Bu konuda ki sözü Rısale’i Nur ‘a bırakmak istedim. Yirmi dokuzuncu sözü anlamak, bu meseleyi çözmek demektir.
Yirmidokuzuncu Söz
Beka-i Ruh ve Melâike ve Haşre dairdir.
اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تَنَزَّلُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبَّى
[Şu makam, iki maksad-ı esâs ile bir mukaddimeden ibarettir.]
Mukaddime
Melâike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında Beyân edildiği gibi: Hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvata münasib bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere Melâike ve ruhaniyat tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması; arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevil-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu Saltanat-ı Rubûbiyyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubûdiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcûdâtın tesbihatlarını temsil ediyorlar. Evet şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen dakik san’atlı tezyinat ve o mânidar mehâsin ile ve hikmetdar nukuş ile süslendirip tezyîn etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister; vücudlarını taleb eder. Evet, nasılki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-yı ervah ve kût-u kulûb; elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir. Mâdem bu nihayetsiz tezyînat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubûdiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibâdete, nihayetsiz melâike enva’ları, ruhâniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin. Evet şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melâikelerden birer taife, birer vazife-i ubûdiyytle muvazzaf olarak bulunurlar. Bâzı rivayât-ı Ehadîsiyenin işaretiyle ve şu intizâm-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyare, yıldızlar seyyaratından tut, tâ yağmur kataratına kadar- bir kısım melâikenin sefine ve merakibidirler. O melâikeler, bu seyyarelere izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler ve o merkeblerinin tesbihatını temsil ederler.
Hem denilebilir: Bir kısım hayatdâr ecsam, -bir Hadîs-i Şerifte «Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennet’te gezerler.» diye işaret ettiğiطُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar- bir cins ervahın tayyareleridir. Onlar bunların içine emr-i Hak’la girerler, âlem-i cismâniyâtı seyredip, o hayatdar cesedlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile, âlem-i cismânîdeki mu’cizât-ı fıtratı temâşa ediyorlar. Tesbîhat-ı mahsusalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakikat böyle iktiza ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünki, şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letâfetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idrâki halkeden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasib, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i lâtifeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pekçok kesretli olarak vardır.
Birinci Maksad
Melâikenin tasdiki îmânın bir rüknüdür. Şu maksatta dört nükte-i esâsiye vardır.
Birinci Esâs
Vücudun Kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, herşeyin başıdır ve esâsıdır. Hayat, herşeyi herbir zîhayat olan şey’e mal eder. Bir şey’i, bütün eşyâya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey’-i zîhayat diyebilir ki: «Şu bütün eşya, malımdır. Dünya, hânemdir. Kâinat mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.» Nasılki ziya ecsamın görülmesine sebebdir ve renklerin -bir kavle göre- sebeb-i vücududur. Öyle de: Hayat dahi, mevcûdâtın keşşafıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebebdir. Hem cüz’î bir cüz’îyi, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir. Ve hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, Kemâlât-ı vücudun umumuna sebebdir. Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette Ehadiyyetin bir âyinesidir. Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünki ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuûru var ki, taallûk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet te’sis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatları ile, öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir.”
İşte, zîhayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı,dünyanın ekser envâ’ıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. İşte en küçük zîhayatta hayat böyle te’sirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insâniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat, kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yâni, o zîşuur ve zîhayat mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.
Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhân-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i ni’meti ve en lâtif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır. Evet, hafî ve dakiktir. Çünki: Enva’-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yâni uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yâni, mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâkdır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz’etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe’ olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.
ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nûrudur. Mademki, hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve, mâdem şu âlemde bilmüşahede bir intizâm-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir incisam-ı ahkem görünüyor. Mâdem, şu bîçâre perîşan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi, o nurânî sekeneler bulunur. «Nâr, nuru yakmaz.» Belki, «ateş ışığa meded verir.» Mâdem, Kudret-i Ezeliye, bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gâyet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyalat-ı lâtife maddeleri ihmâ edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhânî mahlûkları, o seyyalât-ı lâtife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin ecnaslarıdır. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücudlarını kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu ve Kur’anın Beyân ettiği gibi onları kabûl etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divânelik olduğunu şu temsile bak, gör:
İki adam; biri bedevî, vahşî; biri medenî, aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususî şerait-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkil-ün nebattır; yalnız nebâtat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkil-üs semektir; balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zaîfliğiyle veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hânedeki şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşî bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: «O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boştur, zîruh içinde yoktur.» der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: «Ey bedbaht, şu hakir, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkünmüdür ki: Şu uzakta bize görünen şu muntâzam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu san’atlı sarayların onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz… «Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delâlet etmez.» «Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz.»
İşte şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviyye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bittarîk-ıl evlâ ve bilhads-is sâdık ve bilyakîn-il kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki: Şu nihayetsiz fezâ-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyalât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuûrlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân, «Melâike ve cân ve ruhaniyattır» der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.
Şu nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi: Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona müsahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mâna ile kaimdir. İşte o mâna, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki, herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir; bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esâsı da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, Kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esâsın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esâs; hayattır, ruhtur, şuurdur. Hem bizzarure madde lüb değil, esâs değil, müstekar değil ki, işler ve Kemâlât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir Sûrettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gâyet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuûr âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuûr ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuûrlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mânanın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaât ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
İkinci Esâs
Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ’-ı mânevî ile -tâbirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ maddiyatta çok ileri giden Hükemâ-yı İşrâkiyyunun Meşaiyyun kısmı, Melâikenin mânasını inkâr etmeyerek «Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır» derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski Hükemânın İşrâkiyyun kısmı dahi Melâikenin mânasında kabûle muztar kalarak, yalnız yanlış olarak «Ukûl-ü Aşere ve Erbab-ül Enva’» diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibâl, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabûl ederek o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ akılları gözlerine inmiş ve insâniyetten cemâdat derecesine mânen sukut etmiş olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melâikenin mânasını inkâr edemiyerek (Haşiye) «Kuva-yı Sâriye» namıyla bir cihette kabûle mecbur olmuşlar.
Ey Melâike ve rûhâniyatın kabûlünde tereddüd gösteren bîçâ
______________________
(Haşiye): Melâike mânâsını ve ruhaniyatın hakikatını inkâra mecal bulamamışlar, belki fıtratın namuslarından «Kuva-yı Sâriye» diye, “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir Sûrette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. (Ey kendini akıllı zanneden!..) adam! Neye istinad ediyorsun? Hangi hakikata güveniyorsun ki; bütün ehl-i akıl, bilerek bilmeyerek melâikenin mânasının sübutuna ve tahakkukuna ve rûhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabûl etmiyorsun? Mademki Birinci Esâs’ta isbat edildiği gibi; hayat mevcûdâtın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mânâ-yı melâikenin kabûlünde mânen müttefiktirler ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki: Şu fezâ-yı vesîa, sekenelerden; şu semâvât-ı lâtife mutavattinînden hâlî kalsın. Hiç hatırına gelmesin ki: Şu hilkatte cârî olan namuslar, kanunlar kâinatın hayatdar olmasına kâfi gelir. Çünki o cereyan eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa; o nâmuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-ı hariciye olamaz. Halbuki: «Hayat, bir hakikat-ı hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez.»
ELHASIL: Mâdem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashâb-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki: Mevcûdât, şu âlem-i şehadete münhasır değildir. Hem mâdem zâhir olan âlem-i şehadet, câmid ve teşekkül-ü ervaha nâmuvafık olduğu halde bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş. Elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücud vardır ki, âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir. Hem mâdem denizin balığa nisbeti gibi, ervaha muvafık olan âlem-i gayb ve âlem-i mâna, ervahlar ile dolu olmak iktiza eder. Hem mâdem bütün emirler, mâna-yı melâikenin vücuduna şehadet ederler. Elbette bilâşek velâ şübhe, Melâike vücudlarının ve ruhânî hakikatlarının en güzel Sûretî ve ukûl-ü selime kabûl edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki; Kur’an, şerh ve Beyân etmiştir. O Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân der ki: «Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melâike, ecsâm-ı lâtife-i nûrâniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.» Evet nasılki beşer bir ümmettir, «Kelâm» sıfatından gelen Şeriat-ı İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de: Melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı «İrâde» sıfatından gelen Şeriat-ı Tekvîniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakikî olan Kudret-i Fâtıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki: Ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.
Üçüncü Esâs
Mes’ele-i Melâike ve ruhâniyat, o mesâildendir ki: Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu mâlûm olur. Çünki kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir tekini kabûl eden, o nev’in umumunu kabûl etmeye mecburdur. Mâdem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bâhsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melâikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icmâ’ etmişlerdir. Acaba hiçbir ferd melâikelerden bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddid eşhasın vücudu kat’î bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücudları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki: Böyle bir icmâ’ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin. Hem hiç mümkün müdür ki: Şu îtikad-ı umumînin menşe’i, mebâdi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın. Hem hiç mümkün müdür ki: Hakikatsız bir vehim; bütün inkılâbat-ı beşeriyede, bütün akaid-i insâniyede istimrar etsin, beka bulsun. Hem hiç mümkün müdür ki: Şu ehl-i edyânın, bu icmâ’-i azîmin senedi; bir hads-i kat’î olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın. Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat’î, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler, hadsiz müşahedât vâkıalarından ve o müşâhedat vâkıaları, şeksiz ve şübhesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pekçok kerrat ile Melâike müşahedelerinden ve ruhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esâsât-ı kat’iyedir.
Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul mudur, hiç kabil midir ki: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan Enbiya ve Evliya, tevatür Sûretiyle ve icmâ’-ı mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melâike ve ruhaniyatın vücudları ve müşahedeleri, bir şübhe kabûl etsin, bir şekke medâr olsun. Bâhusus onlar şu mes’elede ehl-i ihtisastırlar. Mâlûmdur ki: İki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu mes’elede ehl-i isbattırlar. Mâlûmdur ki: İki ehl-i isbat, binler ehl-i nefy ve inkâra müreccahtırlar. Ve bilhassa kâinat semâsında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatın Şemsüşşümus’u olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın ihbaratı ve Risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kabil midir ki, bir şübhe kabûl etsin. Mâdem tek bir ruhâniyatın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve mâdem şu nev’in vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onların Sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü, en makbulü; Şeriatın şerhettiği gibidir, Kur’anın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’râc’ın gördüğü gibidir.
Dördüncü Esâs
Şu kâinatın mevcûdâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki: Cüz’iyat gibi külliyatın dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ: Bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı hâliyle Esmâ-i Fâtır’ı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gâyet muntâzam küllî vazife-i tesbîhiyyesi vardır. Nasılki bir meyve, bir intizâm içinde bir ilânatı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle de: Koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gâyet muntâzam bir vazife-i fıtriyyesi ve ubûdiyyeti vardır. Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbihatı var. Öyle de: Koca semâvat denizi dahi, kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâline tesbihat yapar ve Sâni’-i Zülcelâline hamd eder ve hâkezâ… Mevcûdât-ı hâriciyenin herbiri, Sûreten câmid, şuursuz iken, gâyet hayatkârane ve şuurdârane vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melâikelerin timsâlleri, hâneleri, mescidleri hükmündedirler. Yirmidördüncü Söz’ün Dördüncü Dalında Beyân edildiği gibi; şu saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelâl’i, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi: Melâike ve ruhânîlerdir. Mâdem nebâtat ve cemadat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gâyet mühim ücretsiz hidemattadırlar. Ve hayvanat, bir ücret-i cüz’iyye mukabilinde bilmeyerek gâyet küllî maksadlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni’-i Zülcelâl’in makasıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve herşeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sâir hademelere nezaret etmek ile istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır. Hem insana benzer ki, o Sâni’-i Zülcelâl’in makasıd-ı külliyesini bilir bir ubûdiyyet ile, tevfik-i hareket ederler. Hem, insanın hilâfına olarak hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni’-i Zülcelâl’in nazarı ile, emri ile, teveccühü ile, hesabı ile, namı ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hâsıl ettikleri lezzet ve Kemâl ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen muhlisen çalışıyorlar. Cinslerine göre kâinattaki mevcûdâtın enva’ına göre vazife-i ibâdetleri tenevvü’ ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedârları gibi, saltanat-ı Rubûbiyyet dairelerinde vezaif-i ubûdiyyeti ve tesbihatı öyle tenevvü’ ediyor. Meselâ: Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuat-ı İlâhiyeye Cenâb-ı Hakk’ın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle bir nâzır-ı umumî hükmündedir. (Tâbir caizse) umum çiftçi-misâl Melâikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâl’in izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle umum hayvanatın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır. İşte mâdem şu mevcûdât-ı hariciyenin, her birisinin üstünde, birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir. Tâ ki o cismin gösterdiği vezaif-i ubûdiyyet ve hidemat-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyyete bilerek takdim etsin. Elbette Muhbir-i Sâdık’ın rivayet ettiği melâikeler hakkındaki Sûretler, gâyet münasibdir ve makûldür. Meselâ: Ferman etmiş ki: «Bâzı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırkbin başı var. Her başta kırkbin ağzı var, herbir ağızda kırkbin dil ile, kırkbin tesbihat yapar.» Şu hakikat-ı Hadîsiyyenin bir mânası var, bir de Sûreti var. Mânası şudur ki:
Melâikenin ibâdâtı, hem gâyet muntâzamdır, mükemmeldir; hem gâyet küllîdir, geniştir.Ve şu hakikatın sûreti ise şudur ki:
Bâzı büyük mevcûdat-ı cismâniyye vardır ki, kırkbin baş, kırkbin tarz ile vezaif-i ubûdiyyeti yapar. Meselâ: Semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin tek bir mahlûk iken, yüzbin baş ile; her başta yüzbinler ağız ile, her ağızda yüzbinler lisan ile vazife-i ubûdiyyeti ve tesbihat-ı Rabbâniyyeyi yapıyor. İşte küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ ben, mutavassıt bir bâdem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntâzam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki; herbiri Sâni’-i Zülcelâl’in ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu bâdem ağacının Sâni’-i Zülcelâl’i ve Hakîm-i Zülcemâl’i, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?
