Musa’dan dolayı çocukların öldürülmesindeki hikmet; kendisinden dolayı öldürülen
herbir çocuğun hayatının, ona yardım olarak dönmesidir. Çünkü herbiri Musa
olduğundan (yani, Musa’dır diye) öldürüldü. Ve bunda (yani, öldürülmüş
olmalarında) bilgisizlik sözkonusu değildir. Hiç kuşkusuz onların herbirinin hayatı
Musa içindi, yani onun uğruna hayatlarından oldular. Ve bunlar kendi (aslî) fıtratları
üzere zahir olmuş hayatlardı; nefsin istekleriyle [araz] lekelenmiş olmadıklarından
fıtrat üzereydiler. Ve Musa, Musa’dır diye öldürülenlerin hayatının toplamıydı, ve
(dolayısıyla) bu öldürülenlere ruhani istidatları ölçüsünde verilmiş olanların hepsi
Musa’da vardı. Ve kendisinden önce hiç kimsede gerçekleşmemiş olan bu durum,
Allah tarafından Musa’ya özgü kılındı [ihtisas-ı ilahi]. Musa’nın hikmetleri çoktur, ve
bu bölümde –inşaallah– ilahi emirle bana verilmiş olanları ortaya koyacağım. Ve
yukarıda sözünü ettiklerim, Musa’ya ilişkin olarak bana anlatılarak öğretilenlerin
ilkidir.
Musa, çok sayıdaki ruhların toplamı olarak doğmakla, (öldürülen çocuklardaki)
bütün faal yetileri kendinde topladı. Çünkü, küçük büyüğü emir altına alır. Çocuğun
kendine özgü bir şekilde büyüğü nasıl çekip çevirdiğini görmez misin? Ve büyük,
kendi üstünlük konumundan çocuğun düzeyine inerek onunla oynar ve onunla
çocukça konuşur. Ve çocuğa, onun aklına göre görünür. Ve o, bilmeksizin çocuğun
emri [teshir] altındadır. Çocuk onu –sıkıntıya düşmemek için– kendi
yetiştirilmesiyle, korunmasıyla, işlerinin görülmesiyle meşgul kılar. Bütün bunlar
küçüğün büyük üzerindeki fiilleridir ve bunun böyle olması, (küçüğün sahip olduğu
ruhani) makamın kuvvetinden dolayıdır, çünkü küçüğün Rabbine olan ahdi
yenicedir, çünkü yeni olmuştur. Ve büyük Allah’tan uzaktır ve Allah’a yakın olan,
Allah’a uzak olanı teshir eder, tıpkı sultana yakın olan seçkin kimselerin uzak
olanları teshîr etmeleri gibi.
Allah’ın Resulü, yağmur yağarken [nüzul] başını açar ve bunu yağmurun Rabbine
olan ahdinin yeni olmasından dolayı yaptığını söylerdi. Ve bu Nebi’nin, Allah’a
ilişkin marifetini nasıl üstün, yüce ve apaçık kıldığına bak! Böylece yağmur,
insanlığın en üstün olanını Rabbine yakın olmaklığıyla teshir etti. Ve bu yağmur,
Nebi’ye gelen Elçi’nin vahiyle inmesi [nüzul] gibiydi ve Nebi’yi, bizatihi haliyle (hal
diliyle) davet etti. Ve Resul (sav), yağmurun Rabbinden getirdiği şey kendisine isabet
edebilsin diye ona kendisini açtı. Eğer kendisine isabet edecek olanda ilahi bir fayda
olmasaydı, kendisini ona açmazdı. Bu risalet, Allah’ın kendisiyle herşeye hayat
verdiği suyun risaletidir. Öyleyse anla!
Ve Musa’nın sandığa konup suya bırakılmasının hikmetine gelince: “Sandık,” onun
beşer olmaklığıdır [nâsut] ve “su,” onun bedeni vasıtasıyla kendisinde ortaya çıkan
ilimdir ve böylesi bir ilmi bahşeden; düşünsel kurgulama, his ve hayal yetileridir —
ve bütün bunlar (yani, düşünsel kurgulama, his ve hayal yetileri) ve bunun benzeri
olan şeyler insanın nefsinde ancak unsurlardan oluşan bedenin varlığıyla ortaya
çıkar. Ve nefs bu bedende ortaya çıktığında ve bedeni çekip çevirmek ve onu
yönetmekle emrolunduğunda, Allah bu yetileri nefs için birer araç kıldı, ki bu
araçlarla nefs, kendisinde Rabb için sekinet olan bu “sandığın” yönetilmesinde
Allah’ın bu yetilerden murad ettiği şeye (yani, Hakk’ın ve halkın varlığını ve
aralarındaki irtibatı bilmeye ve eşyanın hakikatini görmeye ve idrak etmeye)
ulaşabilir. Ve bu yetiler sayesinde kendisinde çeşitli ilimler ortaya çıkabilsin diye
sandıkla suya atıldı. Ve (bu şekilde) Allah, bedeni yöneten ruh her ne kadar
hükümran olsa da, bedeni yönetmesinin ancak bedenle olduğunu Musa’ya bilinir
kıldı. Onu, “sandık” olarak işaret edilen bu “beşer olmaklık”ta bulunan bu yetilerin
sahibi kıldı.
Allah’ın alemi yönetmesi de böyledir; alemi ancak alemle veya onun suretiyle
yönetir. Çocuk kendisini doğuranın var etmesine dayanır [tevakkuf]; sebep olunan
şeyler sebeplere dayanır; koşula dayanan şeyler koşullara; sonuçlar sebeplere;
delillendirilenler delillere; gerçeklenenler kendi hakikatlarına dayanır. Ve alemdeki
bütün bunlar Hakk’ın alemdeki yönetmekliğidir, ve Allah alemi ancak alemle
yönetir.
