin suretini Hakk’ı hamdetmekle tesbih edici kıldı. Ne var ki biz, alemdeki
suretleri kuşatamadığımızdan, onların tesbihini idrak edemeyiz. Böyle olunca,
alemin suretlerinin hepsi Hakk’ın dilleri olup, Hakk’ın hamdını dile getirirler. Ve işte
bunun içindir ki, “Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” [Fatiha Suresi,
1/1] dediler. Ki bu, hamdın sonuçları O’na döner, demektir. Dolayısıyla, senâ eden ve
senâ edilen ancak O’dur.
Yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
Yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
Hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
Dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
İmdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
Ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
Eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
Ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
İmdi, sen O değilsin ve sen O’sun;
Ve sen O’nu şeylerin ayn’ında
Kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu Teala, “O’nun benzeri hiç bir şey yoktur” [Şura Suresi, 42/11] diyerek tenzih
etti; “O, Semi ve Basir’dir” [Şura Suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu Teala,
“O’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi [tesniye]; “O, Semi
ve Basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı [ifrad].
Eğer Nuh, kavmi için (bu) iki daveti birleştirseydi, elbette kavmi kendisine icabet
ederdi. Böyle olunca, onları apaçık olarak davet etti ve sonra gizleyerek [israren]
davet etti. Sonra onlara, “Rabbinize tövbe edin ki, muhakkak O bağışlayıcıdır” [Nuh
Suresi, 71/10] dedi. Ve Nuh, “Ya Rabb, ben kavmimi gece-gündüz davet ettim, bu
davetim onları kaçırmaktan başka bir işe yaramadı” [Nuh Suresi, 71/6] dedi.
Nuh, kavmi hakkında; kendi davetine uymalarının neyi gerektirdiğini
bildiklerinden, yaptığı daveti duymazlıktan geldiklerini söyledi. Böyle olunca Allah’ı
bilenler, Nuh’un kendi kavmini yergi diliyle övmekle neye işaret ettiğini bildiler; ve
Nuh’ta Furkan olduğu için, onun davetine uymadıklarını da bildiler. Çünkü emr
(yani, varlığın kendisi) Kur’an’dır, Furkan değil. Ve Kur’an’da bulunan kimse,
Kur’an içinde olduğundandır ki Furkan’a yönelmez; çünkü Kur’an, Furkan’ı içerir.
Bundandır ki, Kur’an ancak Muhammed’e (sav) ve ümmetlerin en hayırlısı olan
onun ümmetine özgü kılındı. Ve Muhammed (sav), “O’nun benzeri yoktur” diyerek,
tenzih ve teşbihi tek bir şeyde cem etti. İmdi, eğer Nuh, kavmine böylesi bir ayet
getirseydi, ona uyarlardı. Çünkü tek ayette, hatta belki ayetin yarısında teşbih ve
tenzih etti. Nuh aleyhisselam ise, gayb olan akılları ve ruhaniyetleri dolayısıyla
kavmini geceleyin (batın’a) davet etti; ve aynı şekilde, zahir olan suretleri ve
bedenleri dolayısıyla onları gündüzün (zahir’e) davet etti — ve davette, “O’nun
benzeri yoktur” gibi cem etmedi. Böyle olunca, onların batınları bu Furkan’dan
nefret etti ve onların kaçıp uzaklaşmalarını artırdı.
Sonra Nuh (Hakk’a hitaben) kavmini, Hakk’ın Kendini onlara açımlamaklığına [keşf]
değil, Hakk’ın onları Kendisiyle örtmekliğine [gafr ve setr] davet etmiş olduğunu
kendinden bildirdi. Ve onlar, Nuh’tan bunu anladılar. Bunun için, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine büründüler — bütün bunlar, davet olundukları
örtmenin [setr] suretidir. İmdi, onlar Nuh’un davetine söz ile değil, fiil ile uydular.
