Mülk ve Melekût
“Gerçek tasarruf anlamında melekût, bir tasavvuf ıstılahı olarak sıfatlar, özellikle ilahî sıfatlar için kullanılır. Allah’ta, sıfatları vasıtasıyla tasarrufta bulunmak üzere bir melekût vardır. Allah, kâinat üzerindeki tasarrufunu sıfatları aracılığıyla gerçekleştirir. Bu nedenle, tasarrufun gerçekleşmesinde vasıta durumunda bulunan sıfatlara, bu anlamda, melekût demek mümkündür. Allah’ın ezelî sıfatları için söz konusu olan melekûta, en yüce melekût (el-melekutü’l a’la), bunların dışında kalanlarda söz konusu olan melekûta ise (el-melekûtü’l-ednâ) denmiştir. (et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, II/1339)Gayb, bâtın, emir, lâhûtî âlemler için de melekûtiyet tabiri kullanılmıştır. Kamus-u Okyanus 3. cild sh.116’da melekût için, “Mübalağadır. İzzet ve saltanat ve azamet manalarını ifade eder. Ehl-i tahkik ‘mülk’ ü âlem-i zahirde (görünen dış âlem), ‘melekût’ ü âlem-i bâtında (görünmeyen iç âlemde) isti’mal ederler (kullanırlar).” denilmiştir.
Mülk ve melekûtü, iç ve dış, zâhir ve hakîkat ve âlem olmak üzere birbirini ifade eden üç kısma ayırabiliriz:
1) İÇ VE DIŞ
“İ’lem Eyyühel-Aziz! Her şeyin içine melekût, dışına mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünki insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur. Bu kaide arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş; Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halîtası ve karışığıdır. Bu halîtada dâhil olan İsm-i Zahir itibariyle arş, mülk; kevn, melekût olur. İsm-i Bâtın itibariyle arş, melekût; kevn, mülk olur. Demek arşa ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa; kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın nazarıyla bakılırsa; arş mazruf, kevn zarf olur.” (Mesnevi-i Nuriye,93)
Bediüzzaman Hazretleri, bu parçada mülkü dış, melekûtü iç manasında kullanmıştır.
2) ZÂHİR VE HAKİKAT
Bu kısım sıfatlar âlemine de bakar. Melekût kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçmektedir: “De ki: Her şeyin melekûtu elinde olan kimdir?” (el-Müminun, 23/88) Yani her şeyi yaratıp sevk ve idare ederek, tasarruf edenin Allah olduğunu ifade ediyor. Hakîkat noktasında her şeyin dizgini O’nun elindedir. Ve her şeyin anahtarı O’nun yanındadır. Ve her şey, O’nun emriyle halledilir. Demek bunlar eşyanın melekûtiyet cihetidir. Eşyanın zahirî sebeblerinin perde olduğu yön ise mülk cihetidir.
“Âyinenin iki vechi gibi, her şeyin bir “mülk” ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri “melekût”tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemâline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem mercî, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakîkat cânibinde, her şey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzât mübaşeretine münasibdir, izzetine münafî değildir. Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakîkatte tesir-i hakikîleri yoktur.” (Tılsımlar,46)
Bu ifadeden anlaşıldığı gibi, eşyanın bize görünen cihetine ve sebeblerin perde olduğu yüze “mülk” denilir. Bu yüzden, aklın zahirine göre çirkin ve kudret-i İlahîyenin izzet ve azametine münasib olmayan durumlar bulunduğundan, Cenab-ı Hakk sebebleri perde yapmıştır. Ta ki o çirkin görünen şeyler zâhiren kudrete değil de, sebeblere verilsin. Mesela trafik kazasında bir insan feci bir şekilde parçalanarak hayatını kaybediyor. Aklın zahirî bakış açısına göre, bu ölüm hâdisesi çirkin görünüyor. Bu çirkinlik ise o ölüme sebeb olan kazaya ve sebeb olan kişiye isnad ediliyor. Bu hadisenin göründüğü gibi tahakkuku, mülk cihetidir. Melekûtiyet ciheti ise, bu hadisedeki bütün işlerin kudret-i İlahîye ile gerçekleşmesidir.