Ey arkadaş! Şuraya kadar Beyânâtımız, kalbi kabûle ihzâr etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz’âna getirmek için bir mukaddeme idi. Eğer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melâikelerle görüşmek istersen hâzır ol. Hem evham-ı seyyieden temizlen. İşte Kur’an âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’an cenneti «müfettehat-ül ebvab»dır; gir bak. Melâikeyi o Cennet-i Kur’aniye içinde güzel bir Sûrette gör. Herbir âyet-i tenzil, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak:
وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا وَالنّاشِرَاتِ نَشْرًا فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا
وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا وَالسَّابِحَاتِ سَبْحًا فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا فَاْلمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا
تَنَزَّلُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ
عَلَيْهَا مَلاَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللّهَ مَا اَمَرَهُمْ وَ يَفْعَلُونَ مَا يؤْمَرُونَ
Hem dinle: سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ senalarını işit. Eğer cinnîlerle görüşmek istersen:قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ اْلجِنِّ surlu Sûreye gir, onları gör, dinle ne diyorlar? Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:
اِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا يَهْدِى اِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَا اَحَدًا
* * *
İkinci Maksad
[Kıyâmet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır.]
Şu maksadın dört esâsı ve bir mukaddime-i temsiliyyesi vardır.
Mukaddime
Nasılki: Bir saray veya bir şehir hakkında biri dâva etse: «Şu saray veya şehir, tahrib edilip yeniden muhkem bir Sûrette bina ve tâmir edilecektir.» Elbette, onun dâvasına karşı altı sual terettüb eder:
Birincisi: Niçin tahrib edilecek? Sebeb ve muktazî var mıdır?
Eğer, «evet var» diye isbat etti.
İkincisi: Şöyle bir sual gelir ki: «Bunu tahrib edip, tâmir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi? Eğer, «evet yapabilir» diye isbat etti.
Üçüncüsü: Şöyle bir sual gelir ki: «Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrib edilecek midir?» Eğer, «evet» diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu isbat etse; iki sual daha ona varid olur ki:
«Acaba şu acib saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tâmir edilecek midir?» Eğer, «evet» diye bunları da isbat etse; o vakit bu mes’elenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şübhe ve vesvese girebilsin.
İşte şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrib ve tamiri için muktazî var. Fâil ve ustası muktedir. Tahribi mümkün ve vâki olacak. Tamiri mümkün ve vâki olacaktır. İşte şu mes’eleler, birinci esâstan sonra isbat edilecektir.
Birinci Esâs
Ruh, kat’iyen bâkidir. Birinci maksaddaki melâike ve ruhânîlerin vücudlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat’îdir ki, fazla Beyân abes olur. Evet şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesâfe o kadar ince ve kısadır ki, bürhân ile göstermeğe lüzum kalmaz. Hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhûdun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşf-el kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhabereleri ve umumun da rü’ya-yı sâdıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler Sûretinde âdeta beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için; hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menba’larından, bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.
Mukaddime
Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikatında isbat edildiği gibi; ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedâr müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını taleb eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder. İşte o âyinedâr müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta ruh-u insânîdir. Öyle ise, ebed-ül âbâd yolunda; o cemâl, o kemâl, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır.
Yine Onuncu Söz’ün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcûdât dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünki: Sûreti, hadsiz hâfızalarda bâkî kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Mâdem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemâl-i intizâm ile, zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâkî kalır. Elbette gâyet cem’iyetli ve gâyet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuûr ve zîhayat ve nûrani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl «Zîşuûr bir insanım» diyebilirsin? Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen proğramını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i bîzeval hakkında «Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder» denilir mi!
BİRİNCİ MENBA’: Enfüsîdir. Yâni, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar. Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâki kalmıştır. Öyle ise; mâdem cesed gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gâyet kat’î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kaim değildir. Belki ruh, binefsihî kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın; ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki cesed, ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki, ruhun libası bir derece sâbit ve letâfetçe ruha münasib bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.
İKİNCİ MENBA’: Âfâkîdir. Yâni, mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet tek bir ruhun bâ’delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zâtî bir hassa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünki: Zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delâlet eden emarat, o derece kat’îdir ki; bize nasıl Yeni Dünya, yâni Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şübhe kabûl etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pekçok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûranî feyizleri de bizlere geliyor. Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esâslı bir ciheti bâkidir. O esâs ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale mâruz değil. Çünki: Basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise; kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sâbıkan Beyân ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esâstır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut îdam iledir. İdam ise Cevâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insânîden geri alsın.
ÜÇÜNCÜ MENBA’: Ruh zîhayat, zîşuûr, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş; câmi’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki en zaîf olan kavânin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar. Çünki: Dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sâbite vardır ki, bütün tegayyürat ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak Sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor. İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuûruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve cârî olan kanun, o şahs-ı insânîde dahi cârîdir. Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubûdiyyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler Sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insânînin hakikat-ı zîşuûru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bâkidir.
DÖRDÜNCÜ MENBA’: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te’sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır. İşte mâdem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki ruh dahi Kur’anın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْاَمْرِ رَبِّى ferman-ı celîli ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuûr ve bir nâmus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuûrsuz kavânîn, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünki zîvücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîşuûrdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdârdır. Çünki zîhayattır.
İkinci Esâs
Saadet-i ebediyyeye muktazî vardır ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir, mümkündür. Hem vâki olacaktır. İşte bu altı mes’eleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda Beyân edeceğiz. Zâten Onuncu Söz’de kalbi, îman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhânlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı ikna’ edecek, susturacak, Eski Said’in «Nokta Risalesi» ndeki Beyânâtı tarzında bahsedeceğiz.
Evet saadet-i ebediyeye muktazî mevcûddur. O muktazînin vücuduna delâlet eden bürhân-ı kat’î «ON MENBA’ VE MEDAR» dan süzülen bir hadstir.
BİRİNCİ MEDâR: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizâm-ı ekmel, bir intizâm-ı kasdî vardır. Her cihette reşehat-ı ihtiyar ve lemaât-ı kasd görünür. Hattâ herşeyde bir nûr-u kasd, her şe’nde bir ziya-yı irâde, her harekette bir lem’a-i ihtiyar, her terkibde bir şû’le-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esâslı nizâm, bir sûret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esâssız bir nizâm olur. Nizâm ve intizâmın ruhu olan mâneviyat ve revabıt ve niseb, hebâ olup gider. Demek nizâmı nizâm eden, saadet-i ebediyyedir. Öyle ise nizâm-ı âlem, saadet-i ebediyyeye işaret ediyor.
İKİNCİ MEDAR: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet inâyet-i Ezeliyyenin timsali olan hikmet-i İlahiyye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizâmı lisanı ile, saadet-i ebediyyeyi ilân eder. Çünki: Saadet-i ebediyye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sâbit olan hikmetleri, faideleri, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatı, bu hakikatı güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.
ÜÇÜNCÜ MEDAR: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehadetleri ile sâbit olan hilkat-ı mevcûdâttaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Fıtratta israf ve hilkatta abesiyet olmadığına delil, Sâni’-i Zülcelâlin herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif Sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihab etmesidir ve bâzan bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Mâdem israf yok ve abesiyet olmaz, elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünki: Dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder, herşey israf olur. Umum fıtratta, ezcümle insanda, Fenn-i Menâfi-ül-âza şehadetiyle sâbit olan adem-i israf gösteriyor ki;insanda olan hadsiz istidadât-ı mâneviyye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esâslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyyeye namzed olduğunu kat’î olarak ilân eder. Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyyesini teşkil eden o esâslı mâneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcûdâtın hilâfına olarak israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatında isbat edildiğinden kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ MEDAR: Pekçok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyâmet, bir kıyâmet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar. Evet meselâ: Haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen; ALLAH’ın dünya denilen büyük saatındaki yevm, sene, ömr-ü beşer, deveran-ı dünya, birbirine mukaddeme olarak birbirinden haber veriyor, döner işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet, o destgâhtan, o saat-ı uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar. Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşriye gördüğü gibi, beş-altı senede bil-ittifak bütün zerratını değiştirerek, hattâ bir senede iki def’a tedricî bir kıyâmet ve haşir taklidini görmüş. Hem hayvan ve nebat nevilerinde üçyüzbinden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i nev’iyeyi her baharda müşahede ediyor. İşte bu kadar emârat ve îşârat-ı haşriye ve bu kadar alâmat ve rumuzat-ı neşriye elbette kıyâmet-i kübrânın tereşşuhatı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar. Bir Sâni’-i Hakîm tarafından nevilerde böyle kıyâmet-i nev’iyyeyi yâni bütün nebâtat köklerini ve bir kısım hayvanları âynen baharda ihya etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sâir bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak; herbir şahs-ı insânîde kıyâmet-i umumiye içinde bir kıyâmet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünki: İnsanın birtek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir. Zira fikir nûru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mâzi ve müstakbeli îhata eder. Dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sâir nevilerde ferdlerin mahiyyeti cüz’iyyedir; kıymeti şahsiyyedir; nazarı mahduddur; kemâli mahsurdur; lezzeti ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvîyyedir, kıymeti galiyedir; nazarı âmmdır; kemâli hadsizdir; mânevî lezzeti ve elemi kısmen daimîdir. Öyle ise, bilmüşâhede sâir nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyâmetler ve haşirler; şu kıyâmet-i kübrâ-yı umumiyede, her şahs-ı insanî aynıyla iade edilerek haşredilmesine remz eder, haber verir. Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatında iki kerre iki dört eder derecesinde kat’iyet ile isbat edildiğinden burada ihtisar ederiz.
BEŞİNCİ MEDAR: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenâhî efkâr ve tasavvurat-ı insâniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor. İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat’î veriyor. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatı, bu hakikatı gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz.
ALTINCI MEDAR: «Rahmân-ı Rahîm» olan şu mevcûdâtın Sâni’-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet ni’meti ni’met eden, ni’meti nıkmetlikten halâs eden ve mevcûdâtı, firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyyeyi; o rahmetin şe’nindendir ki; beşerden esirgemesin. Çünki: Bütün nimetlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret Sûretinde dirilmezse, bütün ni’metler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarure ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlahiyyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki Rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-ı sâbitedir. Bak rahmetin cilvelerinden ve lâtif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîye, hayat-ı insâniye incirar edeceğini farz etsen; görürsün ki: O lâtif muhabbet, en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat, en büyük bir illet olur. O nurani akıl, en büyük bir belâ olur. Demek rahmet, (çünki rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatı, bu hakikatı gâyet güzel bir Sûrette gösterdiğinden burada ihtisar edildi.
YEDİNCİ MEDAR: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizabat, bütün iştiyakat, bütün terahhumat; birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyyedir ki: Şu kâinatın Sâni’-i Zülcelâlinin lütuf ve merhametinin tecelliyatını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor. Mâdem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedâhe hakikî rahmet vardır. Mâdem hakikî rahmet vardır, Saadet-i Ebediyye olacaktır. Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikatı, İkinci Hakikatı ile beraber şu hakikatı gündüz gibi aydınlatmıştır.
SEKİZİNCİ MEDAR: İnsanın fıtrat-ı zîşûuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse «Ebed!.. Ebed!,» sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-ı câzibedârın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatının hâtimesi bu hakikatı göstermiştir.