Halbuki, “O’nun benzeri yoktur” ayet-i kerimesinde benzerin hem kesinlenmesi
[isbat], hem de değillenmesi [nefy] vardır. Ve işte bunun için (yani, fark ve cemi,
tenzih ve teşbihi birleyici olduğundan) Resulallah Efendimiz (sav) kendisine bütün
kelimelerin verildiğini bildirdi. İmdi, Muhammed (sav) kavmini geceleyin ve
gündüzün davet etmedi. Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze davet etti.
İmdi Nuh, (istiğfar ile maksud olan) hikmetinde kavmine şöyle dedi: (eğer siz, aklî
tenzihin gereği üzere bana uyarsanız) “Hak Teala, üzerinize gökten yağmur
gönderir..” –ve (bu yağmurlar) manalara ilişkin aklî marifet ve varsayımsal
kurgulamadır [nazar-ı itibarî]– “..ve size mallar ile..” –yani sizi O’na meylettiren şey
ile– “..yardım eder” [Nuh Suresi, 71/12]. İmdi, sizi Kendisine meylettirdiği zaman,
O’nda suretinizi görürsünüz. Böyle olunca, içinizden, hiç kuşkusuz O’nu gördüğünü
tahayyül eden kimse, arif değildir, olmamıştır; ve sizden hiç kuşkusuz nefsini
gördüğünü bilen kimse ariftir. İşte bunun için, insanlar “Allah’ı bilenler” ve “Allah’ı
bilmeyenler” olarak iki kısma ayrıldı. Ve “çocuğu” [Nuh Suresi, 71/21], (Allah’ı
bilmeyenlerin) düşünsel kurgulamasının vardığı sonuçtur; ve iş, (ilahi) ilmin
müşahedesine dayandığı için, düşünsel kurgulamanın sonuçlarından uzaktır, “olsa
olsa ziyandır” [Nuh Suresi, 71/21]. İmdi, “onların ticaretleri kazanç getirmedi ve
onlar doğru yola dönmediler” [Bakara Suresi, 2/16].
İmdi, kendi mülkleri (yani, kendi düşünsel kurgulamaları sonucunda elde ettikleri
ilimleri) olduğunu tahayyül ettikleri herşeyi yitirdiler. Ve Hak Teala (mülke ilişkin
olarak) Muhammedî olanlara, “Allah’ın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin”
[Hadîd Suresi, 57/7] dedi. Ve Nuh’a ve Nuh ümmetinden olanlara, “Benden başka
vekil tutmayın” [İsra Suresi, 17/2] dedi. Dolayısıyla, Nuh ümmetinden olanlar için
mülke sahip olmaklığı ve Allah’ın bu mülke vekil olmaklığını kesinledi.
Muhammedîler ise, mülk üzerinde halife kılınmışlardır, dolayısıyla Allah hem
mülkün sahibi hem de onların vekilidir ve onlar mülke ancak halife olmaklıkları
bakımından sahiptirler. Böylelikle –Tirmizi’nin dediği gibi– Hak, Mülkün Meliki’dir.
(Ve, Nuh’un davetine karşı,) “büyük hileyle aldattılar” [Nuh Suresi, 71/22]. Çünkü
Allah’a davet, davet edilene hiledir. Çünkü O, (davet olunanın) bir öncesinde yok
değildir ki, (davet olunan,) bir sonraya davet edilsin. “Allah’a davet ediyorum!”
[Yusuf Suresi, 12/108] — işte bu, hilenin ta kendisidir. Ama Nebi (sav) bunun
“basiret üzerine” [Yusuf Suresi, 12/108] bir davet olduğunu söyleyerek bütün her
şeyin (yani, davet eden kişinin gözünde; davet eden, davet edilen, kendisine davet
olunan ve kendisinden davet edilenin tek olup, bütün bunların) Allah’a mahsus
olduğunu tenbih etti (böylelikle, Muhammedî davet Furkan’a/fark’a değil,
Kur’an’a/cem’e olduğundan dolayı bir hile değildir). Böyle olunca, Nuh onları
hileyle davet ettiği gibi, onlar da (bu davete) hileyle uydular. Ve Muhammedî olan
geldiğinde, bildi ki hiç kuşkusuz Allah’a davet, O’nun Huviyeti dolayısıyla değil,
ancak İsimleri dolayısıyladır (yani, davet Celal İsminden Cemal İsmine doğrudur).
