İbâdet yapmak fıtratın gereğidir. Cenâb-ı Hakk, “Ben cinlerle insanları yalnız ve yalnız bana ibâdet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Zaten insanların fıtratında iyiliğe karşı muhabbet ve sevgi vardır. Demek insanların asıl vazifesi, fıtratlarının muktezâsı olan iman ve ibâdettir. İbâdetsizlik ise kâinattaki hikmetlere muhalefet olduğu gibi, insanların fıtratına da zıt bir muameledir. Bu hakikatin anlaşılmasını kolaylaştırmak için bir misal vereceğiz: Gayet mükemmel bir şekilde yapılmış, en ileri teknoloji ile donatılmış, içindeki bütün eşyalar da mükemmel bir sanatla yapılarak yerli yerine konulup tanzim edilmiş, her türlü imkânlarla süslendirilmiş.
İnsanların akılları ve gözleriyle bulup görebilecekleri hiçbir eksiği bulunmayan hem devamlı olarak eksiksiz bir idare ile idare edilen ve nezâfetine, temizlik ve tamirine çok dikkat edilen muhteşem bir saray veya bina farz edelim. Böyle bir binaya misafir olarak gidenlerin, muhakkak ki o binanın mükemmel bir sahibinin ve maharetli bir ustasının bulunduğunu ve o ustanın ilmi ve gücü ile o sarayı, içindeki bütün eşyalarla beraber yaptığını ve kanunları ile de idare ettiğini anlamaları gerekiyor.
Demek, o misafirlerin her şeyden evvel, ev sahibinin yaptığı bütün o ikram ve lütuflara mukabil, fıtratlarının gereği olarak, onu tanıyıp ona teşekkür etmelerinin, emir ve yasakları çerçevesinde o misafirhanede yaşamalarının aklın ve insanlığın bir gereği olduğunu herkes anlar.
Eğer o misafirler böylece o misafirperver zâtı tanımış olsalar, onun arzu ve istekleri doğrultusunda o misafirhanede yaşamış olsalar, onun sevgi ve muhabbetini kazanmış olsalar, o misafirperver zât onların rahat edebilmeleri için, her türlü iyiliği yapacağı gibi, o memnuniyetin neticesi olarak o misafirhaneden daha güzel yerleri ve daha büyük ikramları da onlara takdim edecektir.
Eğer o misafirler, misafirhanenin sahibini tanımasalar, onun arzu ve isteklerine uymasalar, emirlerini yerine getirip yasaklarını terk etmeseler ve o misafirhane sahibinin istemediği hareketler ve tahribatlar yapsalar, nankörlük edip teşekkür etmeseler, şüphesiz ki o yaptıkları, misafirhane sahibinin izzetine dokunduğu için, onun nefretine sebep olacaktır. İzzetli ve güçlü olan o misafirperver zât, elbette onların yaptığı o nankörlüğe bedel, onlara daha büyük ikram ve mükâfatlar vermeyeceği gibi, belki büyük bir ceza ve azap verecektir.
CENNET UCUZ DEĞİL!
Aynen öyle de bu dünyamız, o misafirhaneden ne kadar mükemmel ise ve mucizâne bir şekilde sevk ve idare ediliyorsa, içindeki varlıklar Kudret-i İlâhîye’nin birer mûcizesi olarak yaratılıp içine yerleştirilmişse ve bu dünya sarayının nezafetine ve temizliğine dikkat ediliyorsa, vücudun hücrelerinden tutun da hayvanat ve nebatâtın tahrip ve tamirleri ve vücutların yeniden yaratılmasına kadar her şey nihayetsiz bir hikmet ve kudretle yapılıyorsa, bütün canlıların bir ordu-yu Sübhânî olarak rızıkları, silahları, libasları, tavzifleri ve terhisleri vakti vaktine ne kadar mûcizâne, nihayetsiz bir kudret, bir ilim, bir hikmetle yapılıyorsa, o derecede kâinat binası da kendi Hâlık-ı Zülcelal’ini bütün isim ve sıfatları ile gösterip ispat etmesi lazım geliyor.
