KARANLIK KUYUDAN GELEN FERYAT: “Ne anlam taşır ki bu hayat!”
İşte kâinat! Hangi yöne çevirse başını insan, gördüğü; inkâr edilemez bir ilim, kudret ve sanat! İlim var çünkü bir âlimi var âlemin. Kudret var, çünkü var bir Kadir, Kayyum ve Metin.
San’at var çünkü Bânî var, Sâni’ var. Küçük bir sınıfta az bir süre öğretmensiz kalışıyla çıkan kargaşayı bilen insan, milyonlarca yıldır süregelen düzeneğin izahını topal tesadüflerle yapmaya çalışmamalı.
Hep isabet edenin tesadüf olamayacağını bile bile akla ters düşüp, kalbin muktezasını bırakıp, nefret saçan inkârına inatla devam etmemeli.
İnsanlara öfkelenip acısını Allah’tan çıkarmak isteyen bir adam, kapatıp gözlerini “Görmüyorum artık seni, yoksun sen!” dedi ve kendini bir karanlık kuyuya hapsetti.
Bu kuyu, her şeyin yoklukla pençeleştiği… Bu kuyu, yalnızlığın, çaresizliğin buz kestiği… Bu kuyu, akıl fukarasının, inat ibâdının, muhabbet müflislerinin düşüp düşüp can verdiği…
Kırık kolu ve bacağıyla acı içinde şu karanlığı bastıracak bir şeyler aradı yine de. Yine de bulmak istedi kahreden kaskatı karanlığı sıyırıp atacak bir umut. Düşündü, düşündü. Çok şeyler düşünüp hepsinden vazgeçti bir bir. Ve en son, “Yokluk denizine gömülüp gitmenin ardından geriye iyi bir anı bırakmaktır.” Bu kuyunun ışığı diye düşündü. Bu elinde kalan son kibrit çöpüydü. Aslında o da biliyordu daha üç nesil öncesinde tutkuyla hayat süren yüz binlerin, bugün yaşayanların hatıralarında bulunmadıklarını. Biliyordu bu son kibrit çöpünün de ne ateş ne de ışık olamadığını. İnkârla bütünleşmiş bir isyan ile bağırdı sonra: “Ne anlam taşır ki bu hayat?”
Doğruydu. Kâinat ilahsız, dünya âhiretsizse ne anlam taşısındı ki bu hayat? Saniye saniye yokluğa akan bir selin içindeydi. Kemirgen şüpheye teslim ettiğinden beri kendini çaresiz çırpınışların can havlindeydi.
Ah bu güneş! Bakan güzel gözlere daima gülümseyen o güneş miydi? Alev alev yanan öfkesine bürünmüş başıboş serseri gibi tehditkâr, istihza kattığı bakışlarıyla sanki şöyle diyordu: “Aklım eserse bir gün başınıza cehennem kesilirim!” Ya o güneşi gözleyen güzel gözler? İşte yavrusunun, canından can kanından kan olan yavrusunun tatlı, iri gözleri? Yakında içi toprakla dolacak iki bahtsız kâseden başka neydi?
Toprağın her yağmur ardından ciğerlerine çektiği burcu burcu rayihasında bile çürüyen bedeninin leş kokusunu alır gibiydi artık; kendisinin, yavrusunun, bir zamanlar sevdiklerinin, annesinin…
Annesi… Çok küçükken en çok üç gün süren ayrılıklarında elbiselerine sarılarak teskin olmaya çalıştığı, iliklerine kadar hissettiği sevginin adı olan annesi… Düşündü bir süre hissiz… Doğurgaçtan başka bir isim veremiyordu şimdi. Acı ve nefret doldu içi. Ardından “Doğurmaz olaydı!” dedi. Şu insanlar! Kimi iyi, kimi kötü, ama hepsiyle bir bağı olduğunu düşündüğü şu insanlar! Oturup kalkan, yürüyüp konuşan iskeletlerdi. Herkes teker teker düşüyordu boşluğa; bir daha duymamak, görmemek, bilmemek, bilinmemek üzere. Neydi onlarla bağı şu halde? “Hiç” dedi “hiç”.
Sevmek, özlemek, değer vermek, ümit etmek, aramak, çağırmak, incitmemek, iyi olmak, yanlıştan uzak durmaya çalışmak… Çalışmak! Didinmek! Uğraşmak! Hepsi bir bir hüviyetini kaybedip anlamlarıyla tepetaklak düşüyordu. Sahi yanlış denilen şey ne idi? Doğrunun paralelindeki eylemler hangileriydi?