Bundandır ki Hak Teala, “Biz o gün itaat edenleri güruhlar halinde Rahman’a doğru
bir araya toplarız” [Meryem Suresi, 19/85] buyurarak, (ayetin Arapça yazılışındaki)
bir şeye doğru olmaklık anlamına gelen “ila” ön-ekini, İsim’e (yani, Rahman İsmine)
bitiştirdi. Öyleyse, biz bildik ki, alem (rububiyet yönünden) itaat edenlerin itaatkar
olmalarını gerektiren bir İlahi İsmin (yani, “Cebbar” İsminin) kuşatması altındadır.
İmdi, hilelerinde, “İlahlarınızı terk etmeyin; ve Vedd’i ve Süva’yı ve Yeğus’u ve
Yauk’u ve Nesr’i de terk etmeyin” [Nuh Suresi, 71/23] dediler. Eğer ilahlarını
terketmiş olsalardı, ilahlarını terk ettikleri ölçüde Hak’tan cahil olurlardı — çünkü
Hakk’ın herbir ibadet olunanda bir vechi vardır. Bunun böyle olduğunu, bilen bilir
ve bilmeyen bilmez. Ve Hak Teala Muhammedî olanlara şöyle buyurdu: “Senin
Rabb’in ancak O’na ibadet etmenize hükmetti” [İsra Suresi, 17/23].
İmdi, ilim sahibi olan, ibadet olunanın kim olduğunu ve hangi surette zahir olduğu
için kendisine ibadet olunduğunu bilir. Ve, hiç kuşkusuz ayrımlama [tefrik] ve
çokluk [kesret] beşerin duyumsanabilir suretindeki uzuvların ve ruhani suretindeki
manevi yetilerin çokluğu gibidir. Böyle olunca, herbir ibadet olunanda Allah’tan
başkasına ibadet olunmadı. Dolayısıyla kulun aşağı düzeyde olanı, onda uluhiyet
tahayyül eden kimsedir. Eğer bu tahayyül olmasaydı, taşa ve ondan başkasına ibadet
olunmazdı. Ve işte bunun için Hak Teala şöyle buyurdu: “De ki: tapındıklarınızı
isimlendirin” [Ra’d Suresi, 13/33]. Bunu yapacak olsalardı, ibadet ettikleri şeyleri
“taş,” “ağaç” ve “yıldız” olarak isimlendirirlerdi. Ve eğer onlara, “Kime ibadet
ettiniz?” denilse, “bir ilaha” derlerdi — “Allah’a” ve “İlah’a” demezlerdi.
Ve kulun yücesi, onda uluhiyet tahayyül etmeyip, buna (diğer her şey gibi) bir ilahi
tecelli mahalli olmaklığıyla hürmet edilmesi gerektiğini söyleyerek, uluhiyeti ona
özgü kılmaz. Tahayyül sahibi olan aşağı düzeydeki kul ise, “Biz bunlara Allah’a
yakınlığımızı artırsınlar diye taparız” [Zümer Suresi, 39/3] der. Ve yüce olan kul
şöyle der: “Sizin ilahınız ancak tek ilahtır..” –dolayısıyla, nerede zahir olursa– “..O’na
boyun eğin. O alçakgönüllü kimselere..” –yani, tabiat ateşi sönmüş olanlara–
“..müjdele!” [Hac Suresi, 22/34]. İmdi onlar (yani, tabiat ateşi sönmüş olanlar), “ilah”
dediler ve “tabiat” demediler. Nuh kavminden olanlar ise “birçoğunu dalalete
düşürdüler” [Nuh Suresi, 71/25], yani, onları, Bir [vahid] olanın vecihleri ve
nisbetlerinin çokluğu yoluyla hayrete düşürdüler. Ve Kitab’a vâris kılınıp
seçilmişlerden olan, nefslerine “zulmedenler” çoğaltmadılar. Ve böylesi bir kimse,
üçün ilkidir — ve Hak onu, “orta yolu tutan” ve “öne geçen”den önce andı [Fâtır
Suresi, 35/32]. Ancak şaşırmış olarak [dalalen] yani hayret içerisinde çoğalttılar.