Bizler de misafir olarak bu dünya misafirhanesine gelince elbette bizim de her şeyden evvel, bu dünyanın celal sahibi olan ustasını, mâlikini tanımamız ve bizden arzu ve isteklerinin ne olduğunu, bize neyi emrettiğini ve neyi yasakladığını bilmemiz gerekiyor. Ve başta vücudumuz, akıl, kalp, ruh ve bütün âza ve duygularımız olmak üzere, kâinatta bulunan ve bize ihsan ettiği hesapsız nimetlerine teşekkür ve hamd ederek onu tanımamız, emir ve yasaklarına uymamız, fıtratımızın muktezası olarak icap eder.
Eğer böylece, hiçbir şeyimize ihtiyacı olmayan Rabb-ı Rahîm’imize itaat ve sadakatimizi göstererek, şükür ve ibadetimizle O’nun sevgisini kazanmış olsak, dünyadaki ikramlarını artıracağı gibi, dünyadan daha güzel olan cenneti ve cennet nimetlerini biz muhtaçlara ihsan edecektir. Çünkü Rabbimiz, bizâtihî “Eğer şükrederseniz, size olan nimetlerimi artırırım.” fermanıyla şükür ve ibadetimizin, O’nun bize olan ikramlarının ve nimetlerinin artmasına bir vesile olduğunu beyan ediyor.
Eğer bizler bu dünya sarayına girdiğimizde, o sarayın sahibini bulmazsak ve mâlikini tanımazsak; onun arzu ve isteklerini öğrenip, emir ve yasaklarına uymazsak; bize bütün dünya ile birlikte ikram ettiği hesapsız nimetlerine karşı, hikmete muhalif ve fıtratımızın gereğine zıt olarak teşekkür ve ibadet etmeyip nankörlük etsek ve bütün bu ikramları hiçe saysak; hiçbir ev sahipsiz olmadığı hâlde bu koca âlemin sahipsiz olduğunu düşünüp, nefis ve şeytanımıza uyarak Hâlık’ımıza isyan edersek; yapmamız lazım gelen işleri yapmayıp, yapmamamız icap eden işleri de yapıp kâinattaki düzeni bozarsak; bu hareketimizle bütün varlıklara muhalefet edip, âlemdeki düzeni bozarak, bütün mevcudâtın da hukukunu çiğnersek; elbette izzet ve adalet sahibi olan Zât-ı Zülcelâl, her hak sahibine hakkını vermek kabilinden, iyiliğe karşı mükâfat verdiği gibi, bu kadar nankörlük ve fenalığı da cezasız bırakmayacaktır.
Risâle-i Nurlar’da geçen ve bu hakikati ifade eden bir hulasa ile bu bahsi neticelendirelim: “Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-i hizmet eden mûtîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazâtı bulunmasın. Burada yok hükmündedir, demek başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır.” Yani âlem gayet mükemmel bir devlet gibi idare ediliyor. Elbette o devletin padişahının iyilik yapan memurlara mükâfatı, ona karşı gelip toplumu rahatsız edenlere de cezası olacaktır. Hâlbuki bu dünya memleketinde iyilik edenlere tam mükâfat ve fenalık yapanlara da gereken ceza verilmiyor.
Elbette adaletin gereği olarak, o padişahın makarr-ı saltanatı olan ahirette ve oradaki ‘Büyük Mahkeme’sinde vereceği mükâfat ve ceza olacaktır. Demek cehennem lüzumsuz olmadığı gibi cennet de ucuz değildir, o da bir fiyat ister. O fiyat ise Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına uyarak nefis ve şeytanımızla mücahede etmektir.
Yâ Rab! Bizi Nefs-i emmaremizden, cinnî ve insî şeytanların şerrinden muhafaza eyle.
Velev ki bir an olsun bizi nefsimize bırakma!
Bir yanıt yazın