DOKUZUNCU MEDAR: Sâdık, masduk, Mûsaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarıdır. Evet O Zâtın (A.S.M.) sözleri, saadet-i ebediyyenin kapılarını açmıştır ve O’nun (A.S.M.) kelâmları saadet-i ebediyyeye karşı birer penceredir. Zâten bütün Enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaını ve bütün evliyânın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvaları: Tevhid-i İlahîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba, şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır! Onuncu Söz’ün Onikinci Hakikatı, şu hakikatı pek zâhir bir Sûrette göstermiştir.
ONUNCU MEDAR: Onüç asırda yedi vecihle i’câzını muhafaza eden ve Yirmibeşinci Söz’de isbat edildiği üzere kırk aded enva’-ı i’câzıyla mu’cize olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın ihbarat-ı kat’iyesidir. Evet o Kur’anın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlak-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftâhıdır. Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın tâzammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz’eylediği berâhin-i akliye-i kat’iye, binlerdir. Ezcümle: Bir kıyas-ı temsilîyi tâzammun eden قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ ve وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve bir delil-i adâlete işaret eden وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi pekçok âyât ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pekçok dürbünleri, nazar-ı beşerin dikkatine vaz’etmiştir. Kur’anın sâir âyetler ile izah ettiği şu وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyas-ı temsîlînin hülâsasını «Nokta» risalesinde şöyle Beyân etmişiz ki: Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acib ve muntâzam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde yâni insan Sûretine inkılâbı, gâyet dakik düsturlara tâbi’dir. O tavırların herbirisinin öyle kavânin-i mahsusa ve öyle nizâmat-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki; cam gibi, altında bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte şu tarzda o vücudu yapan Sâni’-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekası için inhilâl eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntâzam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından yine muntâzam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık namıyla bir madde-i lâtifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde Rezzak-ı Hakikî, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzi ediyor. Şimdi O Rezzak-ı Hakîm’in gönderdiği o madde-i lâtifenin etvârına bak; göreceksin ki; o maddenin zerratı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken; birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için me’murdur gibi gâyet muntâzam toplanıyorlar. Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtar’ın bir kanun-u mahsusu ile sevkedilip, cemâdat âleminden mevâlide, yâni zîhayat âlemine girerler. Sonra nizâmat-ı muayyene ve harekât-ı muttaride ile ve desâtir-i mahsusa ile rızk olarak bir bedene girip; o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbat-ı acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktarına yayılarak bütün muhtaç olan âzaların muhtelif, ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre Rezzak-ı Hakikî’nin inâyetiyle ve muntâzam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki: Basîrane, muntazamâne, semîane, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab, hiç ona karışamaz. Çünki herbirisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntâzaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntâzam adım atıyor ki; bilbedâhe bir Sâik-i Hakîm’in emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte böyle muntâzam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya git gide hedef ve maksadından ayrılmayarak tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine Emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yâni erzaktaki tecelli-i Rubûbiyyet gösteriyor ki; ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya herbirisinin alnında ve cebhesinde «Filân hüceyrenin rızkı olacak» yazılı gibi bir intizâmın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder. Acaba mümkün müdür ki: Bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhît bir hikmet ile Rubûbiyyet eden ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün mevcûdâtı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizâm ve mizan dairesinde döndüren Sâni’-i Zülcelâl, «Neş’e-i uhrâ» yı yapmasın veya yapamasın! İşte çok âyât-ı Kur’aniyye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz’ediyor. Haşir ve kıyametteki neş’e-i uhrayı ona temsil ederek istib’adı izale eder. Der: قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ Yâni: «Sizi hiçten bu derece hikmetli bir Sûrette kim inşa etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir.»
Hem der ki: وَهُوَ الَّذِى يَبْدَاُ اْلخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ Yâni: «Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.» Nasılki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa; sonra bir boru ile çağrılsa kolay bir Sûrette tabur bayrağı altında toplanmaları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de: Bir bedende birbiriyle imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esâsiye, Hazret-i İsrafil Aleyhisselâm’ın Sûr’u ile Hâlık-ı Zülcelâl’in emrine «Lebbeyk» demeleri ve toplanmaları; aklen birinci îcaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem, bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve Hadîste عجبالذنب tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esâstır, temeldir. Sâni’-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.
Üçüncü âyet olan وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyâs-ı adlînin hülâsası şudur ki:
Âlemde çok görüyoruz ki: Zâlim, fâcir, gaddar insanlar gâyet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gâyet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki: Zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sâbit olan adâlet ve hikmet-i İlahiyye, bu zulmü hiçbir cihetle kabûl etmediğinden; bilbedâhe bir mecmâ’-i âheri iktiza ederler ki; birinci, cezasını; ikinci,mükâfatını görsün. Tâ şu intizâmsız, perişan beşer, istidadına münasib tecziye ve mükâfat görüp adâlet -i mahzaya medâr ve hikmet-i Rabbâniyyeye mazhar ve hikmetli mevcûdât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcûdata benzemez. İntizâmı da mühimdir. İntizâmsız olamaz; mühmel kalamaz, abes edilmez; fenâ-yı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise âğûş-u nazdârânesini açmış gözlüyor. Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakikatı bu ikinci misâlimizi gâyet güzel gösterdiğinden burada kısa kesiyoruz.
İşte misâl için şu iki âyet-i kerime gibi pekçok berâhin-i lâtife-i akliyeyi tâzammun eden sâir âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu’ et. İşte Menabi-i Aşere ve On Medâr; bir hads-i kat’î, bir bürhân-ı kat’îyi intaç ediyorlar ve o pek esâslı hads ve o pek kuvvetli bürhân, haşir ve kıyamete dâî ve muktazînin vücuduna kat’iyen delâlet ettikleri gibi, Sâni’-i Zülcelâl’in dahi -Onuncu Söz’de kat’iyen isbat edildiği üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delâlet ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazî o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şübheye medâr olamaz.
Üçüncü Esas
Fâil, muktedirdir. Evet nasıl haşrin muktazîsi, şübhesiz mevcûddur. Haşri yapacak zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler, ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır. Evet bir Kadîr ki: Şu âlem; bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerratı, cevâhiri nihayetsiz lisanlarla onun âzametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib’âd etsin. Evet bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntâzam dünyayı halkeden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntâzam kâinatı îcad eden, hattâ her günde birer yeni muntâzam âlem yapan; daima şu semâvat ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halkeden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntâzam âlemleri zaman ipine asan ve onunla âzamet-i kudretini gösteren ve yüzbin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına birtek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhar eden bir Zât, «Nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek» denilir mi! Şu Kadîr’in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, birtek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor: مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Şu âyetin hakikatını Onuncu Söz’ün Hâtimesinde icmâlen ve «Nokta Risalesi»nde ve Yirminci Mektub’da îzâhen Beyân etmişiz. Şu makam münasebetiyle üç mes’ele Sûretinde bir parça izah ederiz. İşte; Kudret-i İlahiyye Zâtiyyedir. Öyle ise acz tahallül edemez. Hem melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Öyle ise mevâni’ tedâhül edemez. Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz’, külle müsavi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç mes’eleyi isbat edeceğiz.
BİRİNCİ MES’ELE: Kudret-i Ezeliyye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyyenin lâzime-i zaruriyye-i zâtiyyesidir. Yâni, bizzarure zâtın lâzımesidir. Hiç bir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârız olamaz. Çünki: O halde cem’-i zıddeyn lâzımgelir. Mâdem acz, zâta ârız olamaz; bilbedâhe o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünki: herşey’in vücud merâtibi, o şey’in zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ: Hararetteki merâtib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kıyâs et… Fakat mümkinatta, hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadığından, mümkinatta zıdlar birbirine girebilmiş. Mertebeler tevellüd ederek ihtilâfat ile tegâyyürat-ı âlem neş’et etmiştir. Mademki Kudret-i ezeliyyede merâtib olamaz. Öyle ise, makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler, yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer, birtek nefsin ihyâsı gibi; bir baharın îcadı, birtek çiçeğin sun’u gibi; o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse; o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur.
Şu Söz’ün İkinci Makamı’nın Dördüncü «ALLAHÜ EKBER» Mertebesinin âhir fıkrasının hâşiyesinde, hem Yirmiikinci Söz’de, hem Yirminci Mektub’da ve zeylinde isbat edilmiş ki: Hilkat-i eşya Vâhid-i Ehad’e verilse, bütün eşya, bir şey gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; bir şey, bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.
İKİNCİ MES’ELE ki, kudret; melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri, mülk ciheti ki: Âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri, melekûtiyet ciheti ki; Âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelângâhıdır. Güzel, çirkin; hayır, şer; küçük, büyük; ağır, kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki: Sâni’-i Zülcelâl esbab-ı zâhirîyi, tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Tâ dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâ-lâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünki: Azamet ve izzet, öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tes’ir vermemiştir. Çünki: Vahdet-i Ehadiyyet öyle ister. Melekûtiyyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusatın renkleri, müzahrafatları, ona karışmaz. O cihet, vasıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona; illiyet, ma’lûliyet giremez. Eğribüğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, Şemse kardeş olur.
ELHASIL: O kudret hem basittir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde büyük küçüğe karşı tekebbürü yok. Cemâat ferde karşı rüchânı olamaz. Küll cüz’e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.
ÜÇÜNCÜ MES’ELE ki, kudretin nisbeti kanunîdir. Yâni: Çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mes’ele-i gamızayı birkaç temsil ile zihne takrib edeceğiz.
İşte kâinatta «Şeffafiyet» «Mukabele» «Müvazene» «İntizâm» «Tecerrüd» «İtaat» birer emirdir ki; çoğu, aza; büyüğü, küçüğe müsavi kılar.
Birinci Temsil: «Şeffafiyet» sırrını gösterir.
Meselâ: Şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; Şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsâl-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.
İkinci Temsil:« Mukabele Sırrıdır» Meselâ:
Zîhayat ferdlerden (yâni insanlardan) terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.
Üçüncü Temsil: «Müvazene» sırrıdır. Meselâ:
Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.
Dördüncü Temsil: «İntizâm» sırrıdır. Meselâ:
En azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.
Beşinci Temsil: «Tecerrüd» sırrıdır. Meselâ:
Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarını tağyîr etmez. Meselâ: İğne gibi bir balık, Balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedân gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.
Altıncı Temsil: «İtâat» sırrını gösterir. Meselâ: Bir kumandan, «Arş» emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.
Şu temsil-i itâat sırrının hakikatı şudur ki: Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenâb-ı Hakk’ın evâmir-i tekvîniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur. Hususî kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın «Kün» emrine itâatı, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itâatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen «Kün» emr-i ezelîsine mümkinatın itâatı ve imtisâlinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Lâtif su, nâzik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itâat sırrının kuvvetini gösterir.
Şu altı temsil; hem nâkıs, hem mütenâhî, hem zaif, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşâhede görünse; elbette hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan îcad eden ve bütün ukulü hayrette bırakan, hem âsâr-ı âzametiyle tecelli eden kudret-i ezeliyeye nisbeten şübhesiz herşey müsavidir. Hiç şey ona ağır gelmez (Gaflet olunmaya). Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’âdı izale için zikredilir.
Üçüncü Esâs’ın netice ve hülâsası: Mâdem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahîdir. Hem Zât-ı Akdes’e lâzime-i zaruriyedir. Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti, ona müteveccihtir. Hem ona mukabildir. Hem tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibariyle müvazenettedir. Hem şeriat-ı fıtriye-i kübrâ olan nizâm-ı fıtrata ve kavanin-i âdetullaha mutî’dir. Hem mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfidir. Elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise haşirde bütün zevil-ervahın ihyası, bir sineğin baharda ihyasından daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ fermânı mübalâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeamız olan «Fâil muktedirdir, o cihette hiçbir mâni yoktur» kat’î bir Sûrette tahakkuk etti.
Dördüncü Esâs
Nasıl kıyamet ve haşre muktazî var ve haşri getirecek fâil dahi muktedirdir. Öyle de: Şu dünyanın, kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte şu mahal kabildir olan müddeamızda dört mes’ele vardır.
Birincisi: Şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir.
İkincisi: O mevtin vukuudur.
Üçüncüsü: O harab olmuş, ölmüş dünyanın, âhiret Sûretinde tâmir ve dirilmesinin imkânıdır.
Dördüncüsü: O mümkün olan tâmir ve ihyânın vuku bulmasıdır.
Birinci Mes’ele: Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünki bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâ-külli-hal neşvünema vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâ-külli-hâl bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâ-külli-hal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gâyet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet nasılki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. Hem nasılki kâinatın bir nüsha-i Mûsağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrib ve inhilâlden başını kurtaramaz. Öyle de: Şecere-i hilkatten teşa’ub etmiş olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahribden, dağılmaktan kendini kurtaramaz. «Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel irade-i ezeliyenin izni ile, hâricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni’-i Hakîm’i dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki:
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ وَاِذَا الْجِبَالِ سُيِّرَتْ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ وَ اِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
mânaları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müdhiş bir savt ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.