Nitekim Muhammedî olan, “Sana olan hayretimi artır!” dedi. Her ne vakit onlara
aydınlık olsa (yani, Hak ahadiyet nuru ile tecelli edip aydınlatsa), onun içinde
yürürler; ve üzerlerine karanlık basınca (yani, çokluksal taayyünat perdelerinin
karanlığı çöktüğünde, hayret içerisinde) dururlar [Bakara Suresi, 2/20]. İmdi, hayret
ehli için devr vardır ve devrî hareket daire merkezinin çevresinde olup, ondan
ayrılmaz.
Ve uzayıp giden yolda olanlar, amacın dışına yönelirler. Böylesi bir kimse, hayal
ettiği şeye taliptir ve amacı da o hayaldir — dolayısıyla onun için bir yerden doğru
olmaklık ve bir yere doğru olmaklık ve o ikisinin arasındaki şey vardır. Ve devrî
hareket sahibi için başlangıç yoktur ki, ona, bir yerden doğru olmaklık gereksin. Ve
onun için amaç yoktur ki, ona, bir yere doğru olmaklık hükmetsin. Böyle olunca
onun varlığı en eksiksiz ve en kâmil olandır. Ve ona kelimelerin ve hikmetlerin
toplamı verildi. Günahları (yani, kendilerini Hak’tan ayrı varlıklar olarak görme
günahları) dolayısıyladır ki, bu günahlarından geçerek Allah’ın ilim deryalarına
garkoldular — ve bu da hayret denilen şeydir.
İmdi onlar suyun kendisinde (yani, ilm-i billah’ta) ateşin içine (yani, vahdete)
daldırıldılar (ve zatî tecelli, çokluksal taayyünatı yaktı). Ve “denizler tutuştuğu
zaman” [Tekvir Suresi, 81/6] ayeti, Muhammedî olanlar için gelmiştir — ve
(“denizlerin tutuşması”), fırını yaktığın zaman, “fırın tutuştu” dendiğindekiyle aynı
anlamdadır. Böyle olunca onlar, (zatî tecelli, zuhur mahallerinin izafi varlıklarını
yaktığı ve varlığı olmayan şeyden yardım sözkonusu olmadığı için) kendilerine
Allah’tan başka yardımcı bulamadılar. Dolayısıyla, Allah onlar için yardımcının ta
kendisi oldu. Onlar, sonsuza dek O’nda helak oldular. Eğer Allahu Teala onları
sahile, tabiat sahiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi — her ne
kadar bütün her şey Allah için ve Allah ile ve gerçekte Allah ise de, bu böyledir.