Çökmüştü çatısı evrenin. Yağmur, fırtına her şeyi darmadağın etmişti. Kapkara bir çamur her yeri kaplamış bütün tabloların renkleri akmıştı. Niçin yaşasındı ki artık? Darağaçlarında sallananları mı yoksa asılmak üzere sıra beklerken gözyaşı akıtanları mı seyredip durmak için?
Karanlıkta, soğukta, ümitsizlikte, çaresizlikte titredi titredi tam on altı ay. Sonra “Bitsin!” dedi. “Bitsin bu işkence!”
Kararını vermişti.
Fakat son bir kez başını kaldırıp yukarı bakmak istedi.
…
Bu kuyu her şeyin yoklukla pençeleştiği… Bu kuyu, yalnızlığın, çaresizliğin buz kestiği… Bu kuyu akıl fukarasının, inat ibâdının, muhabbet müflislerinin düşüp düşüp can verdiği…
Bir göz kapamadır hâlbuki reddetmek. İnkâr; bir dava değildir, yok saymadır sadece. Çünkü yok sayma asla ispat edilememeye mahkûmdur. Yok diyenin aklı hep “ya varsa” yla mağmumdur. Yapışkan “neden” ve “niçin”lerin peşine takılıp dibine çekildikleri bu kuyuda hayattan vazgeçmezlerse eğer ya iptal-i his ile hayal dünyasında yalancı bir avuntu bulacaklar ya da bu kesif karanlıktan yukarıya tırmanıp aydınlığa çıkacaklardır.
Sırf akıl ile mümkün değildir âlemin keşfi. Sadece sol elini kullanarak tırmanmaya çalışan yol alabilir mi? Kalp en güçlü bileğidir insanın. İnsanın en güçlü arzusudur “var!” demek.
Tırmanış… düşünce düşünce tırmanış!
İnsanoğlunun en akıllılarından yüz yirmi dört bin kişi, bir o kadar da sözünde emin şahıs ve bir o kadar da bilgin, ikinci bir hayatın haberiyle durmuşlar insanların önlerine. Bir damla sudan insan, iskelete dönmüş kuru dallardan yeni baştan capcanlı bir ağaç yaratandan haberlerle sesleniyorlar kalabalıklara. “Hiçliğe giden hiçbir şey yok!” diye diye rahmet müjdelerini haykırıyorlar. Yüz yirmi dört değil, 24 değil belki dört kişinin “bu yön tehlikelidir!” ikazıyla girdiği yoldan geri dönen insan, hayat yolculuğunu bunca haykırışlar ve çağırışlar rağmına gözlerini kapatıp, kulaklarını tıkayıp devam ettirebilir mi?
Tırmanış… cevap cevap tırmanış!
İşte kâinat! Hangi yöne çevirse başını insan, gördüğü; inkâr edilemez bir ilim, kudret ve sanat! İlim var çünkü bir âlimi var âlemin. Kudret var, çünkü var bir Kadir, Kayyum ve Metin. San’at var çünkü Bânî var, Sâni’ var. Küçük bir sınıfta az bir süre öğretmensiz kalışıyla çıkan kargaşayı bilen insan, milyonlarca yıldır süregelen düzeneğin izahını topal tesadüflerle yapmaya çalışmamalı. Hep isabet edenin tesadüf olamayacağını bile bile akla ters düşüp, kalbin muktezasını bırakıp, nefret saçan inkârına inatla devam etmemeli.
Tırmanış… kabul kabul tırmanış!
Burası; küçücük midenin bile yeryüzü gibi bir devasa sofrayla, kara toprağın cömert rahmet yağmurlarıyla dualarına cevap bulduğu âlem. Yaratılanların en şereflisinin en güçlü arzusu olan “Ebet yakarışı” cevapsız kalabilir mi hiç?
İmar var gözlerimiz önünde yükselen. Bir mimar var kendisini gizleyen. Ve hiçbir mimar nakış nakış süslediği, hassas mizanlarla inşa ettiği sarayını tavansız bırakmaz. Eserini mahvoluşun kucağına teslim etmez.
Kâinat yokluğa, hiçliğe terk edilemez. Madem o var, diriliş var, ebediyet var, kavuşmak var, her taşın altından fışkıran hayata hayat katan koskoca manalar var.
Ne anlam mı taşır bu hayat, ey kuyudaki adam?! Işığa doğru yaptığın her hamlede şu cevabı ver kendine.
“Madem O var her şey var!”
…
Haydi, az daha gayret, çıkmak üzeresin!
Bir yanıt yazın