“Veya onun suretiyle..” deyişimize gelince: Bununla demek istediğim, alemin
suretidir. Ve bununla kastettiğim de Allah’ın adlandırıldığı Güzel İsimleri ve
vasıflandırıldığı yüce sıfatlarıdır. Bize, Allah’ın adlandırıldığı tek bir İsmi
erişmemiştir ki, bu İsmin anlamını ve ruhunu alemde görmemiş olalım. Aynı şekilde,
Allah alemi, ancak alemin suretiyle yönetir. İşte bu nedenledir ki Peygamber
Efendimiz; Zat, Sıfatlar ve Fiiller olan İlahi Hazret’in bütün vasıflarını cem eden
İnsan’ın yaratılışına ilişkin olarak, “Allah Âdem’i, Kendi suretinde yarattı” demiştir
— ve Âdem’in sureti, İlahi Hazret’ten başka bir şey değildir. Ve Allah, (Hazret-i
İlahiye’nin numunesi olan) bu şerefli numunede, yani İnsan-ı Kâmil’de, İlahi
İsimler’in toplamını ve ayrıntılanmış [münfasıl] büyük alemde (suret olarak İnsan-ı
Kâmil’in) kendisi dışında olan bütün bu İsimler’in hakikatlarını varetti; ve Âdem’i
alem’in ruhu yaptı ve suretinin kemalinden dolayı onu ulvi ve süfli şeyleri emri
altına alıcı kıldı. Öyle ki, alemde kendi hamdıyla Allah’ı övmeyen tek bir şey
olmadığı gibi; aynı şekilde, kendi suretinin hakikatını onlara bahşetmiş olmasından
dolayı, bu İnsan’ın emri altında olmayan tek bir şey yoktur. Allahu Teala şöyle
buyurdu: “Gökte olanları ve yerde olanları ve onların içerisindekileri sizin emrinize
verdik” [Casiye Suresi, 45/13] — ve alemde ne varsa, İnsan’ın emri altındadır. Bunu
bilen kimse İnsan-ı Kâmil’dir, cehaletinden dolayı bunu bilmeyen ise insan-ı
hayvan’dır.
Musa’nın bir sandık içerisinde suya bırakılması, görünüşte helak olması iken,
zahirde ve batında ölümden kurtulmasıydı, ve Musa –tıpkı nefsin cehalet
ölümünden ilimle dirilmesi gibi– diri oldu. Yüce Allah’ın dediği gibi, “Biz onu
dirilttik..” –yani ilimle dirilttik– “..ve ona, kendisiyle insanların arasında yürüdüğü
nur verdik..” –ve bu (nur) hidayettir– “..O, karanlıklar içerisinde olan kimse gibi
midir?..” –ve bu (karanlıklar) dalalettir– “..ve o, onun (yani, dalaletin) dışına
çıkamaz” [En’am Suresi, 6/122] yani, sonsuza dek hidayete eremez; çünkü gerçekte
emrin (yani, ilmin) kendi içerisinde bir sonu yoktur ki, orada durabilsin. Hidayet
olunmaklık İnsan’ın hayret’e hidayetidir ve böylece (övülesi hayrete hidayet
olunmuş) bir kimse (durabileceği bir son olmadığındandır ki), emrin (yani, ilmin)
hayret olduğunu bilir. Hayret (durmanın yokluğu sebebiyle olduğu içindir ki),
kıpırdanma ve harekettir, ve hareket hayattır ve onun sükûnu ve ölümü yoktur —
dolayısıyla (hayat olan hayret), içerisinde yokluk [adem] barındırmayan varlıktır
[vücud]. Ve su da (tıpkı ilim gibi) hayat verici olup, yeryüzü [arz] onunla hayat
bulur. Ve O’nun “kıpırdanır..” sözü, yeryüzünün hareketine; O’nun “..kabarır..”
sözü, yeryüzünün yüklenmesine; ve yine O’nun “..herbir güzel çiftten bitirir” sözü,
yeryüzünün –ancak kendisine benzeyeni, yani kendi gibi tabii olan şeyi–
doğurmasına işaret eder [Hac Suresi, 22/5]. Böylece, yeryüzünden [arz] doğan ve
ondan zahir olan şey ile birlikte, yeryüzü [arz] için, ikilik [şef’iyyet] demek olan çiftolmaklık
[zevciyyet] ortaya çıktı. Benzer şekilde, İlahi İsimler’in hakikatlarını talep
eden ve Hak’tan zahir olan alemden dolayı, Hakk’ın varlığı için, çokluk [kesret] ve
İsimler’in “O şöyledir ve böyledir” diye sayılması ortaya çıktı [sabit]. Böylece, (tek
olan Hakk’ın varlığı) alemle birlikte iki [mesna] oldu; ve çokluğun tekliği
[ahadiyetü’l-kesre] buna (yani, tek olan Hakk’ın varlığına) aykırıdır. Hak Teala,
gerçekte, zatından dolayı tek ayn [ahadiyyetü’l-ayn] idi; tıpkı zatından dolayı tek
ayn [ahadiyetü’l-ayn] olan heyulani cevher gibi. Ve heyulani cevher, zatıyla
yüklendiği ve kendisinden zahir olan suretler ile çoktur [kesîr]. Hak da Kendisinden
zahir olan tecelli suretleriyle böyledir (yani, çoktur). Böylece Hak, akledilebilir olan
tek-olmaklık [ahadiyet-i ma’kuliyyet] ile beraber, alem suretlerinin tecelli mahalli
oldu. Allahu Teala’nın, kullarından dilediğine özgü kılarak bildirdiği bu ilahi
öğretimin ne kadar güzel olduğuna bir bak!
Firavun’un ailesi onu suda, ağacın yanında bulduğunda, Firavun ona “Musa” adını
verdi. Kıptîce “mu” su ve “sa” da ağaç demektir. Bu şekilde, onu içinde bulunduğu
şeyle adlandırdı. Çünkü sandık suda ağacın yanında durmuştu. Ve (Firavun)
Musa’nın öldürülmesini istedi. Bunun üzerine, karısı (Asiye) Musa’ya ilişkin olarak
konuştu. Ve Firavun’a söylediği sözde, (kendisine ilham olunan) ilahi konuşma ile
konuştu. Çünkü, Aleyhi’s-selatü ve’s-selam’ın, o ve İmran kızı Meryem için,
erkeklerinki gibi kemale sahip olduklarını teyid eder biçimde bildirdiği üzere, Allahu
Teala onu kemal için yarattı. Musa’ya ilişkin olarak Firavun’a, “O, benim ve senin
için göz aydınlığıdır” [Kasas Suresi, 28/9] dedi. Böyle olunca, onda ortaya çıktığını
söylediğimiz kemal ile, “gözü” Musa’yla aydınlık oldu. (Aynı şekilde) suda
boğulurken, Allah’ın bahşettiği iman sayesinde, Firavun’un da gözünün aydınlığı
oldu. Allah onun canını, içerisinde hiç kir kalmamış bir şekilde tertemiz olarak aldı,
çünkü İslâm önceden olanları siler. Ve ilahi rahmetten hiç kimse ümidini kesmesin
diye, Allah Firavun’u, dilediğine inayet ettiğine ilişkin bir ayet kıldı. Çünkü Allah’ın
rahmetinden ancak kafirler ümit keser. Eğer Firavun ümit kesenlerden olsaydı,
imana gelmezdi. Böylece Musa, Firavun’un karısının kendisi hakkında söylediği gibi
oldu, ki şöyle demişti: “O benim ve senin için göz aydınlığıdır, onu öldürme!
Yakında bize faydası dokunur” [Kasas Suresi, 28/9]. Ve böyle de oldu. Her ne kadar,
o sırada, Firavun’un mülkünü ve ailesini kendi elleriyle yıkıma uğratacak olan nebi
olduğunu bilmiyor da olsalar, Allah onlara Musa ile fayda verdi.
Allah, Musa’yı Firavun’dan koruduğunda, Musa’nın annesi, (oğlunun öldürülmediği
haberini alınca) kalbindeki üzüntüden kurtulmuş olarak sabahladı. Daha sonra,
Allahu Teala kendi annesinin memelerine yönelmesi için, ona süt-nineleri haram
kıldı. Böylece, annesinin sevincini eksiksiz kılmak için, Musa’yı annesine emzirtti.
Şeriat ilmi de böyledir. (Musa’nın ancak annnesinin memesinden süt emerek
beslenmesi gibi, her nebinin ümmeti de ancak kendi şeriatlarının ilmiyle ruhlarını
beslerler ve diğer nebilerin şeriatları o ümmete haram kılınmıştır.) Allahu Teala şöyle
buyurmuştur: “Sizden herbiriniz için Biz bir şeriat ve minhac getirdik” [Mâide
Suresi, 5/48] — ve buradaki “min-hace” sözü, geldiği kaynağı anıştırır bir şekilde
“ondan geldi” demektir. Tıpkı bir ağaç dalının ancak köküyle beslenmesi gibi, bu
kaynak onun (yani, bir nebinin ümmetinden olan kulun) gıdası oldu. Böylece, bir
şeriatta yasaklanan şey, diğer bir şeriatta helal kılındı — yani, surette helal kılındı.
Bununla demek istediğim, (helal kılınan) o şeyin işin aslına bakılırsa, geçmişteki
(haram kılınmış olan) şeyle aynı olmadığıdır, çünkü o, yeni bir yaratılıştır ve tekrar
yoktur. Bundandır ki biz sana tenbih ettik. Buna, Musa’nın süt emmesinin
yasaklamasıyla işaret edilmiştir. Çünkü, onun annesi gerçekte onu emzirendir, onu
doğuran değil. Doğuran anne onu emaneten taşıdı, böylece çocuk ondan doğdu ve
istemsiz olarak annesinin hayız kanıyla beslendi. Bu, çocuğu üzerine minnet etmesin
diye böyledir. Çünkü eğer çocuk bu kanla beslenmeseydi ve bu kan, kendisinden
çıkmasaydı, onu öldürür ve hastalanmasına neden olurdu. Böylece, bu kan ile
beslenmekle, cenin’in annesi üzerinde minneti sözkonusudur. Çünkü çocuk, bu
kanla beslenmekle, annede kaldığında ve dışarı atılmadığında veya cenin tarafından
besin olarak alınmadığında, annesine gelebilecek olan zarardan korudu. Halbuki
emzirenin durumu farklıdır, çünkü süt vermekle çocuğun hayatını ve varlığını
sürdürmesini dilemiştir. Kendisini doğurandan başka bir kadının, onu doğuran
üzerinde bir üstünlüğü olmasın ve çocuğunun eğitimiyle gözü aydın olsun,
kucağında onun büyümesine şahid olsun da üzülmesin diyedir ki Allah, Musa’nın
emzirilmesini, kendisini doğuran anneye vermiştir.
Ve Allah Musa’yı (kendi beşer olmaklığı olan) sandığın sıkıntısından kurtardı. Musa,
her ne kadar tabiatın dışına çıkmadıysa da, Allahu Teala’nın ilahi ilimden kendisine
verdiği şeyle tabiat karanlığını yırttı. Ve Allah, başına getirdiği [mübtela] şeye kendi
nefsinde gösterdiği sabır gerçeklensin diye, onu birçok ortamlarda sınadı.
Allahu Teala’nın Musa’nın başına getirdiği [mübtela] ilk şey, Allah’ın verdiği ilhamla
ve onun sırrında verdiği güçle [tevfik] –kendisi bunun böyle olduğunun bilincinde
olmaksızın– Kıbtî’yi öldürmesidir. Ama, Rabbinin emri gelinceye kadar beklememiş
olmakla birlikte, onu öldürmüş olmaktan sıkıntı duymadı. Çünkü nebi, kendisine
bildirilinceye kadar, (yaptığının) bilincinde olmadığından dolayı, batında
masumdur. Ve işte bundandır ki, Hızır ona çocuğun öldürülmesini gösterdi. Musa
çocuğun öldürülmesini doğru bulmadı ve kendisinin Kıbtî’yi öldürmüş olduğunu
hatırlamadı. Bunun üzerine Hızır ona şöyle dedi: “Bunu kendiliğimden yapmadım”
[Kehf Suresi, 18/82]. Bu sözle, Musa’yı kendi mertebesinden, yani Kıbtî’yi İlahi
Emir’le öldürmüş olduğundan haberdar etti — çünkü nebi, bunun bilincinde olmasa
bile, (nebi olmaklığıyla) işin aslında yaptıklarında masumdur.
Hızır ona geminin delinmesini de gösterdi. Bu, zahirde helak ve batında ise
gasbedicilerin [gasıb] elinden kurtulmaktır. Ve Hızır bunu, Musa’nın kendisini dört
bir yandan saran suya bırakıldığı, ve zahiri helak ve batını kurtuluş olan sandığa
nazire olarak yaptı. Ve annesi, gasbedici [gasıb] Firavun’un, Musa’yı elinden zorla
alıp, onu kendi gözleri önünde öldüreceği korkusuyla bunu yaptığında, Allah böyle
yapmasını, kendisi bunun bilincinde olmaksızın, ona vahy etti. Ve Musa’yı (günün
birinde) emziriyor olacağı içine doğdu. Ve (eğer yanında kalacak olursa) Musa’nın
öldürüleceği korkusuyla, onu sulara bıraktı. Ve atasözünde denildiği gibi, “Göz
görmeyince gönül katlanır.” Dolayısıyla, Musa’nın başına gelecekleri kendi gözüyle
görme korkusuyla korkmadı, ve ona ilişkin olarak gözün görmesinin üzüntüsüyle
üzülmedi. Ve günün birinde Allah’ın onu kendisine geri vereceği yolundaki hüsn-ü
zan kendisinde baskın çıktı ve kendisindeki bu zanla yaşadı. Ve ümit, korku ve
üzüntüye karşıttır. Kendisine ilham olunduğunda, “belki de bu, Firavun’un ve
Kıbtîler’in helakının kendi eliyle olacağı resuldür” dedi ve bu zanla yaşayıp mutlu
oldu. Ve bu zan, işin aslında (kendisine ilham olunmuş bir) ilimdir.
Daha sonra Musa, peşine düşüldüğünde, zahirde korktuğundan, ama mânada
kurtuluşu sevdiğinden [hubb], kaçarak orayı terketti. Ve gerçekte hareket, her zaman
için, sevgidir [hubb] ve bundan ibarettir; hareketi görenin (hareketin sevgi olduğuna)
perdeli olması, hareketin sebebi olarak başka şeyler görmesidir ve hareketin sebebi
bunlar değildir. Çünkü, gerçekte hareket, alemin, sükun içerisinde bulunduğu
yokluktan [adem] varlığa [vücud] hareketidir. Böylece, alemin varlığından ibaret
olan hareket, sevgi [hubb] hareketidir. Ve Resulallah (sav), “Ben gizli bir hazineydim,
bilinmeye muhabbet ettim” sözüyle hiç kuşkusuz buna işaret etmiştir. Bu muhabbet
olmasaydı, alem kendi ayn’ında zahir olmazdı. Böylece, alemin yokluktan [adem]
varlığa [vücud] hareketi, Yaratıcı’nın sevgisinin [hubb] varlığa doğru hareketidir. Ve
kendisinde yokluğun değişmezliğini [sübut] müşahede etmiş olan alem de aynı
şekilde, kendini varlık olmaklığında müşahede etmeyi sever. Ve onun değişmez bir
yokluktan her bir yönden varlığa hareketi, Hak’tan ve kendinden doğru bir sevgi
hareketi oldu. Ve kemal kendisi için sevilir. Ve Hak Teala’nın Kendisine ilişkin ilmi,
Kendisi alemlerden gani olduğundan dolayı, ancak Kendisine aittir. Ve O’nun için
geri kalan şey, alemin aynları olan bu aynlardan ortaya çıkan hâdis ilimle, ilim
mertebesinin tamamlanmasıdır. Ve alemin aynları varolduklarında, kemal sureti,
hâdis ve kadim ilimle zahir olur. Dolayısıyla, ilim mertebesi iki yön ile kâmil olur.
Aynı şekilde, (alemin aynları ile birlikte) varlık mertebeleri de kâmil olur. Çünkü,
kimi varlıklar ezelî olduğu halde, kimisi de ezelî değildir. Ezelî olan varlık, Kendi
nefsiyle varolan Hakk’ın varlığıdır. Ve ezelî olmayan varlıklar ise, değişmez alem
suretlerindeki Hakk’ın varlığıdır, ve bu varlıklar hâdis olarak adlandırılırlar, çünkü
bunların kimisi, kimi diğerlerine zahir olur. Böylece O, alem suretlerinde Kendini
zahir kılar ve varlığı kemale erdirir. Böylece, alemin hareketi kemale duyulan
sevgiden oldu. Bunu anla!
Görmez misin ki O, alem olarak adlandırılanın ayn’ındaki etkilerinin zuhurunun
yokluğundan dolayı İsimler’de olan şeye (yani, darlık ve sıkıntıya), İlahi İsimler’den
nasıl Nefes verdi. Ve böylece rahat, Hak için sevilen oldu — ama bu rahata ancak
ulvi ve süfli suretlerin varlığıyla erişti. Ve hareketin sevgi için olduğu kesinlendi,
öyle ki, oluşta [kevn] sevgiye nisbeti olmayan bir hareket yoktur. Ve bunu alimlerden
kimisi bilir, kimi alimler ise nefslerine egemen olan görünürdeki yakın-sebeple
örtülmüşlerdir.
Kıbtî’nin öldürülmesinden sonra Musa’da korku görüldü, ama bu korku,
öldürülmekten kurtulmaya sevgi duymasıydı. Böylece korktuğu şeyden kaçtığında,
aslında Firavun’dan ve onun yapacaklarından kurtulmaya duyduğu sevgiyle kaçtı.
İşte bu nedenledir ki, o anda, kaçışının sebebi olarak, görülen en yakın sebebi
söyledi. Gösterdiği bu yakın sebep (yani, korku) beşerin bedensel sureti gibidir ve
kurtulmaya duyulan sevgi, bedeni yöneten ruhun, bedeni içermesi gibi, bu yakın
sebebi içerir.
Nebiler, hitaplarının genele yönelik olmasından ve kendilerini işiten alimlerin
anlayışlarına güvendiklerinden dolayı zahir diliyle söz söylerler ve genelden (yani,
genel anlayış düzeyinden) başkasına itibar etmezler. Nitekim Resul (sav), sadaka
vermeye ilişkin şu hadisinde bu mertebeye işaret etmiştir: “Kendisinden daha fazla
sevdiklerim olduğu halde, Allahu Teala’nın ateşe atacağından korktuğum kimseye
veririm.” Dolayısıyla, kendilerinde tamah ve nefsani tabiat egemen olan aklı ve
basireti zayıf kimselere itibar etti. Böylelikle resuller, ilim olarak getirdikleri ne varsa,
daha derinine inemeyenler kaftan [hil’at] (yani, zahirî ifade) düzeyinde
anlayabilsinler diye, bu ilmi en alt düzeydeki anlayışa bürüyerek getirdiler. Böylesi
kimseler, “bu ne kadar güzel bir kaftan!” derler ve bunu anlayışın son noktası olarak
görürler. Öte yandan, hikmet incilerini bulmak için derinlere dalan incelikli düşünce
sahibi kişi, “Bu kimse (yani, peygamber) hangi sebeple sultan tarafından bu kaftana
layık görüldü?” der. Ve kaftanın değerine ve onun giysiler arasındaki derecesine
bakar ve buradan, bu kaftana büründürülmüş olanın değerini bilir. Böylelikle,
kendisinden başkalarınca benzerine erişilmemiş olan bir ilme erişir. Resuller ve
nebiler ve onların tahkik ehli vârisleri, alemde ve kendi ümmetleri arasında bu
mertebede olan kimseler bulunduğunu bildiklerinden, ifadelerinde hem seçkinlerin
[havas] hem de avamın anlayabileceği zahir dili ile konuştular. Ve seçkinler, avamın
anladığını ve bundan fazlasını anlarlar ve bundandır ki, onlara “seçkin” denmesi
yerinde olur ve böylelikle bununla avamdan ayrılırlar. Böylece, ilimleri tebliğ edenler
(yani, resuller, nebiler ve vârisler), bu zahir diliyle yetindiler. İşte Musa’nın, “Ben
sizden, selamet ve afiyeti sevdiğim için kaçtım” değil de, “Ben sizden, korktuğum
şey dolayısıyla kaçtım” [Şuara Suresi, 26/21] demesindeki hikmet budur.
Ve Musa (Mısır’dan kaçıp) Medyen’e geldiğinde, (Şuayb aleyhisselam’ın çocukları
olan) iki genç kız gördü. Ücretsiz olarak onların hayvanlarını (kuyudan su çekerek)
suvardı ve sonra ilahi gölgeye sığındı. Ve şöyle dedi: “Ey Rabbim, doğrusu bana
indireceğin her hayra muhtacım” [Kasas Suresi, 28/24]. Böylece suvarma işiyle,
Allahu Teala’nın kendisine bağışlamış olduğu hayrı birledi ve nefsini, hayrın Kendi
indinde olduğu Allah’a muhtaç olmaklıkla niteledi. Hızır, Musa’ya duvarı ücretsiz
olarak yeniden-örmeyi gösterdiğinde, Musa ona böyle yapmasından (yani, duvarı
ücretsiz örmesinden) dolayı itiraz etti. Bunun üzerine Hızır, Musa’ya ücret
almaksızın hayvanları suvarmış olduğunu hatırlattı. Hızır, buna benzer başka şeyler
de gösterecekti, ama (Musa’nın sabırsız olmasından dolayı) bunlardan sözetmedi.
Bundandır ki, Resulallah (sav), ikisi arasında geçenlere ilişkin olarak Hızır’ın (daha
başka şeyler de) anlatması için Musa’nın sessizliğini koruyup itiraz etmemiş
olmaklığını temenni etti. Bununla, Musa’nın yapmış olduğu şeyi (yani, Kıbtî’yi
öldürmüş olmasını), buna ilişkin bir ilmi olmaksızın yapmış olduğu bilindi. Çünkü
ilmi olsaydı –Allah’ın övgü ve doğrulamayla şehadet ettiği Hızır’a– kendi yapmış
olduğu şeylerin benzerini yapmış olmasından dolayı itiraz etmez, Hızır’ın bu yapmış
olduklarını inkar etmezdi. Ama Musa, Allah’ın övdüğü ve kendisini tabi kıldığı
Hızır’ın şart koştuklarını unuttu [gaflet] — ama Allah’ın emrini unutmuş isek, bu,
Allah’ın bize rahmetinden dolayıdır. Eğer Musa, bunu (yani, Hızır’ın ilmini) bilseydi,
Hızır ona, “bilmediğin şeye..” [Kehf Suresi, 18/68] yani “deneyimlemediğin şeye..”
demezdi. Ve bu, “Ben senin deneyimlemediğin bir ilme sahibim; aynı şekilde sen de
öyle bir ilme sahipsin ki, ben de onu bilmem” demeye gelir. Ve bu şekilde Hızır,
adaleti gözetti.
Ve Hızır’ın Musa’dan ayrılmasındaki hikmet, Allah’ın Resul hakkında, “Resul’ün
getirdiğini alınız ve onun sakındırdığından sakınınız” [Haşr Suresi, 59/7] buyurmuş
olmasındandır. Resulün ve risaletin değerini bilen ehlullah –yani, Allah’ı bilenler– bu
söz karşısında durdular. Ve Hızır, hiç kuşkusuz, Musa’nın resul olduğunu biliyordu.
Böyle olunca, resule karşı edebin gereğini yerine getirmek için, ondan geleni
gözetmeye başladı. Musa Hızır’a, “Eğer bundan sonra sana bir kez daha bir şey
soracak olursam, benimle arkadaşlık etme” [Kehf Suresi, 18/76] diyerek onu
kendisiyle arkadaşlık etmekten sakındırdı. Ve Musa üçüncü kez itiraz edince, o
zaman, Hızır ona, “İşte bu, seninle benim aramda ayrılıktır” dedi [Kehf Suresi,
18/78]. Ve Musa onu vazgeçirmeye çalışmadı ve ondan kendisiyle arkadaşlığı
sürdürmesini istemedi. Çünkü Musa, Hızır’ı kendisiyle arkadaşlık etmekten
sakındıran kendisindeki risalet rütbesinin değerini biliyordu — böylece, Musa sessiz
kaldı ve ayrılık gerçekleşti.
İmdi sen, bu iki kişinin ilimde nasıl bir kemale sahip olduklarına ve ilahi edebin
gereğini nasıl yerine getirdiklerine bak! Hızır’ın Musa’ya, “Ben, Allah’ın bana
öğretmiş olduğu öyle bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin ve sen de Allah’ın sana
öğretmiş olduğu öyle bir ilme sahipsin ki onu da ben bilmem” diyerek, Musa
karşısında kendi durumunu kabullenişine ve gözettiği adalete bak! Ve Hızır bu
sözleriyle, onun mertebesinin yüceliğini bildiği ve kendisi böylesi bir mertebeye
sahip olmadığı halde, “Sen deneyimleyerek kavramadığın şeye nasıl
sabredebilirsin?” diyerek incitmiş olduğu Musa’nın gönlünü aldı. Ve bu (üstünlük
kıyaslaması nisbeti), Muhammed (sav) ümmetinde, hurma ağaçlarının aşılanması
hadisesinde zahir oldu. Resulallah (sav) ashabına, “Siz dünya işlerini benden daha
iyi bilirsiniz” buyurdu. Hiç kuşkusuz, bir şeyi bilmek, bilmemekten iyidir — ve
bundandır ki Allahu Teala, Kendini, “O her şeyi bilendir” [Bakara Suresi, 2/29]
sözüyle övdü. Resulallah (sav), ashabının dünya işlerinde kendisinden daha bilgili
olduğunu kabullendi, çünkü kendisinin dünya işleri konusunda enine boyuna bir
ilmi yoktur. Çünkü dünya işlerini bilmek bunları deneyimlemeyi [zevk] ve
yaşantılamayı [tecrübe] gerektirir. Ve Resul (sav) bunun ilmiyle uğraşmadı. O,
önemlilerin en önemlisiyle uğraştı. İmdi, seni en büyük edebden haberdar kıldım.
Eğer nefsini bu edebe uyarlayacak olursan, bundan fayda bulursun.
Ve Musa’nın, “Rabbim bana hüküm verme kudreti bağışladı..” sözünden kastedilen
halifeliktir ve “..beni kitap getiren peygamberlerden kıldı” [Şuara Suresi, 26/21]
sözünden kastedilen ise risalettir. Ve her resul, halife değildir. Halife, kılıç ve
hükümranlık sahibidir, ama resul böyle değildir — kendisine gönderilmiş olan
neyse, ancak onu bildirir. Eğer bunun için savaşır ve onu kılıçla korursa, bu kimse
hem halife hem de resuldür. Nasıl ki her nebi, resul değilse; her resul de halife
değildir — çünkü resullere mülk ve bu mülk üzerinde hükmetmeklik verilmemiştir.