Cenab-ı Nuh, “Rabbî..” dedi, “İlahî..” demedi. Çünkü “Rab” için (haceti kaza
hususunda) değişmezlik [sübut] olduğu halde, “İlah” İsimler ile çeşitlenir ve O her
an bir şendedir. İmdi, Nuh “Rab” (ismi) ile, çeşitlenmekliğin sabit kılınmasını [sübutu
telvin] (yani, hacetine uygun düşen suret ne ise, Hakk’ın o sıfat ile zuhurunu)
diledi; çünkü (rububiyet mertebesinde) bundan başkası sözkonusu değildir. Ve Nuh,
(“Rabbî” seslenişinden sonra) “..Yeryüzünde bırakma!” [Nuh Suresi, 71/26] diyerek,
kavmi için, arzın içinde olmaları yönünde dua etti (ki bu, kendilerini Zahir İsminin
örtüsünde bırakan varlıksal taayyünlerinden kurtulup batn-ı ahadi ve cem’iye dahil
olmaları için, beddua şeklinde hayır duası idi). Ve Muhammedî olan, “Eğer ipi
sarkıtacak olursanız, Allah’ın üzerine düşerdi” dedi — ve, göklerde ve yerde olanlar
O’nundur. İmdi sen, yerin içine gömüldüğün zaman, onun içindesin ve o senin
örtündür; ve “Sizi onun içinden..” –vecihlerin benzeşmezliğinden (yani, İlahi
Hazret’in, farklı İsimlerin vecihleriyle zuhuru gerektirmesinden) dolayı– “..tekrar
ortaya çıkaracağız” [Taha Suresi, 20/55]. (Bu durumda Nuh, şöyle dua etmiş olur:)
Örtünme [setr] talebiyle giysilerine bürünen ve parmaklarıyla kulaklarını tıkayan
kafirlerden kimseyi bırakma ki, davet genel olduğu gibi, fayda da genel olsun. “Eğer
Sen onları bırakırsan..” –yani Sen onları terkedersen– “..kullarını şaşırtırlar..” [Nuh
Suresi, 71/27] yani onları hayrete düşürürler; ve onları kulluktan, kendilerinde
rububiyet sırlarından bulunan şeye geçirirler. Böyle olunca onlar nefsleri indinde kul
olduktan sonra, nefslerini rabblar olarak görürler; ve onlar hem kul hem de
rabblardır. Ve onlar “..ancak faciri..” –yani kendilerindeki örtülmesi zorunlu olan
rububiyeti– “..doğururlar” [Nuh Suresi, 71/27] ve açığa çıkarırlar; ve facir olanlar,
sımsıkı örtücüdürler [keffar], yani zahir olan şeyi (yani, kendi suretlerinde zahir olan
ilahi hakikatı), zahir olduktan sonra (enaniyetleri ve izafi varlıklarıyla) örterler. İmdi,
örtülmüş olan şeyi (yani, rububiyet sırrını) açığa çıkarırlar. Onun açığa çıkışından
sonra da (zahirî enaniyetleriyle) örterler. Böyle olunca gören kişi (onun hangi haline
uyacağını bilemediğinden) hayrete düşer. Ve ortaya çıkarıcının [facir] ortaya
çıkarışındaki ve örtücünün [kafir] örtüşündeki maksadını bilmez — halbuki, her
ikisini yapan da (rububiyeti sözle açığa çıkaran ve fiilen örten) aynı kişidir.
“Ya Rabb, beni bağışla [gafr]!..” –Yani, beni ört; ve benden dolayı ört! Ve senin,
“Allah’ın kadrini hakkıyla bilmediler” [En’am Suresi, 6/91] sözünde kadrin
bilinmediği gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin!– “..Ve ana-babamı da
ört..” –ki ben onların sonucuyum; ve onlar ‘akıl’ ve ‘tabiat’tır– “..Ve benim evime..” –
yani kalbime– “..giren kimseyi de mümin olarak ört..” –yani nefslerin içeriden
söyledikleri olan kalbime gelen ilahi haberleri tasdik edici olarak gireni ört. Ve akıllar
olan “..mümin erkekleri..” ve nefsler olan “..mümin kadınları..” da ört. Ve karanlık
örtülerin arkasında gizlenen ve gayb ehli olan “..zalimlerin ancak helakını artır”
[Nuh Suresi, 71/28]. İmdi onlar (yani, nefslerine zalim olan Muhammediler), nefsleri
olmaksızın Hakk’ın vechini müşahede ettikleri için, nefslerini bilmezler.
Muhammedî olanlar için, “O’nun vechi dışında herşey helak olucudur” [Kasas
Suresi, 28/88].
Ve bir kimse Nuh aleyhisselam’ın sırlarına vakıf olmak isterse, güneş feleğine
yükselmesi gerekir. Ve güneş feleğine yükselme konusundan Tenezzülat-ı
Mevsiliyye adlı kitabımızda sözettik .
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın