Kur’ân-ı Kerîm’de: “Îman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler, Allah katında derece itibarıyla daha büyüktürler. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9.20) ve
“Ey îman edenler! Allah’tan sakının! O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve (O’nun) yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5.35) buyruluyor.
Allah yolunda savaşanların yani mücahidlerin O’nun indinde çok büyük makamlara kavuşacakları ve felâha ermek isteyenlerin yine O’nun yolunda cihad etmekle buna nail olabilecekleri bu âyetlerden anlaşılmaktadır.
“İçinizdeki mücahidlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya kadar elbette sizi deneyeceğiz” (Muhammed, 47.31) âyeti ise, Allah yolunda cihad edenlerin o yüksek makama çıkmadan evvel bazı imtihanlardan geçeceklerini, o imtihanları layıkıyla başardıkları takdirde o derecelere ulaşabileceklerini bize ihtar ediyor.
Bu âyette dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de, sabredenlerin Allah yolunda cihad edenlerle beraber zikredilmesidir. Burada sabredenlerin, cihad edenlerle beraber zikredilmesi sabretmenin Allah indinde makam cihetiyle cihad etmeye yakın olduğunu göstermektedir. O halde cihad ne kadar ehemmiyetli ise, sabretmek de o ölçüde ehemmiyetlidir. Sabır da cihad kadar yiğitlik işidir. Nitekim Efendimiz’in (asm) Ebu Hureyre (ra)’tan rivayet edilen şu hadîsi bunu çok güzel ifade eder:
“Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir.” (1)
Sabır bu kadar önemli olunca, onu nerede, nasıl kullanmamız gerektiği de önem arz etmektedir. Sabır üçtür:
Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır, اِنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder.
İkincisi: Musîbetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ
şerefine mazhar ediyor.
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbûbiyete kadar çıkarıyor. (2)
SABIR MUSÎBETİN İLK GELDİĞİ ANDADIR
Enes İbni Mâlik (ra)’tan rivayet edildiğine göre Nebi (asm) çocuğunun mezarı başında (bağıra çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona:
“Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu.
Kadın:
“Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felaket, senin başına gelmemiştir” dedi.
Kadın Hz. Peygamber’i (asm) tanıyamamıştı. Kendisine, onun Peygamber (asm) olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber’in (asm) kapısına koştu, orada kapıcılar yoktu. (Özür beyan etmek üzere Hz. Peygamber’e):
“Sizi tanıyamadım” dedi.
Peygamber (asm) de:
“Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır.” buyurdu. (3)
SABIR KUVVETİ HÂL-İ HAZIR İÇİN KÂFİDİR
Cenâb-ı Hakk verdiği sıkıntılara, musibetlere, belalara insanların dayanabilmeleri için onlara sabır kuvvetini de vermiştir. “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz.” (Bakara, 286) âyeti mûcibince insanlara verilen bu sabır kuvvetinin gelen musîbetlere göğüs germe noktasında kâfi olması gerekir.
Fakat bu sabır kuvveti iyi kullanılamadığı için insanlar maruz kaldıkları sıkıntılara şu an pek tahammül edemiyorlar. Çünkü insanlar vehmin tahakkümüyle ve gafletleriyle ve fânî hayatı bâkî tevehhüm etmeleriyle, sabır kuvvetini mazî ve müstakbele dağıtıp, hâlihazırdaki musîbete karşı sabırları kâfi gelmiyor, şekvâya başlıyorlar.
Bedîüzzaman Hazretlerinin anlattığı şu hâdise ve verdiği misal meseleyi çok güzel bir şekilde izah ediyor:
Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zât müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım.
Birden hatırıma geldi ve dedim: “Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme! Onlara bakıp şükret! Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimat edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme.
Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ bir kuvvetle merkezi harap eder.»
Dedim: «Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ve fânî ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret.” O da tamamıyla bir ferah alarak, ‘Elhamdülillâh’ dedi, ‘hastalığım ondan bire indi.’ ”
Cenâb-ı Hakk bizleri de sabredip cenneti ve büyük mükâfatları kazananlardan eylesin. Âmin…
Kaynaklar:
İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Erkam Yayınları, C.1, Sh.262
Bedîüzzaman Said Nursi, Mektubat, Osmanlıca Nüsha, Sh.106
İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Erkam Yayınları, C.1, Sh.228
“Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır.”
Bir yanıt yazın