Nasıl ki aynayı güneşe karşı tuttuğumuzda, o aynaya güneş, suretiyle akseder. O ayna kabiliyetine göre karşıya ışığı yansıtır. Yansıyan ışık, her ne kadar ayna vasıtasıyla aksediyor olsa da, zerresi bile o aynanın mülkü değildir, güneşe ait bir ışıktır. Ancak güneşin karşıya ışık aksetmesiyle aynanın arasında bir mukarenet ve beraberlik vardır. Işığı yansıtırken aynanın düzgünlüğü, renkleri, kirliliği, küçüklüğü ve büyüklüğünün, güneşten gelen ışık üzerine te’siri vardır. Karşıya yansıyan ışığın bütün güzellikleri güneşe ait olduğu gibi, bütün çirkinlikler ve eksiklikler ise, aynanın isti’dadına aittir. İşte o ışığın aynaya bakan ciheti mülk cihetidir. Güneşe bakan ciheti ise melekûtiyet cihetidir.
Yukarıdaki kaza örneğini, bu ayna misaline kıyas edersek, “Beşerin zulmü içinde kaderin adaleti vardır.” kâidesine binaen kazaya sebeb olan kişi sarhoşluk veya hız gibi herhangi bir sebebden dolayı zulüm ettiğinden, o hâdisedeki bütün çirkinlikler, aklımızın hoşuna gitmeyecek şeyler, cüz-i iradesiyle kazaya sebeb olana verilir. Fakat kader-i İlahîye ya zulmün cezası veya günahların kefareti veya ahiretteki derecelerin yükselmesi gibi birçok hikmete binaen, o hâdiseye fetva veriyor. Kudret-i İlahiye de o icraatı yapıyor. Bu işin güzel yönü olan hakîkati, oluşması ve tahakkuk eden hikmet ve faideleri melekûtiyet cihetidir. Her türlü çirkinliklerden münezzeh olan Allah’ın kudretine aiddir.
Hem mesela, bir ağaç; yaprak, çiçek, meyve ve meyvenin içindeki çekirdeğin oluşmasına bir sebebdir. Hâlbuki o ağaç o işleri yapmaktan çok uzaktır. Çünki o işleri yapan ancak her şeyi yaratabilen nihâyetsiz bir hikmet ve kudret sahibi zat olabilir. Misaldeki ayna gibi, bu ağaç da bir aynadır. Kudret-i İlâhiyenin o işleri yapmasıyla ağacın arasında bir iktiran ve beraberlik vardır. Nasıl ki aynadan karşıya akseden ışığa, ayna sahip değildir. Öyle de ağaçtan bize sunulan ve yansıyan yaprak, çiçek ve meyve de ağacın yapabileceği işler değildir. Onu yaratan, nihâyetsiz kudret ve hikmet sahibi olan Allah’tır. Meyvede görünen eksiklikler ve çirkinlikler, ağacın isti’dâdına aittir. Ve buna meyvenin mülk ciheti denilir. O çiçekleri, yaprakları ve meyveleri tasarruf edip yaratmak ve birçok hikmet ve faideleri onlara takmak, kendilerine mahsus ibadet ve tesbihleri hükmünde olan vazifeleri yaptırmak, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine birer ayna haline getirmek ve en az 55 lisan ile Allah’ın varlığına ve birliğine delil olmak gibi hakîkatler ise; o yaprak, çiçek ve meyvelerin melekûtiyet cihetidir ki, Kudret-i İlahiyeye aiddir.
“Derken ikisi, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu (Hızır’ı) buldular.
Mûsâ ona: “Sana öğretilenden, hayra götüren bir ilmi (Ledün ilmini) bana öğretmen üzere sana tâbi’ olabi¬lir miyim?” dedi.
(Hızır, cevâben şöyle) dedi: “Doğrusu sen, beraberimde sabretmeye aslâ güç yetiremezsin!”
“Hem içyüzünü kavrayamadığın (ve zâhiren yanlış anlaşılan) bir şeye (bir peygamber olarak) nasıl sabredeceksin?” (dedi).
(Hızır’ın, kendi bildiği ölçülerle hareket edeceğini düşünen Mûsâ: “İnşâallah sen beni sabırlı bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim!” dedi.
(Hızır: “O hâlde bana tâbi’ olursan, artık (ben) sana ondan söz açıncaya kadar, (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” dedi.
Bunun üzerine ikisi gittiler; nihâyet gemiye bindikleri zaman, (Hızır) onu (o gemiyi tehlikeli olma¬yacak yerinden) deldi. (Mûsâ: “Onu, içinde bulunan¬ları boğmak için mi deldin? Gerçekten müd¬hiş bir şey yaptın!” dedi.