Firavun’un Musa’ya, (“Alemlerin Rabbi nedir?” diyerek) Allah’ın mahiyetini
sormasındaki hikmete gelince: bu soruyu cehaletinden dolayı değil, ama Rabb’i
tarafından resul olarak gönderildiğini iddia eden Musa’nın bu konuda doğru
söyleyip söylemediğini sınamak için sordu. Firavun resullerin sahip oldukları ilmin
mertebesini bilen bir kimseydi, öyle ki, onun cevabından iddiasında doğru olup
olmadığını çıkarabilirdi. Ve orada hazır bulunanlardan dolayı çifte anlamlı bir soru
sordu; böylelikle kendisi sorduğu soruya aldığı karşılıktan Musa’nın doğru söyleyip
söylemediğini anlayabilecekken, orada hazır bulunanlar bunu anlamayacaklardı. Ve
Musa cevap verdiğinde, işin hakikatını bilenlere göre cevap verdi. Bunun üzerine
Firavun, kendi konumunu korumak için, Musa’nın kendisine sorulan soruya cevap
vermediğini gösterdi. Ve anlayışlarının kıt olmasından dolayı, orada bulunanlar için
Firavun’un Musa’dan daha bilgili olduğu besbelli oldu — çünkü Musa Firavun’a
mahiyetten farklı bir cevap verdi. Ve görünüşe göre bu, kendisine sorulan sorunun
cevabı değildi. Ama Firavun, hiç kuşkusuz, Musa’nın ancak bu şekilde cevap
verebileceğini biliyordu. Ve ashabına, “Size gönderilen resulünüz gerçekte delidir”
[Şuara Suresi, 26/27] yani, “Benim kendisine sorduğum sorunun cevabı ona
örtülüdür. Çünkü o şeyin (yani, Hakk’ın zatının) bilinmesi asla tasavvur edilemez”
dedi (ve böylece halkına karşı daha alim olduğunu gösterirken, Musa’nın risalet
davasında doğru söylediğini –onlar anlamaksızın– tasdik etti).
Mahiyete ilişkin bir soru, hakkında soru sorulan ve kendi nefsinde bir hakikat üzere
olması gereken şeyin hakikatine ilişkin bir soru olduğundan, yerinde bir sorudur.
Cins ve ayrımdan [fasıl] oluşan tanımlar, kendisinde başkalarıyla ortak nitelikler
taşıyan her şey için geçerlidir. Ama cinsi olmayan bir şeyin (yani, Hakk’ın), başkaları
için sözkonusu olmayan bir hakikat üzere olması gerekir. Dolayısıyla, soru ehl-i
Hakk’a, doğru ilme ve akl-ı selime göre doğrudur. Ve bu sorunun cevabı da, ancak
Musa’nın Firavun’a verdiği cevap olabilir. Ve Musa’nın, Zat’ın tanımını soran
kimseye O’nun fiillerinden cevap vermesinde büyük bir sır vardır. Bu şekilde, Zat’ın
tanımını –alem suretlerinde zahir kıldığı veya alem suretlerinden Kendisini zahir
kılan– Kendi sıfatıyla aynı kıldı. Ve şunu demeye getirdi: “Eğer kesin bilgi sahibi
iseniz –o zaman bilirsiniz ki– O, ulvi olandaki –ki bu semadır– ve süfli olandaki –ki
bu da arzdır– alem suretlerini Kendisinde zahir kılan veya bu suretlerin kendisiyle
Zahir olandır.” (Bu cevap üzerine) Firavun, ashabına dönerek, “O hiç kuşkusuz
delidir” [Şuara Suresi, 26/27] dedi — ki bunun anlamını yukarıda açıklamıştık. Ve
sonra, Musa kendi ilahi ilimdeki mertebesini Firavun bilebilsin diye ve onun bunu
anlamış olduğunu bildiğinden sözlerine şunu da ekledi: “O, doğunun ve batının..” –
yani, zahirin ve bâtının– “..ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir” [Şuara Suresi,
26/28]. Böylece O, “her şeyi bilendir” [Hadîd Suresi, 57/3]. “Eğer aklederseniz
[Şuara Suresi, 26/28] sözü de, “Eğer kayıtlayıcı iseniz..” anlamına gelir — çünkü akıl,
kayıtlamadır.
Musa’nın verdiği ilk cevap, kesinlik sahiplerinin [ehl-i yakin] cevabıdır — ki onlar
keşf ve varlık ehlidir (yani, onlar, Hakk’ın bir olan varlığını her şeyde ve kendi izafi
varlıklarında müşahede edenlerdir). Bundandır ki Musa, “Eğer kesinlik sahibi
iseniz..” dedi [Şuara Suresi, 26/24] — yani “eğer keşf ve varlık sahibi iseniz, size
şuhudunuzda ve varlığınızda kesin kıldığınız şeyi bildirdiğimi anlarsınız; yok eğer
akıl ve kayıtlama ehli olup, aklınızın size verdiği delillerle Hakk’ı özgülleştirirseniz
[hasr], buna karşılık olarak ben de size ikinci cevabımı veririm.” Böylece Musa,
üstünlük ve doğruluğunun Firavun tarafından bilinebilmesi için, bu iki vecih ile
zahir oldu. Ve Musa, ona vereceği cevabı hemen anlayacağını veya anlayabilecek
durumda olduğunu biliyordu. Bunun sebebi, Firavun’un “mahiyet”i sormuş
olmasıdır ve Musa, “nedir?” sorusunun (yani, cins ve ayrımdan oluşan) bildik
terimler üzere olmadığını bilmesindendir ki, Firavun’un bu sorusuna cevap verdi.
Eğer Musa, bundan başka bir şey anlamış olsaydı, sorusunu hatalı bulurdu (ve bir
cevap vermezdi). Ve Musa, hakkında soru sorulanı, alemin ta kendisi [ayn] olarak
ortaya koyunca, Firavun da kendisine aynı dil (yani, tevhid dili) ile seslendi — ama
orada bulunanlar bunu anlamadılar. Ve Firavun Musa’ya şöyle dedi: “Benden
başkasını ilah edinecek olursan, ben seni hapsedilmişlerden kılarım” [Şuara Suresi,
26/28]. Burada (“hapis” “zindan” anlamındaki) “sicn” sözcüğünde bulunan “s” harfi
artık-harftir [harf-i zaid]. Böylece bu artık-harf kaldırıldığında Firavun’un sözü şöyle
bir açılım kazanır: “Seni örterim [“cenn”]. Çünkü sen, benim bu şekilde bir söz
söylememi haklı çıkaran bir cevap verdin. Eğer bana, ‘Vaadettiğin şeyle (yani, beni
hapsedilmişlerden kılacağını söylemekle) cehaletini açığa vurdun; ayn bir olduğu
halde (ikimiz arasında) nasıl ayrım gözetebilirsin?’ diye soracak olursan, sana şöyle
derim: Ben sadece ayn’ın mertebeleri arasında bir ayrım gözetiyorum. Ayn
ayrımlaşmadı ve kendinde bölümlenmedi. Ve ey Musa, şu anda benim rütbem bilfiil
sana tahakküm etmektedir. Ve ben ayn itibarıyla senim, ama rütbe itibarıyla senden
başkayım.”