İNCE REMİZLİ BİR MES’ELE
Nasılki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lâfz, mâna zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaifleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de: Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. Kudret-i Fâtıra, gâyet hayret verici bir faaliyetle kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Evet, hakikat ne kadar zaif ise de ölmez, Sûret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, Sûretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve Sûret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. sâbit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatla Sûret, mâkûsen mütenasibdirler. Yâni: Sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve Sûreti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelâl’in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir Sûrette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir.
Elhasıl: Dünyanın mevti mümkün, hem hiç şübhe getirmez ki mümkündür.
İkinci Mes’ele: Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes’eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyüratının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.
Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyyenin işaret ettiği Sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları, dakik, ulvî bir nizâm ile birbirine bağlanmış. Hafî, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizâm içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyyeden tek bir cirm, «Kün» emrine veya «Mihverinden çık» hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz fezâ-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müdhiş sadaları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasebeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezâhür eder.
Üçüncü Mes’ele: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünki İkinci Esâs’ta isbat edildiği gibi; kudrette noksan yoktur. Muktazî ise, gâyet kuvvetlidir. Mes’ele ise mümkinattandır. Mümkün bir mes’elenin gâyet kuvvetli bir muktazîsi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise, ona mümkün değil, belki vâki Sûretiyle bakılabilir.
REMİZLİ BİR NÜKTE
Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemâl noksan, ziya zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, îman küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor. Daima tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit, Cennet-Cehennem Sûretinde tezahür edecektir. Mâdem âlem-i beka, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esâsiyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcûdâtın iki havzıdır ve lûtuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktır.
Şu Remizli Nükte’nin sırrı şudur ki:
Hakîm-i Ezelî inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizası ile, şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esmâ-i hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış ve tecrübe ve imtihan ise neşvünemaya sebebdir. O neşvünema ise, istidadların inkişafına sebebdir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebebdir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebebdir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni’-i Zülcelâl’in esmâ-i hüsnâsının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektûbât-ı Samedâniye Sûretine çevirmesine sebebdir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki; ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır…
İşte bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu Sûrette irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektûbatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcûdât, vezaifini îfâ etti. Mahlûkat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san’atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni’-i Zülcelâl’in hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esmâ-i hüsnânın tecellilerinin hakikatlarını, o kalem-i kader mektûbâtının hakaikını, o nümûne-misâl nukuş-u san’atının asıllarını, o vezaif-i mevcûdâtın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri mânaların hakikatlarını ve istîdad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbab-ı zâhiriyenin perdesini yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâl’ine teslim etmesi gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkûr hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir Sûret alıp, taifeleri وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا اْلمُجْرِمُونَ tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir Sûret giyerek ehil ve ashâbı سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ hitabına mazhar olacak. Yirmisekizinci Söz’ün Birinci Makamının İkinci Sualinde isbat edildiği gibi; Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sâbit bir vücud verir ki; hiç inhilâl ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünki inkırâza sebebiyet veren tegayyürün esbabı bulunmaz…
Dördüncü Mes’ele: Şu mümkün, vâki olacaktır. Evet dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan zât, yine daha güzel bir Sûrette onu tâmir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil başta Kur’an-ı Kerîm binler berâhin-i akliyyeyi tâzammun eden umum âyâtıyla ve bütün Kütüb-ü Semâviyye bunda müttefik bulunduğu gibi; Zât-ı Zülcelâl’in evsaf-ı celâliyyesi ve evsaf-ı cemâliyyesi ve esmâ-i hüsnâsı, bunun vukuuna kat’î Sûrette delâlet ederler ve enbiyaya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile kıyâmeti ve haşrin îcâdını va’detmiş. İşte mâdem va’detmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Söz’ün Sekizinci Hakikatına müracaat et. Hem başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bin mu’cizâtının kuvveti ile, bütün enbiya ve mürselînin ve evliya ve sıddîkînin, vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi; şu kâinat bütün âyât-ı tekvîniyyesiyle, vukuundan haber veriyor.
Elhasıl: «Onuncu Söz» bütün hakaikıyla, «Yirmisekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyema»lardaki bütün berahiniyle, gurub etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû’ edeceği derecesinde bir kat’iyetle göstermiştir ki: Hayat-ı dünyeviyyenin gurubundan sonra şems-i hakikat, hayat-ı uhreviyye Sûretinde çıkacaktır.
İşte baştan buraya kadar Beyânâtımız, İsm-i Hakîm’den istimdad ve feyz-i Kur’andan istifade Sûretinde kalbi kabûle, nefsi teslime, aklı iknaa ihzâr için «Dört Esâs» söyledik. Fakat biz neyiz ki, buna dair söz söyleyeceğiz. Asıl şu dünyanın sahibi, şu kâinatın Hâlıkı, şu mevcûdâtın Mâliki ne söylüyor.. Onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki, fuzûliyâne karışsın…
İşte o Sâni’-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan taifelerin umum saflarına hitaben îrad ettiği hutbe-i ezeliyyesinde, kâinatı zelzeleye veren:
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
ve bütün mahlûkatı neş’elendiren, şevke getiren
وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ َتجْرِى مِنْ َتحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
gibi binler fermanları, Mâlik-ül Mülk’ten, Sâhib-i Dünya ve Âhiret’ten dinlemeliyiz. «Âmenna ve Saddakna» demeliyiz.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى الِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى الِ سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ
* * *
“MELEKLER”
Semâvât âlemi, yeryüzüne ayak bastığı günden beri âdemoğlunun hep ilgisini çekmiştir. “Acaba orada yaşayanlar var mı? Varsa kimlerdir? Yaşam biçimleri nasıldır? Onlarla irtibat kurmak mümkün müdür? Ne ile uğraşırlar?” gibi sorular insanoğlunu bugüne kadar hep meşgul etmiştir.
Gerek semâvî dinlerde gerekse diğer inanışlarda semâvât sakinlerine farklı isimler verilerek değişik anlamlar yüklenmiştir.
Bu çalışmada sadece semâvâtta değil, vazife icabı kâinatın her yerinde bulunabilen semâvâtın bu nurlu sakinlerinin yani meleklerin varlıklarına dair aklî ve naklî deliller getirilerek onların sıfat ve özellikleri, bazılarınınsa hususî vazifeleri ele alınacaktır.
Arapça’da Melek kelimesi “göndermek” anlamındaki “l’ek” kökünden olup “haberci, elçi, güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan, yöneten manalarına gelmektedir. Çoğulu melâikedir.
SORU:
ALLAH’IN (cc) MELEKLERE İHTİYACI MI VAR? (hâşâ) HER ŞEYE GÜCÜ YETTİĞİ HALDE KÂİNATTAKİ İŞLERİ NİÇİN MELEKLERİNE YAPTIRIYOR?
CEVAP:
“Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” (Yasin, 82)
“Allah, Samed’dir (her şey her cihetle O’na muhtaç olduğu halde, O hiçbir şeye muhtaç olmayandır)!” (İhlas, 2)
ALLAH HİÇBİR ŞEYE MUHTAÇ DEĞİLDİR
Yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan Allah, yarattığı hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi meleklerine de muhtaç değildir
Allah (c.c) sonsuz ilim ve kudret sahibidir. Sonsuz ilim ve kudreti ile tek başına her varlığı yaratır. Yarattıklarını istediği şekilde idare eder.
MELEKLER ÇALIŞARAK ALLAH’A İBADET EDERLER
Allah’ın (c.c) her an emrini dinleyen vazifeli memurlardır. Meleklerin yaptığı işler, Allah’a yardım değil O’na (c.c) olan ibâdetleridir.
Meleklerin büyük bir kısmı sadece Allah’ı (c.c) tesbih etmek ile vazifelidir. Kâinattaki düzeni sağlamakla vazifeli olan “amele” melekleri ise hem tabiat kanunları (Âdetullah) ile ilgilenirler hem de Allah’ı zikretmeye devam ederler.
“Amele” melekleri zerreden en büyük gezegenlere kadar her varlığın idaresindeki kanunların uygulanmasında bizzat bulunup, hizmet ederler.
Meleklerin bu kanunları uygulamaları, onların ibâdetleri hükmündedir. Diledikleri gibi yönetme yetkileri yoktur. Meydana gelen her bir durum ve vaziyet Allah’ın (c.c) kontrolü altındadır. Her şey Allah’ın (c.c) yaratması ve düzenlemesi ile olur. Melekler ise Allah’ın her an her emrine itirazsız itaatle ibâdet eden, kâinattın nurdan işçileri hükmündedirler.
ALLAH (C.C) MELEKLERİNDE KENDİ İSİM VE SIFATLARINI SEYREDER
Melekler Allah’ın yardımcıları değil, kendisine ait olan mükemmel isim ve sanatlarını görmek için yarattığı hizmetkârlarıdır.
Her güzel güzelliğini görmek ister. Mesela bir sanatkâr eşi benzeri olmayan bir sanat ortaya koyduğunda ondaki güzelliği ilk önce kendisi izlemek ister. Ve bundan lezzet alır.
İşte Allah (c.c) hem hayret hem hayranlık uyandıran sanat harikası meleklerini öncelikle kendisi seyreder. Çünkü meleklerdeki yüksek kabiliyet, güzellik ve mükemmellik Allah’a (c.c) ait olup, Allah’ın (c.c) isimlerinden akseden parıltılardır.
Allah’ın (c.c), meleklerini çalışırken izlemesi, sanatındaki kendi kudretini, rahmetini, idare ve egemenliğini izlemesi demektir. Allah (c.c), kendi isimlerinin muhteşem faaliyetlerini melekleri üzerinde seyreder.
Allah’ın (c.c), meleklerini idare edip ihtiyaçlarını temin etmesi ve onlara lütuflarda bulunmasından gelen bu lezzetin eşi ve benzeri kesinlikle yoktur. Bu lezzet Allah’ın (c.c) kendi yüce zatına layık “mukaddes bir lezzeti” olup insan bunu tabirden ve idrakten acizdir.
MELEKLER KENDİ İŞLERİNDE ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARINI SEYREDERLER
Allah’ın öyle kanunları vardır ki; bu kanunları meleklerine öğretmiştir. Meleklerine Allah (c.c) bu muhteşem kanunlarını işlettirerek kendi isim ve sıfatlarına hayran bıraktırmaktadır.
Hem şu kâinat Allah’ın (c.c) hayret verici ve olağan üstü sanat eserleriyle dolu muhteşem bir sergisidir. Her bir sanatkâr sanatındaki incelik ve güzellikleri anlayacak ve takdir edecek seyircilerin bulunmasını ister.
İnsanlar ve cinler bu mükemmel kâinat sergisindeki takdir edilmesi gereken pek çok sanatı görebilmek için yeterli gelmiyor. Bunun için Allah, bütün isim ve sıfatlarını seyredip takdir etmeleri için yerin merkezinden yedi kat semaya kadar her yerde bulunabilen meleklerini yaratmıştır.
Melekler Allah’ın (c.c) kendilerine emrettiği işleri yapmakla birlikte bu işlerde Allah’ın isim ve sıfatlarını hayranlıkla izlerler. Ve Allah’ı (c.c) hamd ü sena ile tesbih edip, sanatını ve icraatını takdir ederler.
Mesela, gök gürültüsü, Ra’d meleğinin Allah’ın (c.c) kudretini ilan eden bir tesbihi hükmündedir. Hem görevini hem de tesbihini yapar.
MELEKLER ALLAH’IN (C.C) İZZET VE AZAMETİNİ GÖSTEREN PERDELERDİR
“İşlerinde akılların hayrette kaldığı O Zât her türlü kusurdan nihayet derecede münezzehtir.” (Nevevi)
Allah her işi bizzat kendisi yaptığı halde izzet ve azametine zarar gelmemesi için sebepleri kendisine perde yapmıştır. Çünkü insanların pek çoğu cahil olmakla beraber yüzeysel bir bakış ve dar bir düşünce içindedirler. Bu hal çok büyük ve kıymetli işlere küçük, basit ve abesmiş gibi bakılmasına sebep olur. Ve hâşâ: “Allah neden böyle küçük işlerle meşgul oluyor” düşüncesi ile insan Allah’ın o işteki büyüklüğünü idrak edemez.
Hem çok hikmetleri olduğu halde, ilk bakışta çirkin gibi görünen hadiseler vardır. Allah (c.c) bu hadiselerde “İzzetini” muhafaza için kendisini gizler. Böylece “Azameti”nin tenkit edilmesine ve sonsuz “Merhameti”nin, merhametsizce eleştirilmesine ve suçlanmasına izin vermez.