(Hızır: “Doğrusu sen, berâberimde sabretmeye aslâ güç yetiremezsin, dememiş miydim?” dedi.
(Mûsâ: “Unuttuğum şeyden dolayı beni mes’ûl tutma ve bu işimde (seninle berâber olmakta) bana bir güçlük yükleme! (Beni ma‘zur gör!)” dedi.
Yine (beraberce) gittiler; nihâyet bir er¬kek çocuğa rastladıkları zaman, (Hızır) tuttu onu öldürüverdi. (Mûsâ: “Bir cana karşılık olmaksızın ma’sum bir cana mı kıydın? Gerçekten çok çirkin bir şey yaptın!” dedi.
(Hızır: “(Ben) sana: ‘Doğrusu sen, berâberimde sabretmeye aslâ güç yetiremezsin!’ dememiş miydim?” dedi.
(Mûsâ: “Eğer bundan sonra sana bir şeyden sorarsam, artık beni arkadaşlığa kabûl etme; gerçekten benim tarafımdan (ma‘zur sayılabileceğin) bir özre ulaştın” dedi.
Yine (berâberce) gittiler; nihâyet bir şehir ahâlîsine (Antakya’ya) vardıklarında, oranın halkın¬dan yiyecek istediler; fakat (onlar) bu ikisini misâfir etmekten kaçındılar. Derken orada (sanki) yıkılmak isteyen bir duvar buldular; (Hızır) hemen onu doğrulttu. (Mûsâ: “İsteseydin buna karşı elbet¬te bir ücret alırdın” dedi.
(Hızır) şöyle dedi: “İşte bu (soruyu sorman) benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) kendisine sabretmeye dayanamadığın şeylerin içyüzünü sana haber vereceğim.”
“O gemi var ya, işte (o,) denizde çalışan yoksul kimselere âid idi; bu yüzden onu kusurlu kılmak istedim; Çünki onların ilerisinde bir hükümdar vardı; her (sağlam) gemiyi zorla alıyordu.”
“Ve o çocuğa gelince (o büluğ çağına ulaşmış bir isyankâr idi); hâlbuki ana-babası mü’min kimselerdi; onları da azgınlığa ve küfre bürümesinden (sürüklemesinden) korktuk.”
“Böylece Rablerinin kendilerine, (günahlar¬dan) temiz olma cihetiyle ondan hayırlısını ve (onlara) merhametçe daha yakınını (o çocuğa) bedel olarak vermesini istedik!”
“O duvar ise, işte o şehirde bulunan iki yetim erkek çocuğa âid idi; ve onun (o duvarın) altında, kendilerine âid bir hazîne vardı; babaları da sâlih bir kimseydi. Böylece Rabbin, onların (o iki çocuğun) güçlerinin kemâle ermesini ve Rabbinden bir rahmet olarak (o yaşa geldiklerinde) kendi hazîne¬lerini çıkarmalarını diledi! (Ben) bunu kendiliğimden de yapmadım! (Rabbim bana emir buyurdu!) İşte kendisine sabretmeye dayanamadığın şeylerin iç yüzü budur!” (Kehf Suresi, 65-82)
Bu ibretli kıssa da mülk ve melekûtiyeti daha iyi anlamamıza güzel bir vesiledir. Hz. Musa (as), geminin delinmesini, çocuğun öldürülmesini ve duvarın tamir edilmesini, şeriat zahire göre hükmettiğinden, görünen noktada zâhiri sebeb olan Hızır (as)’a nisbetle itiraz etmiştir. Bu cihet işin mülk yönüdür. Fakat ilm-i ledünne sahib olan Hızır (as), o hadiselerin Allah’a ait olan hakîkat yönünü bildiği için ona göre muamele etmiştir. İşte bu cihet ise o hadiselerin melekûtiyet yönüdür.
3) ÂLEM
“Hadsiz âlem-i misal gibi gâyet geniş olan âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelâl, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihâyetsiz hazine-i kudretinden nihâyetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.” (Tılsımlar,128)
Bu açıklamada da görüldüğü üzere melekût âlemi, âlem-i misal gibi gaybî âlemlerden geniş bir âlem olarak ifade edilmektedir.
Netice olarak, melekût kavramı, ıstılahî bir tabir olarak, cümlenin siyak ve sibâkına, yani içinde geçtiği makama göre ayrı ayrı anlam kazanmaktadır. Rabbim hakkıyla anlamayı ve istifade etmeyi bizlere nasib eylesin. Âmin…
Bir yanıt yazın