Musa, Firavun’un söylediklerinden bunları demeye getirdiğini anlayınca, “Sen buna
güç yetiremezsin” diyerek ona hakkını verdi. Ve Musa’nın üzerinde güç sahibi
olması ve gücünün etkisini Musa’da zahir kılması, Firavun için kendi rütbesinin
göstergesiydi. Çünkü Hak, zahirde Firavun’un rütbesindeydi. Ve bundan dolayı da
Firavun, bulunulan mecliste, Musa’nın zuhur ettiği rütbe üzerine tahakküm etme
gücüne sahipti. Ve Musa, Firavun’un kendisine yönelik saldırısına engel olan şeyi
(asasını) göstererek, ona, “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” [Şuara Suresi,
26/30] dedi. Firavun ise buna karşılık olarak ancak, “Eğer sözünün eri isen onu getir”
[Şuara Suresi, 26/31] diyebildi; çünkü kavminden aklı kıt kimselerin karşısında
insafsız görünmemek istiyordu. Eğer böyle yapmayacak olursa, kavmi kendisinden
(kendisinin ilah olduğundan) kuşkuya düşecekti. Ki onlar Firavun’un aşağıladığı
[ihanet] bir topluluktu. Ona itaat ediyorlardı ve hiç kuşkusuz dalalet içerisindeydiler,
yani, Firavun’un zahir diliyle (“Ben sizin yüce rabbinizim” diyerek) iddia ettiği
rablığını, doğru akıl yürütmenin [akl-ı sahih] vardığı sonuçla inkar edebilecekleri bir
akıldan yoksundular. Çünkü, akıl için sınır vardır. Keşf ve kesinlik [yakin] ehlinden
olanlar bu sınırı aştıkları zaman, akıl ehli olanlar bu sınırda dururlar (ve daha ileriye
gitmezler). Ve Musa, bundan dolayıdır ki, (Firavun’un sorusuna karşılık olarak) hem
kesinlik sahiplerinin [mukın] hem de ancak akıl sahibi olanların kabul edebileceği
cevabı verdi.
Ve Musa, asasını yere attı. Ve, Musa’nın davetine uymaktan sakınmasında,
Firavun’u Musa’ya karşı asi kılan şeyin (yani, kendi nefs-i emmaresinin) sureti olan
bu asa, birdenbire herkes tarafından görülen bir yılan oluverdi. Böylece çirkin olan
isyan [masiyet] itaate, yani güzelliğe dönüştü. Nitekim Allahu Teala, “Allah onların
kötülüklerini değiştirerek güzelleştirir” [Furkan Suresi, 25/70] buyurmuştur —
değiştirir, yani hükümde. Ve hüküm, burada, bir-olan-cevherde [cevher-i vahid]
birbirinden ayrışık aynlar olarak zahir oldu. Böylece o, aynı zamanda hem bir asa
hem de apaçık bir yılandır. Ve o, apaçık bir yılan olması itibarıyla yılanları, ve asa
olması itibarıyla da asaları (yani, büyücülerin asalarını) yuttu. Ve böylelikle
Musa’nın delili [hüccet] Firavun’un asalar, yılanlar ve ipler suretindeki delilleri
üzerinde zahir oldu. Büyücülerin ipleri olmasına karşılık, Musa’nın ipi yoktu ve ip
“tepecik” demektir. Yani onların gücü Musa’nınkine nisbetle yüce dağlar
karşısındaki tepecikler gibidir.
Büyücüler bunu görünce, Musa’nın sahip olduğu ilim mertebesini anladılar ve
bunun, gerçekte hayal ve zan barındırmayan hakiki ilimle ayrıcalıklanmış bir beşerin
sahip olabileceği bir kudretle olabileceğini gördüler ve böylece, “Alemlerin Rabbine,
Musa ve Harun’un Rabbine” [Şuara Suresi, 25/47-48] yani Musa ve Harun’un davet
ettikleri Rabb’e iman ettiler — ve bunu orada bulunanlara tam da bu şekilde ifade
ettiler, çünkü biliyorlardı ki, Firavun kavmi, Musa’nın davetinin Firavun’a
olmadığını bilmektedir.
Ve Firavun, kılıç zoruyla halife olup, örf-i şer’ide zor kullanan biri de olsa, tahakküm
konumunda zamanın sahibi olduğundan, “Ben sizin yüce rabbinizim” [Naziat
Suresi, 79/24] dedi — yani, “her ne kadar belli bir bakımdan herkes birer rabb ise de,
benim sizin üzerinizde tahakkümümün zahir olmasıyla bana verilen şeyden dolayı
bütün bu rabblerin en yücesi benim” dedi. Ve büyücüler Firavun’un kendilerine
söylediği bu sözün doğru olduğunu bildiklerinden, onu inkar etmediler. Ve onun bu
sözünü doğrulayarak şöyle dediler: “Sen ancak bu dünya hayatında
hükmedebilirsin. O halde, ne hüküm vereceksen ver; devlet senindir” [Naziat Suresi,
79/24]. Ve böylece Firavun’un, “Ben sizin yüce rabbinizim” sözü doğrulanmış [sahih]
oldu. Ve her ne kadar, Hakk’ın ayn’ı ise de, suret Firavun içindir. Ve Firavun’un batıl
suretinde Hakk’ın ayn’ı, büyücüleri, ancak böylesi bir sebeple erişebilecekleri
mertebeye ulaşmaları için, ellerini ve ayaklarını keserek astı. Çünkü, sebeplerin
ortadan kalkmasının hiçbir şekilde yolu yoktur ve bu, sebepleri gerekli kılanın
değişmez aynlar olmasından dolayı böyledir — ve bu değişmez aynlar varlıkta ancak
suretler yoluyla, yani şeylerin kendi değişmezlikleri içerisinde kendilerinde
bulundurdukları ne ise ona göre biçimlenen suretler yoluyla zahir olurlar. Bundandır
ki, “Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur” [Yunus Suresi, 10/65]. Ve Allah’ın
kelimeleri, mevcud aynlardan [ayan-ı mevcudat] başka bir şey değildir. Böylece,
değişmezliklerinden dolayı Allah’ın kelimelerine önceden olmaklık [kıdem] nisbet
olunurken; varlıkları ve zuhurları dolayısıyla da onlara sonradan olmaklık [hudüs]
nisbet olunur. Bu tıpkı bir kimsenin, “Bugün bize bir adam veya bir misafir
çıkageldi” dediğinde, bu adam bugün çıkageldi [hadis] diye, bu adamın
çıkagelmesinden önce bir varlığı olmamasının gerekmemesi gibidir. Aynı şekilde
Allahu Teala, yüce kelamında –ki bu kadîm bir kelamdır– şöyle buyurdu: “Onlara
Rabblerinden yeni bir kelam gelse [kelam-ı muhdes] dinleyip, hemen alaya alırlar”
[Enbiya Suresi, 21/2]. Ve yine şöyle buyurdu: “Onlara Rahman’dan yeni bir kelam
gelse, ondan yüz çevirirler” [Şuara Suresi, 26/5]. Ve rahmet, ancak rahmetle gelir ve
rahmetten yüz çeviren azaba yönelir ve azap da rahmetin yokluğundan başka bir şey
değildir.