Hatta pek çok kimseler bu gibi hadiselerin iç yüzündeki güzelliği göremez ve gördükleri çirkinliği Allah’a (c.c) (hâşâ) yakıştıramayarak Allah’ın izzet ve azametini tenkit etmeye kalkarlar. Bundan dolayıdır ki Allah (c.c); İzzetine ve azametine dil uzatılmaması için melekleri ve sebepleri bu durumlarda araya perde olarak koymuş böylece insanları bu ağır mesuliyetten kurtarmayı dilemiştir.
Şu da bilinmelidir ki; melekler Allah’ın (c.c) temiz ve pak perdeleridir. Allah, haksız şikâyetlere maruz kalmamaları için meleklerine de perde olacak sebepler yaratmıştır.
Bir rivayette vardır ki: “Azrail (as) Allah’a (c.c) yalvararak demiş ki: “Ruhları teslim alma vazifesinde senin kulların bana küsecekler, benden şikâyet edecekler.”
Allah (c.c) ona cevaben demiş: Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım. Ta kullarımın şikâyetleri onlara gitsin sana gelmesin.”
İşte ölüm geldiğinde nasıl hastalıklar ve musibetler insanlar ile Azrail (as) arasında bir perdedir. Azrail (as) hiç akla gelmez. Aynen bunun gibi Azrail’in (as) kendisi de bir perdedir. Ta ki ölümdeki hikmetleri, güzellikleri, faydaları göremeyen insanların haksız isyan ve şikâyetleri Allah’a (c.c) gitmesin.
“Her kim Allah’a, Allah’ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mikail’e düşman olursa iyi bilsin ki Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara, 98 )
1-Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur
1- Nasıl ki Müslümanlar bir ümmettir ve İslâm şeriatını yaşamak ile emir olunmuşlardır; öyle de melekler de fıtri şeriatı, yani yaratılış kanunlarını uygulamakla vazifelendirilmişlerdir.
2- Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatab, hem de mükellef olmuş.
2- Çünkü Allah’ın iki çeşit şeriatı yani kanun düzeni vadır. Bu iki şeriatın kaynağı ise Allah’ın sübûtî sıfatlarından iki farklı sıfatıdır.
Biri büyük biri küçük iki insan, bu iki şeriatın muhatap ve sorumlusudur.
3- Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî, insan-ı ekber olan âlemin ahvalini, hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir o meşiet-i Rabbanî. (Allah’ın dilemesi)
3- O sıfatlardan birincisi Allah’ın irade, yani dileme sıfatıdır. Onun tecellisi olan şeriata, şer’-i tekvini ya da şeriat-i fıtriye yani yaratılış kanunları denir. Allahu Teala âlemin ve varlıkların yaratılışının bir düzen üzere olmasını dilemiştir. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi fen bilimlerinin tespit ettikleri kanunlar, Yüce Allah’ın yaradılışa düzen vermek için irade ettiği ve uyguladığı kanunlardır. Her şeyi yaratan Allah’tır. O kanunlar sadece Rabbimizin nasıl bir yaratma tarzı takip ettiğini ifade ederler. Şu koca kâinat adeta büyük bir insan hükmünde yaratılmıştır. İnsanda bulunan bütün özelliklerin asılları âlemde vardır. İşte bu büyük insan olan âlemin de tâbi olduğu bir şeriat vardır. Fakat bu şeriat âlemde muhakkak surette uygulanır. Yaratılmışların halleri ve hareketleri ona göre düzene girer. Bu kanunlara uymakta varlıkların bir seçme şansı yoktur. Mesela her doğan ölür. Bu bir yaratılış kanunudur. Bu konuda hiçbir kimsenin bir tercih şansı yoktur. Ya da su yüz derecede kaynar. Kimse ben elli derecede kaynamasını istiyorum deme hakkına sahip değildir. Çünkü bu kadar geniş bir âlemde ve bu kadar hassas ölçülerle kurulan bir düzende Allah’tan başkasının yaratılışa parmak karıştırması mümkün olsa idi düzen alt üst olurdu. “Semada ve arzda Allah’tan başka bir ilah olsaydı ikisi de muhakkak bozulurdu” (Enbiyâ, 22) mealindeki ayet-i kerime düzene ikinci bir parmağın karışmadığına işaret eder.
4- Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir.
4- Aslında bütün âlemde kurulu bu ilâhî düzenin adının şeriat-i fıtriye, yani yaratılış şeriatı olması daha doğrudur. Ama maalesef yanlış olarak pek çok insanın dilinde “tabiat kanunları” tabiri yerleşmiştir. Hâlbuki bu tabir, bu düzenin sanki tabii olarak, yani kendiliğinden ortaya çıktığı gibi bir anlama gelmektedir. Bir odanın düzeni bile kendiliğinden ortaya çıkmazken bütün kâinatın sonsuz düzenleri hiç kendiliğinden ortaya çıkar mı?
5- Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanın ef’âlini (fiillerini), ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazan eder içtima’.
5- İkinci şeriatin kaynağı ise Allah’ın kelâm, yani konuşma sıfatıdır. Allah kelâm sıfatının bir tecellisi olarak semavî kitaplar indirmiş ve insanlara hitâb etmiştir. Büyük âlemde olan şeyler küçültülmüş mikdarlarda insanda bulunur. Adeta insan âlemden süzülmüş bir özdür. Bu yönden insan küçük bir âlem gibidir. İşte büyük âlemin tâbi kılındığı kurallar olduğu gibi küçük bir âlem olan insanın da tâbi olması gereken kurallar vardır. Allah’ın kelâm sıfatından gelen ve insanların yaşayışlarını düzenleyen bu kanun ve kurallara İslâm şeriatı diyoruz. Yalnız insan bu dünyada imtihan olunduğu için ona bir seçme hakkı tanınmıştır. Yani dilerse bu düzene uyar, dilemezse uymaz. Uyanlar kazanın. Uymayanlar kaybeder. Yaratılış şeriatında ise böle bir tercih şansı yoktur. Bazen bu iki şeriatın kanunları birleşir. Yani İslâm şeriatının emir ve yasakları kâinatta cârî olan bu kanunlara uygun bir şekilde gelmiştir. Mesela Allah şeriat-i fıtriyesi ile yaratırken tertemiz ve ölçülü ve israfsız yarattığı gibi İslâm şeriatiyla da insanların temiz, ölçülü ve iktisadlı olmasını emr eder. Bu iki şeriatin birbirine uyumunu Üstad Bediüzzaman 30. Lem’ada şu satırlarla izah eder.
“Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık (ölçüsüzlük) yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamından gelen tanzif ve nezafet (temizlik), bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.
İşte hakaik-i Kur’âniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad, nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye (Kur’ân’ın hükümleri) ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil.”
6- Melâike-i İlahî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhanî (dir). Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil.
6- Allah’ın melekleri ise büyük bir ümmet ve ilâhî bir ordudur. İnsanlar bahsi geçen ikinci şeriatın uygulayıcıları oldukları gibi melekler de kâinatta câri olan kanunların uygulayıcılarıdırlar. O şeriatin ameleleri hükmündedirler. Mesela Peygamber Efendimiz (sav) “Her bir yağmur tanesini yeryüzüne bir melek indirir” buyurmakla meleklerin yağmur yağmasında ve yağmurun bağlı olduğu kanunların uygulanmasında vazifelerine işaret etmiştir. Yalnız burada şuna dikkat etmek gerekir: Melekler de kâinattaki diğer sebepler gibi Allah’ın yaratmasında rol almış zâhirî birer sebeptirler. Hakiki manada yaratmak Allah’a mahsustur.
7- Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.
7- Meleklerin diğer bir kısmı ise Allah’ı zikir ve tesbih eden kullardır. Yaptıkları iş sadece ibadet etmektir. Mukarrebûn denilen diğer bir kısım makamca yüksek ve Arşa yakın olan melekler ise Allah’tan gelen çok yüce feyizlere dalmış ve âdeta kendilerinden geçmiş durumdadırlar.
İslâmiyet melâikenin varlığını hem aklî hem de naklî delillerle ispat etmiştir. Îmanın altı rüknünden biri de “melâikeye iman” olduğundan melâikenin varlığına iman etmek farzdır ve onları inkâr etmekse küfürdür. Duyularımızla müşahede edemediğimiz melekler, âlem-i gaybda Allah’ın mükerrem kullarıdır; latîf ve nurani varlıklardır.
MELÂİKENİN VARLIĞINA DÂİR AKLÎ DELİLLER:
Melâikeye iman öyle bir meseledir ki, bir tek meleğin varlığı ile melek taifesinin umumunun varlığı bilinir. Meleklerin varlığına dâir birçok aklî delil vardır. Bu delillerden bir kısmı aşağıda zikredilecektir:
1. Dünyadaki canlılar meleklerin varlığına delildir.
Dünyadaki canlılar meleklerin varlığına delildir; çünkü uzaya nispetle çöldeki bir kum tanesi mesabesinde olan dünyamızda milyonlarca canlı türünün yaşaması ve bir devridaim suretinde dünyanın sürekli canlı türleri ile doldurulup boşaltılması, uçsuz bucaksız semâvâtın boş bırakılmasını aklen kabul edilemez hale getirmektedir. Küçücük dünyayı bunca canlı ile doldurup kâinatın geri kalan kısmını boş bırakmak, büyük bir israf gibi görünmektedir. Hâlbuki âlemin hiçbir yerinde ve hiçbir ferdinde zerre kadar israf ve abesiyete müsaade etmeyen, hadsiz hikmetle iş gören bir zat, böyle bir çirkinliğe asla razı olmaz.
2. Canlı varlıklar sadece gördüklerimizle sınırlı değildir. Kâinatın her tarafı hayat ve şuur sahibi canlılarla doldurulmuştur.
İnsan, canlılardan sadece görüş alanına girenlerini görebiliyor. Bunun dışındaki varlıkları görebilmek için ya üstün özelliklere ya da onları görmeyi sağlayacak aletlere sahip olmak gerekir. Mesela bakteriler ve bir kısım mikroskobik canlılar çıplak gözle görülmez. Onları görmek için ya gözün görme kabiliyeti geliştirilmeli ya da bir mikroskop kullanılmalı. Çıplak gözle görünmeyen canlıları yok farz etmek yalnızca cehaletin delili sayılır. Hâlbuki o varlıkları görememek onların olmadıklarına delil olamaz. Aynen bunun gibi şu nihayetsiz semâvâtın her köşesini görecek gözlere, âletlere sahip olunmadığı halde orada (oraya münasip) canlıların yaşamadıklarını iddia etmek delilsiz bir varsayımdan öteye gidemez. Balıkları suda, aslanları karada yaşayacak şekilde uygun cihazlarla donatan Allah’ın, melâikeyi de semâvâta münasip bir şekilde yaratmasına engel hiçbir aklî neden yoktur.
3. Hayat, meleklerin varlığına delildir.
Varlık, hayatla değer kazanır. Hayat, varlığın kemal mertebelerindendir. Hayatı olmayan bir varlığın varlığı ile yokluğu arasında pek fark yoktur. Mesela büyük bir dağ bir karıncaya nispet edildiğinde, küçük olmasına rağmen karınca dağdan daha değerli olur; çünkü karınca hayat sahibidir. Yaşadığı çevreyle irtibatı, alış verişi vardır. Hatta kâinatla bir şekilde münasebeti vardır. Dünyadaki canlılara bakıldığında onların çok basit ve kesif maddelerden yaratıldığı görülür. O basit ve şeffaf olmayan maddeler hayatla, şuurla nurlandırılmıştır. Toprak ve su basit ve kesif iki maddedir. Fakat bunlardan sayısız canlıları yaratmakla bu iki unsur nurlandırılmıştır. Acaba pis bir sudan (meni) insanları ve hayvanları yaratan, kuru topraktan had ve hesaba gelmez bitki türlerini var eden bir zat, toprak ve suya göre daha şeffaf ve latif olan ateş gibi, nur gibi unsurları hayatsız, şuursuz bırakır mı? Kuru toprağa ve pis suya değer verip de ateşe, nûra ehemmiyet vermemek hikmetine yakışır mı? Elbette nihayetsiz hikmet sahibi olan o Zat-ı Hakîm, hikmetine bütün bütün zıt olan böyle bir abesiyete asla ve kat’a izin vermez. Basit unsurları hayatlı, şuurlu ve idrak sahibi canlılar yaratmak suretiyle değerlendirip de kıymetli olanları hayatsız ve şuursuz bırakarak israf etmez. Ateş gibi nur gibi latif ve şeffaf unsurlardan da latif ve nuranî varlıklar yaratması hikmetinin gereğidir.
4. Şuurun varlığı meleklerin varlığını gerektirir.
Şuur kelimesi lügatte “bir şeyi anlama, tanıma ve kavrama gücü” ya da “kendi varlığından, benliğinden haberdar olma hissi” olarak tarif ediliyor. Hayat nasıl ki varlıkları kıymetli bir hale getirir; varlık, hayatla değer kazanır. Aynen öyle de hayat da şuur ve idrakle nurlanır. Şuur ve idrakin derecesi ne kadar yükselirse hayatın değeri de o nisbette artar. Şuur varlıkları anlayıp tanımamız ve tefekkür edip âlemdeki sırları, hakikatleri kavrayıp keşfetmemiz için verilmiştir. Kendi varlık ve benliğimizin farkına vararak yaratılışımızı ve yaratıcımızı idrak edelim diye ihsan edilmiştir. Demek ki her şuurlu varlığın vazifesi, “şuuru nispetinde tefekkür etmek; yani düşünmek suretiyle âlemin sırlarını, hakikatlerini anlamak”tır.
Âlemdeki bunca hikmet, san’at, nizam ve intizam bir mana için vardır. O da yaratıcıyı tanıtarak varlığından haberdar kılmak, büyüklüğünü ve yüceliğini idrak ettirerek layık olduğu medh-ü senayı yaptırmaktır. Hikmet ve san’atı anlayıp kavrayacak varlıklar olmazsa Yaratanı kim tanıyacak; varlığından kim haberdar olacak? Demek ki hikmet, san’at, nizam ve intizam, şuur sahiplerinin varlığını zaruruî kılar. Şuurlu mahlûkat olmazsa hikmet bilinmez. San’atın, nizam ve intizamın değeri anlaşılmaz. Eğer şuur sahibi varlıklar sadece dünyada yaşıyor olsaydı kâinatın geri kalan kısmında şuurlu mahlûkat olmasaydı oralardaki bütün icraat, san’at ve hikmet bilinmeyecek; bu işler temaşa ve medh ü sena edilemeyeceğinden hadsiz bir israf edilmiş olacaktı. Hâlbuki insan şuurlu olmasına rağmen âlemin her tarafına gidebilecek imkâna sahip değildir. Hatta dünyadaki hikmet ve san’atı dahi tamamıyla anlayabilmiş değildir. Evet, o şuur sayesinde insanoğlu pek çok sırrı çözmüştür. Fakat daha çözül(e)memiş olan nice sırlar, hikmetler var. Mademki Allah ü tealâ dünyanın dışındaki âlemlerde de hadsiz hikmet ve san’atını sergiliyor, buraları nizam ve intizamı altında sevk ve idare ediyor. Nihayetsiz hikmet ve san’at, tefekkür edecek şuurlu mahlûkların varlığını gerekli kılar. Öyleyse o hikmeti, san’atı, nizam ve intizamı israf etmemek için oraya münasip şuurlu varlıkları da yaratacaktır. İşte o varlıklara İslâmiyet melâike adını vermiştir.
5. Allah’ın varlığı meleklerin varlığına delildir.
Allah’ın varlığına ve birliğine dâir olan bütün aklî deliller dolayısıyla meleklerin varlığına da delildirler. Çünkü Cenab-ı Hak gönderdiği bütün ilâhî kitaplarda onlardan bahsetmiş, haklarında bizlere pek çok bilgi verip onlara iman etmemizi emretmiştir. Madem aklî deliller Allah’ın varlığını ve birliğini bizlere ispat ediyor. O’nun kâinatın yegâne yaratıcısı ve hâkimi olduğunu gösteriyor. Nihayetsiz ilim, irade, kudret ve hikmet sahibi olduğunu bildiriyor. Kâinatın yaratıcısının her türlü kusurdan, ayıptan, eksiklikten, âcizlikten münezzeh olduğunu ifade ediyor. Öyle ise bütün bu vasıfların sahibi olan Zat’ın, yarattığını bildirdiği meleklerin varlığında hiçbir şüphe olmaması gerekir.
6. Peygamberler meleklerin hem şahidi hem de delilidirler.
Peygamberlerin hakkaniyetinin delilleri de meleklerin varlığını ispat eder; çünkü peygamberler meleklerle bizzat görüşmüş, vahyin büyük bir kısmı Cebrail (a.s.) vasıtasıyla peygamberlere ulaştırılmıştır. Doğruluk sıfatıyla her dâim muttasıf olan peygamberlerin melâike hakkındaki ittifakları, meleklerin varlığını güneş gibi ispat eder. Peygamberler davalarını hem aklen ve mantıken hem de ahlakî kemâlâtlarıyla muhataplarına verdikleri güven hissi ile ispat ederler. Gösterdikleri mucizeler ise şüphe ve tereddütleri ortadan kaldırıp, inkârcıların inatlarını kırmak içindir. Madem peygamberler aklî ve mantıkî delillerle, ahlakî faziletleriyle, gösterdikleri mucizeleriyle davalarını ispat etmişlerdir; öyle ise bütün peygamberler varlıklarını ittifakla haber verdikleri meleklerin varlığına hem şahid hem de delildirler. Acaba yüz yirmi dört bin peygamberin mucizelerine ve müşahedelerine dayanarak varlıklarını ittifakla haber verdikleri melâikenin vücudunu kim inkâr edebilir? Bu kadar sadık şahidleri kim bulunan bir davayı yalanlayabilir?
7. Kur’ân, hakkaniyetinin delilleriyle melâikenin varlığını ispat eder.
Kur’ân’ın hak kelamullah olduğunu gösteren bütün deliller melâikenin vücudunu da ispat eder; zira melâikenin varlığı ve vasıfları hakkında en geniş izahat onda zikredilmiştir. Eğer Kur’ân gerçekten Allah’ın kelamı ise onda bahsi geçen her şey doğrudur, haktır. Bin dört yüz küsur seneden beri insanlığa yol gösteren Kuran’ın hakikatlerinin aksi ispat edilememiş; hiçbir davası çürütülememiştir. Öyle ise Kur’ân’ın beyanatına dayanılarak kat’i bir kanaatle denilebilir ki, melâike vardır ve Kur’ân’ın hak ve kelamullah olduğu hakikatini çürütemeyen hiç kimse melâikenin varlık delillerini de çürütemez ve onları inkâr da edemez.
8. Evliyalar keşif ve kerametlerinin şahitliğiyle meleklerin varlığına delildirler.
Evliyalar peygamberlerin getirdiği dinî hakikatleri baş ve gönül gözü ile ayne’l-yakîn veya hakka’l-yakîn suretinde, yani görüp yaşayarak, keşf ve zevk ederek ispat ederler. Evliyaların melekleri müşahedeleri de melâikenin varlığına bir delildir. Meslek ve mezhepleri birbirinden farklı, zaman ve mekân itibariyle birbirinden uzak, keşif ve kerametleriyle davalarını ispat eden velilerin, ittifakla meleklerden haber vermeleri bu davaya kuvvetli bir delildir.
9. Avam-ı nâsın melâikeyle görüşüp konuşmaları meleklerin vücuduna delildir.
Gerek Kur’ân’da ve gerekse diğer semâvî kitaplarda meleklerin insanlarla da zaman zaman muhatap oldukları anlatılır. Yeryüzündeki insanların neredeyse dörtte üçünün inandığı semâvî kaynaklı kitaplarda insanların bazı istisnai durumlarda meleklerle karşılaşıp konuştuklarına dair ittifak vardır. Kur’ân’da Hazreti İbrahim’in yanına gelen melekleri insan zan edip onlara yemek hazırlaması, (Hud 69–70) Lut aleyhisselamın kavmine yakışıklı gençler suretinde görünmeleri ve onlarla aralarında geçen olaylar sadece peygamberlerin değil, sıradan insanların da melekleri gördüğüne delildir. (Hud 77–83)
Ayrıca Bedir Harbi’nde müşriklerin melekleri görüp onların kimler olduğunu sahabilerden sorması gibi hadiseler sıradan insanların bile melekleri gördüğüne delildir.
Lût kıssası, Tevrâtın Tekvin Kitâbı’nın 13, 18 ve 19. bablarında anlatılır. “İki melek akşamleyin Sodom’a vardılar. Lut kentin kapısında oturuyordu. Onları görür görmez karşılamak için ayağa kaltı. Yere kapanarak, “Efendilerim” dedi, “Kulunuzun evine buyurun. Ayaklarınızı yıkayın, geceyi bizde geçirin. Sonra erkenden kalkıp yolunuza devam edersiniz.” Melekler, “Olmaz” dediler, “Geceyi kent meydanında geçireceğiz.” (Tekvîn: 19/2.)
Ama içerideki adamlar (Melekler) uzanıp Lut’u evin içine, yanlarına aldılar ve kapıyı kapadılar. Kapıya dayanan adamları, büyük küçük hepsini kör ettiler. Öyle ki, adamlar kapıyı bulamaz oldu. (Tekvîn: 19/10–11.) Tevratın bu ifadeleri Kur’ân’ın ifadelerine çok cihetlerle benzemektedir.
İncil’de meleklerin insanlarla diyalog kurdukları şöyle anlatılır: Melek kadınlara şöyle seslendi: “Korkmayın! Çarmıha gerilen İsa’yı aradığınızı biliyorum. (Matta 28/5)
Melekler yanlarından ayrılıp göğe çekildikten sonra çobanlar birbirlerine, “Haydi, Beytehem’e gidelim, Rabb’in bize bildirdiği bu olayı görelim” dediler. (Luka 2/15)
10. Bütün inanışlarda melek inancının var olması meleklerin varlığını ispat eder.
Gerek semâvî gerekse semâvî olmayan inançlarda melek kavramının bir şekilde bulunuyor olması da meleklerin varlığına delildir. Melâikenin varlığına naklî deliller başlığı altında genişçe izah edileceği gibi hem ehl-i akıl hem ehl-i nakil meleklerin varlığında ittifak etmişlerdir. Bu kadar büyük bir çoğunluğun ittifak ettikleri bir meselede nasıl şüphe edilir? Bu kadar insanın iman ettiği bir hakikat nasıl akıldan uzak görülebilir? Meleklerin varlığını inkâr eden insan bütün semâvî dinleri ve kitapları, peygamberleri, evliyaları ve meleklerin varlığını kabul eden bütün inanışları inkâr etmiş olur. Acaba bu kadar kuvvetli bir delili inkâr edenin aklından şüphe etmek daha yerinde olmaz mı?
Buraya kadar zikredilen delillere bakıldığında ortaya çıkan gerçek şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen câizdir. Bu mesele hakkındaki aklî deliller sadece saydıklarımızdan ibaret değildir. Bunlar denizden bir damla, dağdan bir zerre hükmündedir.
MELÂİKENİN VARLIĞINA DÂİR NAKLÎ DELİLLER:
Melâikenin varlığını ispat eden nakli delillerin en büyüğü hiç şüphesiz semâvi kitapların verdiği haberlerdir. İlâhi kaynaklı bütün semâvî kitaplarda meleklerden bahsedilmiştir. Meleklerin sıfatlarında birtakım farklı inanışlar bulunmakla beraber varlıklarında ittifak edilmiştir. Bunların dışındaki inanışlarda da melek inancı vardır.
Yahudilikte melekler: Bütün Yahudi mezhepleri melekleri kabul etmektedir. Yahudi inancına göre melekler yaratılışın ikinci veya beşinci gününde ateşten yaratılmış saf ruhlardır. Rabbinik literatüründe melekler insanlardan üstün görülmekte, ancak faziletli insanın meleklerden daha üstün olduğu belirtilmektedir. Melekler sınırlı iradeye ve ilahî bilgiye sahip olmakla beraber geleceği ve kıyamet saatini bilmezler. “Allah oğulları (melekler) insan kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar.” (Tekvin, 6/2) sözüne dayanılarak meleklere bir cinsiyet atfedilmektedir. Meleklerin kanatlarından ve uçmalarından bahsedilmesi onların kuvvet ve süratlerine işaret içindir. Melekler yeryüzünden önce yaratılmıştır.
(Eyub, 38/ 6,7)
Onlar gökte ikamet etmektedirler.
(Tekvin, 28/12)
Ruhani tabiatlı görünmez varlıklardır. Yeryüzüne görev için geldiklerinde insan şekline girer ve insan gibi konuşurlar.
(Tekvin, 18/8)
Yahudilik’te meleklerin görevlerini Tanrı’nın yardımcıları olmaları, O’na ibadet etmeleri, vahyi ve şeriatı tebliğ etmeleri, insanları korumaları ve onlara yardım etmeleri, Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapmaları şeklinde özetlemek mümkündür.
Hristiyanlıkta melekler: Hıristiyanlıktaki melek inancı Yahudilikteki melek inancı ile benzer nitelikler taşımaktadır. Yeni Ahid’de iyi ve kötü melek tabiri vardır. (Matta, 25/41; Vahiy, 12/7) İyi meleklerin semada ikamet edip Allah’ı tesbih ettikleri ve O’nun huzurunda bulundukları, O’nun ordusunu teşkil ettikleri, oradan yeryüzüne indikleri ifade edilmektedir. (Matta, 18/10; Luka, 1/19) Melekler sınırlı bilgi ve iradeye sahiptirler. (Matta, 24/36; Markos, 13/31–32) İnsan suretinde görünmektedirler. Kendi aralarında sınıflandırılmışlardır. Duman ve ateşten yaratılmışlardır. İncillerde meleklerin sık sık belirli şekiller altıda görünmeleri onlara beden atfedilmesine sebep olmuştur.
Hıristiyanlıkta meleklerin görevleri; genel olarak Tanrı’nın emirlerini insanlara iletmek, insanlara muhafızlık edip onların kurtuluşlarını istemek ve gerektiğinde cezalandırılmalarında aracı olmaktır.
İslâmiyet’te melekler: İslâmiyet’te melekler farklı suretlere girebilen fakat duyularla algılanamayan nurani varlıklar olarak tarif edilir. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de (Bakara 2/85; Nisa 4/136) ve gerekse tevatür derecesine gelen hadislerde onlardan bahsedilmiş,(Buhari, “İman”, 37; Müslim, “İman”, 1) iman esasları arasına gösterilmiştir. Nurdan yaratıldıkları, (Müsned, V1, 168; Müslim, “Zühd”, 60) Hazreti Âdem’den önce mevcut bulundukları, Allah’ın hitabına mazhar olup O’nunla bizzat konuştukları, (Bakara 2/30–34; Hicr 15/28–29), hiçbir şey yiyip içmedikleri, (Hud 11/69–70; Zariyat 51/24–28) Kuvveleri şiddetli ve güçlü oldukları, (Necm 53/5; Nisa 4/136) ifade edilmiştir. Ayrıca müşriklerin “Melekler Allah’ın kızlarıdır” şeklindeki ifadeleri red edilmiştir. (Saffat 37/149–150; Zuhruf 43/19) Meleklerin görevleri arasında diğer mahlûkat gibi sürekli Allah’ı tesbih etme, (A’raf 7/206; Ra’d 13/13, Enbiya, 21/20), O’na secde etme, emirlerini yerine getirme, (Nahl 16/49–50; Tahrim 66/6), Peygambere salât-ü selam getirme, (Ahzab, 33/56), mü’minler için dua ve istiğfarda bulunma (Mü’min, 40/7–9) gibi davranışlar sayılmaktadır. Ayrıca türlerini ve sayılarını Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ifade edilmiştir.
(Müdessir, 74/31)
Diğer inançlarda melekler: Babil dininde hem Melekler hem de Cinler vardır. Babil’de Asur’da tanrılarla insanlar arasında sürekli bir ilişki kurulduğuna inanılır. Her kişinin birisi önden, diğeri arkadan yürüyen veya biri sağında, biri solunda iki koruyucu meleği vardır. Şedu ve Lamassu denilen, kanatlı boğa şeklinde tasvir edilen, sarayların ve mâbedlerin girişlerinde bekçilik yapan cine benzer varlıklar mevcuttur. (Finet, s. 37–49)
Sümerlerde Melekler yedi gruba ayrılır; bunlar da iyi ve kötü melekler olarak sınıflandırılırdı. İyi meleklerin insanlara iyilik yapıp onları koruduklarına, kötülerin insanlara kötülük yapıp zarar verdiklerine inanılırdı.
(Dhorme, s. 46–47, 266–277)
Hititlerde tanrılar derece itibariyle kendisinden daha aşağıda bulunan Sukkallu adı verilen bazı elçilere ve Guzallu adındaki taht taşıyıcılarına sahipti. Bir kısım Hitit metinlerine göre ana tanrıçanın emrinde elçilik yapan iyilik ve kötülük melekleri vardı. (IDB, I, 129–130)
Zerdüştîlikte Zend Avesta metinlerinde Ahura Mazda’nın yanında Ameşa Spenta (kutsal ölümsüzler) denilen altı baş meleğin bulunduğu belirtilmektedir. Meleklerin insanlara şefaatçi olup onları kötülüklerden koruduklarına inanılır. Ahura Mazda meleklerden oluşan ordusuyla Angra Mainyu ve Deva adı verilen şeytanlardan oluşan ordusuyla sürekli savaş halindedir. Meleklerin temel görevleri tanrı ile insan arasındaki mesafeyi birleştirmek, ilâhî planı, irade ve kanunu bildirmektir. Avesta’da Angra Mainyu kötü, Spenta Mainyu ise iyi ruh olarak kabul edilir. (Christensen, s. 29; IDB, I, 134; ER, I, 283)
Hinduizm, Budizm, Konfüçyüsçülük, Jainizm gibi dinlerde insana vahiy getiren melekleden ziyade kötülük simgesi varlıklara inanç vardır. Hint dinlerinde semada ikamet eden ve ölümlülere görünmeyen “Deva”lar ve “Asura” denilen kötü güçler vardır. Ayrıca “Biruni Deva” denilen meleklerin bulunduğu bunların başkanının “Mahadeva” olduğu, “Deva” isminin ondan geldiği, Hintlilere göre 330 milyon melek bulunduğu ifade edilmektedir. Hintliler’in melekler için yeme, içme, ölüm ve diğer beşeri halleri câiz gördükleri, onların bu dereceye ilimle değil ibadetle varmış olduklarına inandıkları dile getirilmektedir.(Tümer, s. 161)
Taoizm’in oluşturduğu Çin dinlerinde genellikle değişik nitelikteki ruhlardan oluşan görünmez bir dünya vardır. Melek inancı özellikle mistik Taoizm’de vardır. Shang-ch’ing denilen en yaygın mistik akıma göre Yang Hsi gökten gelen bir düzine varlık tarafından ziyaret edilmiş ve kendisine birçok kitap yazdırılmıştır. Kitapları yazdıran varlıklardan başka verilenleri muhafaza edenler de vardır. (Lagerwey, s. 71–72)
Yunan ve Mısır (İskenderiye) “Neoelenisme” felsefesinde meleklere “Ukul-i aşere” (on akıl) denirdi. Bunların ayrı ayrı, irade sahibi nefisleri vardır. Varlıklara gökten gelir, onları ikaz ederler. Gayr-i maddi yani mücerret vücutlara sahiptirler. Bunların en büyüğü “Logos” adı verilen “Akl-ı evvel”dir. Tanrı bütün kâinatı onun vasıtasıyla yaratmıştır. Yunan felsefesinde Akl-ı evvel ve Ukul-i aşere, bütün kâinatın yaratıcısı olarak kabul edilir. Her şeyin mercii, bütün işleri idare eden meleklerdir. Asıl Tanrı, atıl ve batıl, boş ve işsizdir.
MELEKLERİN SIFATLARI
Meleklerin sıfatları hakkındaki bilgilerimiz Kur’ân ve hadislere dayanmaktadır. Dolayısıyla meleklerin sıfatları hakkındaki bilgilerimiz sınırlıdır.
Meleklerin Ehl-i sünnet ve’l cemaat âlimlerinin âyet ve hadislere dayanarak ittifakla haber verdikleri sıfatlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Melekler; Allah Teâlâ’ya ibadet ve taatle meşgul olan nuranî varlıklardır. Allah’ın kendilerine verdiği emri aynen yerine getirirler. Asla itaatsizlik etmezler.
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun! Onun üzerinde sert, şiddetli, Allah’ın kendilerine emrettiğine isyân etmeyen ve ne emr olunursa yapan melekler (zebâniler) vardır.” (Tahrim, 6)
Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Melekler nurdan yaratıldılar, cinler dumanlı bir alevden yaratıldılar. Âdem de size vasfı yapılandan yaratıldı. “ Müslim, Zühd 60, (2996).
Ebu Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah’a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Tirmizî, Zühd 9, (2313); İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).
Göklerde ve yerde kim varsa O’nun (kulu)dur. O’nun katında bulunan (melek)ler de) (O’na ibâdet etmekte kibirlenmezler ve yorulmazlar. Gece gündüz usanmadan (O’nu) tesbîh ederler! (Enbiya, 19/20)
2. Melekler yiyip içmezler. Erkeklik ve dişilikleri yoktur. Allah’ın kuludurlar.
“Rahmân (olan Allah, melekleri) çocuk edindi” dediler; (hâşâ!) O, bundan münezzehtir. Bil‘akis (onlar) şerefli kılınmış kullardır. (Enbiya, 26)
“Kendileri Rahmân’ın (itâatkâr ve şerefli) kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışlarına şâhid mi oldular? Onların (bu asılsız) şâhidlikleri yazılacak ve (bu hususta) sorguya çekileceklerdir.” (Zuhruf, 19)
“And olsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhîm’e müjde ile geldiler: “Selâm (senin üzerine olsun)!” dediler. Bunun üzerine (O da:) “Selâm (sizin üzerinize de olsun)!” dedi; beklemeden (onlara) kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat ellerinin ona uzanmadığını görünce, onlar(ın durumların)ı yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir çeşit korku düştü. (Onlar ise:) “Korkma! Şübhesiz ki biz (Allah’ın melekleriyiz ve) Lût kavmine (azab vazîfesi ile) gönderildik!” dediler.” (Hud, 69/70)
3. Melekler gözle görül(e)meyen nurdan varlıklar olmasına rağmen Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde diledikleri kesif cisimler ve insan şekline girerek görünme gücü vermiştir.
(Habîbim, yâ Muhammed!) Kitab’da (bu Kur’ân’da) Meryem’i de yâd et! Hani, âilesinden (ayrılarak evinin hemen yanında) doğu tarafında bir yere çekilmişti. Onların ötesinde (ibâdet edeceği sâkin bir yer için) bir perde de edinmişti. Derken ona rûhumuzu (Cebrâîl’i) gönderdik de kendisine düzgün bir insan sûretinde göründü. (Meryem, 16/17)
Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam Cebrail aleyhisselamı sahabeden Dihyet-ül Kelbî suretinde gördüğünü meşhur Cibril hadisinde beyan etmiştir. (Buharî, İman, 1; Müslim, İman, 1)
4. Meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatları vardır.
Hamd, göklerin ve yerin Fâtır’ı (yaratıcısı), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. (O, mahlûkātı) yaratmada (maddeten veya ma‘nen, kime) ne dilerse arttırır. Şübhesiz ki Allah, herşeye hakkıyla gücü yetendir. (Fatır, 1)
KUR’ÂN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİFLERDE BAHSİ GEÇEN MELEKLER VE VAZİFELERİ
Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlere göre aldıkları özel isimler beyan edilmiştir. Kur’ân’ın beyanına göre melekleri şu üç büyük grupta toplamak mümkündür:
1. “İlliyyûn, Mukarrebûn” diye zikredilen melekler. Bunlar, daima Cenab-ı Hakkı tesbih, takdis, tekbir, tehlil ve tenzih ile O’na ibadetle meşguldürler.
2. “Müdebbirât” diye bilinen meleklerdir. Bunlar, kâinatın nizam ve intizamında Allah’ın verdiği vazifeleri yerine getiren emirber kullarıdır.
3. Peygamberlere vahiy getiren ilâhî elçilerdir.
Yerlerde ve göklerde, Kürsî’de, Arş etrafında, Beyt-ül Ma’mur ve Sidret-ül Münteha’da Cennet ve Cehennem’de sayısız melek vardır. Bütün meleklerin yaptıkları çok çeşitli görevlere ve yaptıkları işlerin mahiyetine göre onları tanzim edip yöneten dört büyük melek vardır. Bunlar meleklerin başları ve âmirleridir. Bunların en büyükleri vahiy meleği olan Cebrâil aleyhisselamdır. Ruhların kabzı vazifesiyle meşhur olan meleğin adı ise Azrâil aleyhisselamdır. Mikâil aleyhisselam ise tabiatta ve kâinattaki olayları tanzim eden meleklerin başıdır. İsrâfil aleyhisselam ise sûra üflemekle vazifeli olan melektir. Bu dört melek meleklerin “Resûlleri”dir. Meleklerin görevlerini şöyle sıralanabilir.
a. Melekler Allah’tan ilâhî vahyi getiren ve haber ulaştıran elçilerdir.
Hamd, göklerin ve yerin Fâtır’ı (yaratıcısı), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. (O, mahlûkātı) yaratmada (maddeten veya ma‘nen, kime) ne dilerse arttırır. Şübhesiz ki Allah, herşeye hakkıyla gücü yetendir. (Fatır, 1)
(Rabbin,) melekleri kendi emriyle, kullarından dilediğine: “Şübhesiz ki benden başka ilâh olmadığı(nı insanlara bildirmek) ile korkutun da benden sakının!” diye vahiy ile indirir. (Nahl, 2)
Hem muhakkak ki o (Kur’ân), gerçekten âlemlerin Rabbinin tenzîli (peyderpey indirmesi)dir. Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl), korkutuculardan olman için, apaçık Arabca bir lisân ile senin kalbine indirmiştir.(Şuara, 192/195)
Cebrâil aleyhisselam elçilik yapan melâikenin en meşhuru ve en büyüğüdür. Elçilik vazifesi, sadece peygamberlere vahiy getirmekle sınırlı değildir. Bunun dışında Allah’ın emri ile dünya’ya ve diğer alemlere çeşitli görevler için sürekli geliş gidişi vardır. O’nun da kendisine has ibadeti ve tesbihatı vardır.
b. Peygamberleri destekleyip onlara kuvvet vermek ve zorluklara karşı onları teselli etmek. Peygamberlere müjde vermek.
Meryemoğlu Îsâ’ya da mu‘cizeler verdik ve Rûhü’l-Kudüs (Cebrâîl) ile ona kuvvet verdik. (Bakara, 87)
İşte bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah, içlerinden bazılarıyla (bizzat) konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir. Meryemoğlu Îsâ’ya ise apaçık deliller (mu‘cizeler) verdik ve onu Rûhü’l-Kudüs (Cebrâîl) ile takviye ettik. (Bakara, 253)
And olsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhîm’e müjde ile geldiler: “Selâm (senin üzerine olsun)!” dediler. (Hud, 69)
c. Mü’minlere dara düştüklerinde yardım edip onlara müjde vermek.
Şübhesiz ki “Rabbimiz Allah’dır” deyip, sonra (ihlâs ile) dosdoğru olanların üzerine (ölüm ânında, kabirde ve haşir meydanında): “Korkmayın, üzülmeyin ve va‘d olunup durduğunuz Cennetle sevinin!” diye melekler iner.(Fussilet, 30)
Hani Rabbinizden yardım istiyordunuz da: “Şübhesiz ben size ardı ardına (gelen) bin melekle yardım ediciyim!” diye duânızı kabûl etmişti.(Enfal, 9)
Yine o vakit Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: “Şübhesiz ben sizinle berâberim; haydi îmân edenlere sebât verin! İnkâr edenlerin kalblerine korku salacağım; haydi vurun (onların) boyunları üstüne! Ve vurun onların bütün parmaklarına!” (Enfal, 12)
d. Mü’minlere hidayetleri için dua ve şefaat etmek. Peygamberleresalat ü selam getirmek.
Arşı taşıyan ve onun etrâfında bulunan (melek)ler, Rablerine hamd ile (O’nu) tesbîh ederler ve O’na îmân ederler ve (kendileri gibi) îmân edenler için mağfiret dilerler. (Şöyle derler:) “Rabbimiz! (Sen) herşeyi rahmet ve ilim cihetiyle kuşatmışsındır; artık tevbe edip senin yoluna uyanlara mağfiret eyle ve onları Cehennem azâbından koru!” (Mü’min, 7)
Muhakkak ki Allah ve melekleri, o peygambere salât ederler. (Ahzab, 56)
Göklerde nice melekler vardır ki, Allah’ın dileyeceği ve râzı olacağı kimseler için izin vermesinden sonra olması müstesnâ, onların şefâatleri de hiçbir fayda vermez.(Necm, 26)
e. Dünya ve âhiretteki ilâhî cezaları icra ve infaz etmek.
(Fakat) melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara müjde yoktur ve (melekler onlara): “(Size müjde) yasaktır, yasaklanmıştır!” diyeceklerdir. (O vakit artık) her ne amel işlemişlerse ele almışız da, onu (etrâfa) yayılmış toz zerreleri hâline getirmişizdir.
O gün Cennet ehli, kalacak yer i‘tibâriyle en iyi ve istirâhat edecek yer cihetiyle de en güzel olan(lar)dır. O gün gökyüzü, bulutlarla yarılacak ve melekler bölük bölük indirilecektir. (Furkan, 22/25)
(Melekler) dediler ki: “Ey Lût! Şübhesiz ki biz, Rabbinin elçileriyiz; (onlar) sana aslâ dokunamazlar; artık gecenin bir kısmında, âileni yola çıkar ve içinizden hiçkimse geri dönüp bakmasın! Karın müstesnâ! Çünki onlara gelen (azab) ona da isâbet edicidir. Muhakkak ki onlara va‘d olunan azab zamânı, sabah vaktidir. Sabah (zâten) yakın değil mi?” (Hud, 81)
f. Cennet ve Cennet ehlinin işlerini idare ederek onlara cennet nimetlerini ikram etmek.
Rablerinden sakınanlar da bölük bölük Cennete sevk edilmişlerdir. Nihâyet oraya vardıkları zaman, kapıları açılmıştır ve bekçileri onlara: “Selâm size; tertemiz oldunuz! Artık ebediyen kalıcı kimseler olmak üzere buraya girin!” derler. (Zümer, 73)
Cennet meleklerine genellikle “Rıdvan” idarecilerine ise “Hazene-i Cennet” adı verilir.
g. Cehennem ve Cehennem ehlinin işlerini idare edip cezalarını infaz etmek.
İnkâr edenler zümer hâlinde (bölük bölük) Cehenneme sürülmüşlerdir. Nihâyet oraya vardıklarında, kapıları açılır ve bekçileri onlara: “Size içinizden, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşmaktan korkutan peygamberler gelmedi mi?” der. (Onlar:) “Evet (geldi)! Lâkin kâfirler üzerine azab sözü hak olmuştur!” derler. (Onlara:) “İçinde ebediyen kalıcı kimseler olarak Cehennemin kapılarından girin!” denilir. Artık kibirlenenlerin yeri ne fenâdır! (Zümer, 71/72)
Sakar’ın ne olduğunu, sana ne bildirdi? (O,) ne (et, kemik) bırakır, ne de terk eder! (Ölmezler ki kurtulsunlar!) İnsana çok susamıştır! Üzerinde on dokuz (Cehennem bekçisi) vardır! Biz) Cehennemin sâhiblerini (o zebânîleri) meleklerden başkası yapmadık. (Müdessir, 27/31)
(Cehennem bekçisine:) “Ey Mâlik! Rabbin(e duâ et) bizim üzerimize (artık ölümle) hükmetsin! (Ölelim de kurtulalım!)” diye seslenirler. (Mâlik:) “Doğrusu siz, (bu azabda ebedî olarak böyle) kalıcılarsınız!” der. (Zuhruf, 77)
Kur’ân’da Cehennem melekleri zebânî, idarecileri ise Mâlik adıyla zikredilmiştir.
g. Meleklerin bir kısmının görevi de Arş’ı yüklenmektir.
Arşı taşıyan ve onun etrâfında bulunan (melek)ler, Rablerine hamd ile (O’nu) tesbîh ederler ve O’na îmân ederler ve (kendileri gibi) îmân edenler için mağfiret dilerler. (Şöyle derler:) “Rabbimiz! (Sen) herşeyi rahmet ve ilim cihetiyle kuşatmışsındır; artık tevbe edip senin yoluna uyanlara mağfiret eyle ve onları Cehennem azâbından koru!” (Mü’min, 7)
h. İnsanları korumak ve amellerini kaydedip muhafaza etmek.
O kimseyi önünden ve arkasından ta‘kīb eden (melek)ler vardır; Allah’ın emriyle onu korurlar. (Ra’d, 11)
O, kullarının üstünde mutlak gālibdir ve üzerinize (amellerinizi) muhâfaza edici (Kirâmen Kâtibîn denilen yazıcı) melekler gönderir. (En’am, 61)
Hem şübhesiz üzerinizde, elbette (amellerinizi) muhâfaza edici (melek)ler vardır. Kirâmen kâtibîn (şerefli yazıcılar)! Her ne yaparsanız bilirler! (İnfitar, 10/12)
i. Kabirdekilerin sorgu sualini yapmak.
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup: “Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) denen kimse hakkında ne diyordun?” diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya: “Şehadet ederim ki, O, Allah’ın kulu ve elçisidir!” diye cevap verir. Ona: “Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil etti” denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar. Eğer ölen kâfir ve münafık ise (meleklerin sorusuna): “(Sorduğunuz zatı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!” diye cevap verir. Kendisine: “Anlamadın ve uymadın!” denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan ve cinlerden ibaret olan) iki varlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir.” [Buhârî, Cenaiz 68, 87; Müslim, Cennet 70, (2870); Ebu Davud, Cenaiz 78, (3231); Nesâî, Cenaiz 110, (4, 97, 98); Tirmizî, Cenaiz 70, (1071) -Ebu Hureyre’den.]
j. İnsanların ruhlarını kabzetmek.
De ki: “(Canınızı almak husûsunda) size müekkel olan (vekil kılınan) ölüm meleği canınızı alacak; sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”(Secde, 11)
Nihâyet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz (olan melekler) onun canını alırlar; onlar (vazîfelerini aslâ) ihmâl etmezler.(En’am, 61) ifadelerinden Azrail aleyhisselamın yardımcılarının da var olduğu anlaşılıyor. Ayrıca hadisler, mü’minlerin ruhlarını alan meleklerle azap ehlinin ruhlarını alan meleklerin farklı şekillere bürünerek ölecek kişiye göründüğünü bildirmektedir.
k. Tabiat olaylarını (Allah’ın izniyle) sevk ve idare etmek.
İbn-i Abbâs (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Yahudiler, gök gürültüsünün ne olduğunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den sordular: “Bulutlara müvekkel olan melektir. Berâberinde ateşten kamçılar var. Bununla bulutları Allah’ın dilediği yere sevkeder”diye cevap verdi. Onlar tekrar sordular: “Ya şu işitilen ses, o nedir?” “Bu, bulutların istenen yere gitmeleri için onlara yapılan bir sevkdir” dedi. Tirmizî, Tefsir Ra’d, (3116)
l. Ümmetinin salât-ü selamlarını Peygamber (a.s.m)’e ulaştırmak.
İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissâlatu vessalâm) buyurdular ki: “Yeryüzünde Allah’ın seyyâh melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (ânında) bana tebliğ ederler.” Nesâi, Sehv 46. (3, 43).
m. Allah’ı zikredenlerin etrafını sarıp onlarla beraber bulunmak.
Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İmam âmîn deyince siz de âmîn deyin. Zira kimin âmîn’i meleklerin âmîn’ine tevâfuk ederse geçmiş günahları affedilir.” İbnu Şihâb der ki: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) âmîn derdi.” Buhârî Ezân 112; Müslim, Salât 72, (410); Muvatta, Salât 44, (1, 87); Ebü Dâvud, Salât 172, (936); Tirmizî, Salât 185 (250); Nesâî, İftitah 34, 35, (2,144); İbnu Mâce İkâmet 14, (851).
n. Gece gündüz insanları takip edip ibadetlerine şahitlik etmek.
Ebu Hüreyre anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:”Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler (hesabınızı vermek üzere huzur-u İlahiye) yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere sorar: “Kullarımı nasıl bıraktınız?” “Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, biz onlara namaz kılarlarken vardık!” derler.” [Buharî, Mevâkitu’s-Salat 16, Bed’ü’l-Halk 6, Tevhid 23, 33; Müslim, Mesacid 210, (632); Muvatta, Kasru’s-Salat 82, (1, 170); Nesaî, Salat 21, (1, 240, 241).]
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’nin rivayetine göre, “… Sabah namazı şâhidlidir” (İsra, 78) âyeti hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yapmıştır: “Onda gece melekleri de gündüz melekleri de, hazır bulunurlar” [Tirmizî, Tefsir, Benû İsrâil, (3136)
o. İnsanları hakka, hayra ve iyiliğe çağırmak.
İbn-i Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allahu Teala’ya hamdetsin. Kim de içinde şerr ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlerine şu meâldeki âyeti ekledi:
“Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.” (Bakara 268). Tirmizî, Tefsîr, (2991).
Melekler insanlardan efdal midir?
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük melekten efdal, yani Allah katındaki dereceleri daha yüksek ve faziletlidirler. Meleklerin rasulleri ise bütün insanlardan daha faziletlidirler. Bu konuda icma’ vardır. İnsanlardan takva ve amel-i salih sahipleri de derecelerine göre meleklerin (rasulleri hariç) tamamından daha faziletli ve üstün olarak kabul edilmişlerdir. (Cürcanî, Şerhu’l Mevâkıf, III, 216-220, İstanbul 1311; Taftazanî, Şerhu’l Makasıd, II,146-149, İstanbul 1277)
Melâikelerle görüşmek istersen hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte Kur’ân âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’ân Cenneti. [Müfettihâtül ebvâbdır]
Gir, bak!
Melâikeyi o Cennet-i Kur’âniye içinde güzel bir surette gör!
SÖZLER, 29. SÖZ, 189.SH