Ve Allah’ın, “Yunus kavmi müstesna, azabımızı gördüklerinde iman etmeleri
kendilerine bir fayda vermez; Allah’ın kulları hakkında süregelen adeti budur”
[Yunus Suresi, 10/98] sözüne gelince: bu söz, azabı görenlerin imanının kendilerine
ahirette fayda vermeyeceğine işaret etmez. Yüce Allah’ın bundan murad ettiği şey,
onlardan azabın bu dünyadayken kaldırılmayacağıdır. Böylelikle, Firavun iman
ettiği halde azaba uğradı. Eğer, eceli geldiğinde ölümünün kesin olduğunu bilen bir
kimsenin içinde bulunduğu durumda olsaydı, bu böyle olurdu. Ama, hal karinesi,
Firavun’un öleceğinin kesin olduğunu bilmediğine işaret eder. Çünkü, müminlerin,
Musa’nın asası ile denize vurmasıyla, denizde açılan kuru yol üzerinde
yürüdüklerini gördü. Ve Firavun iman ettiği sırada, helak olacağının kesin olduğunu
bilmiyordu — tıpkı, ölüm anında bulunanların tersine, ölümün kendisine
dokunmayacağını uman kimseler gibi. Dolayısıyla Firavun, ölümün değil,
kurtuluşun kesin olduğunu düşünerek, İsrailoğulları’nın inandığına inandı. İmdi,
kesinlik sahibi olduğu şey (yani, kurtuluş) gerçekleşti — ama dilemiş olduğundan
farklı bir şekilde. Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardı ve bedenini korudu
— ve O, buna ilişkin olarak şöyle buyurmuştur: “Ardından gelenlere bir delil olsun
diye bugün seni bedeninle kurtaracağız” [Yunus Suresi, 10/92]. Çünkü, eğer Firavun,
suretiyle görünmez olsaydı, kavmi “O gizlendi” diyebilirdi. Ama, bilinen suretiyle
ortaya çıkınca, ölmüş olduğu bilindi. Böylece kurtuluşu, hem (ruhunun beden
karanlığından kurtulmasıyla) duyumsal olarak hem de (ruhunun ahiret azabından
kurtulmasıyla) manen genel oldu. Kendileri için ahiret azabı sözü [kelime] zorunlu
[vacib] olanlar, kendilerine bütün ilahi ayetler verilse bile, bu azabı görmedikçe iman
etmeyenlerdir. Öyleyse, Firavun bu sınıftan değildir. Ve bunun böyle olduğu
vahyedilen Kitap’ta apaçık olarak belirtilmiştir. Böylece, biz deriz ki, onun (imanı)
hakkındaki iş Allah’a aittir. Çünkü halkın geneli onun isyankarlığı [şekavet]
konusunda hemfikirdir — halbuki, bu konuda dayanabilecekleri hiçbir delilleri
[nass] yoktur. Firavun’un halkına gelince, onlar hakkındaki hüküm başkadır — ama
bundan söz etmenin yeri burası değildir.
Ayrıca şunu bil ki, Allahu Teala ölmek üzere olan bir kimsenin canını ancak,
kendisine (o anda) gelen ilahi haberi doğrulayan bir mümin olarak alır. Bundandır
ki, ani ölüm ve habersizken öldürülmek kötü bir şey kabul edilmiştir. Ani ölüm,
nefesin verilmesi ve alınamaması demektir — işte ani ölüm budur ve bu, ölmek
üzere olan bir kimsenin durumundan farklıdır. Habersizken öldürülmek de tıpkı ani
ölüm gibidir — farkında olmaksızın arkasından boynu vurulur. Ve bu şekilde
öldürülen bir kimse (öldürüldüğü anda) içinde bulunduğu hal neyse o şekilde, kafir
veya mümin olarak ölür. Bundandır ki, Resulallah (sav), “İnsan bulunduğu hal ne ise
o şekilde öldüğü gibi, hangi halde öldüyse o şekilde haşrolunur” buyurmuştur.
Ölmek üzere olan kimseye gelince: Bu halde olup da şuhud sahibi olmayan kimse
yoktur ve (o anda) gördüğü neyse ona iman eder ve ancak bu hal üzere (yani,
gördüğü şeye iman etmiş olarak) ölür. Çünkü (yukarıdaki Hadis’in Arapçasında
geçen) “kane” (yani, “oldu”) varlıksal bir kelimedir [harf-i vücudî] ve zaman ile
ilişkilenmesi ancak hal karinesi yoluyla olur. O halde, ölmek üzere olduğunu bilerek
ölen kafirle, yukarıda açıkladığımız şekilde ansızın ölen veya habersizken öldürülen
kafir arasında ayrım gözetilir.
Ve Allah’ın ateş suretinde tecelli edip Musa’yla (ateş suretinde) konuşmasının
hikmetine gelince: Musa ateş arıyor olduğundan, kendisine yönelsin ve yüz
çevirmesin diye, bu talep ettiği şeyde tecelli etti. Eğer peşinde olduğu şeyden başka
bir suret içerisinde tecelli etseydi, özel olarak talep ettiği şeye vargücüyle yönelmiş
olduğundan, bundan yüz çevirirdi. Ve yaptığı şeye ilgisinden dolayı yüz çevirseydi,
Hak da ondan yüz çevirirdi. Ama Musa, arınmıştır ve (Hakk’a) yakındır. Ve her kim
O’na yakınsa, o kimseye kendisi farkında olmaksızın, aradığı şeyin suretinde tecelli
eder.
Musa O’nu ateş olarak gördü — bu aradığı şeydi.
Ama o İlah’tı, Musa bunu bilmedi.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın