“Yedi kat gök ve yer ve içindeki her şey (Allah’a) hamd edip tesbih eder.”
(İsra, 44)
Eser Sanatkârından Haber Verir
Mimar Sinan’ı görmediğimiz halde büyük bir mimar olduğunu biliriz. Çünkü Selimiye ve Süleymaniye Camileri o muhteşem kubbeleriyle, o muazzam sütunlarıyla, o harika sanatlarıyla, o mükemmel ustalık ve mühendislikleriyle bize Mimar Sinan’ı anlatırlar. Öyle de bu çiçek açıp meyveye durmuş portakal ağacı, şu bahçemizi süsleyip bize tebessüm eden papatya çiçeği bize ustaları ve sanatkârları olan Allah’tan haber verirler.
Gözümüzü açıp ibret nazarlarıyla etrafımızı inceleyelim. Çevremizdeki ağaçlar, çiçekler, kelebekler, hayvanlar ve bitkilere dikkat edelim. Hepsi de dört ana unsurdan meydana geliyor: Hava, su, toprak ve ışık. Bu dört unsurun hiçbirinde hayat olmadığı halde, bunlardan hayat sahibi canlılar vücuda geliyor. Hiçbirinde ilim ve hikmet olmadığı halde, bunlardan inşa edilen canlılarda harika bir teknoloji ve mühendislik gözlemliyoruz. Bu dört unsurda sanatkârlık kabiliyeti olmadığı halde, özellikle çiçeklerde, meyvelerde, kuşlarda ne kadar eşsiz bir sanat ve güzellik var.
İşte bakınız, bu unsurlardaki cahillik ile bu eserlerdeki ilim ve teknoloji, bu unsurlardaki fakirlik ile bu eserlerdeki zenginlik ve kıymetlilik, bu unsurlardaki camidlik (hayatsızlık) ile bu eserlerdeki hayat arasında yer ile gök arasındaki mesafe kadar bir uzaklık var. İşte bu sebeplerle eserler arasındaki hadsiz mesafede Allah’ın Cemil (sonsuz güzellik sahibi), Hayy (sonsuz hayat sahibi), Sani’ (sanatla yaratan) gibi isimleri güneş gibi kendini gösterir. Her bir bahar mevsiminde yaratılan sayısız çiçeklerde, meyvelerde, hayvanlarda bu isimler tecelli eder, yansır. Bize bu güzel isimlerin sahibi olan Allah’tan haber verirler.
Canlıların Yaradılışındaki Mükemmellik Ve Mucizelik Sebeplerin Acizliğini Gösterir
Hayat sahibi her bir bitki ve hayvanın yaradılışını incelediğimizde, çok farklı maddelerin gayet hassas bir ölçü ile bir araya gelmesiyle oluştuğunu görürüz. Bu maddeler hassas bir ölçüyle farklı farklı miktarlarda toplanır, mükemmel bir teknolojiyle işlenir, harika bir sanatla şekillendirilir. Böylece canlılar ortaya çıkar.
Eğer gözümüz önündeki bu canlıların yaradılışı Allah’a verilmezse, belki sebeplere dayandırılıp sebeplerle izah edilmeye çalışılsa lazım gelir ki:
Sinek gibi küçük bir canlının vücudunda göz, kanat gibi teknoloji ve tasarım harikası organların oluşabilmesi için, sebeplerin ve unsurların o sineğin vücudunda bir usta, bir mühendis gibi çalışmaları gerekir. Mükemmel bir teknolojiyle, hassas bir dengeyi gözeterek, tam bir birliktelik ve uyum içinde farklı farklı o maddelerin bir araya gelmesi icap eder. Bu ise o kadar imkânsızdır ki, herkes böyle bir şeyin olamayacağını bilir.
Evet, bir sineğin gözünün oluşumunda elementlerin seçilmesi, bir araya getirilmesi, nakış işler gibi teknoloji ve sanatla yoğrulması, sineğin sinir sistemine ve vücuduna yerleştirilmesi gibi aşamalar var. Bu aşamaların sebeplerin tesiriyle olması için; o maddi sebeplerin olağanüstü bir akıl, bilgi, tecrübe sahibi olması gerekir. Ayrıca bu sebeplerin uzman bir mühendis gibi birbiriyle iletişim kurup organize ve planlı hareket etmesi gerekir ki bu imkânsızdır.
Ayrıca şunu ifade edelim ki; hava, su, sıcaklık, basınç gibi maddi sebeplerin zahiri tesirleri elbette temas edebildikleri canlıların dışıyladır. Hâlbuki görüyoruz ki maddi sebeplerin ellerinin yetişmediği ve temas etmedikleri o canlıların içi, dışından daha sanatlı ve mükemmeldir. Mesela bir elma çekirdeğine elma ağacının programını kodlayıp, fabrikasını yerleştirmek, hiçbir sebebin etkisiyle açıklanamaz. Çünkü dış sebeplerin elleri o elmanın kalbindeki çekirdeğe yetişmez.
Madem Sebepler Yapamaz, Kendi Kendine mi Oluyor?
Bir yumurtayı düşünelim. 21 gün önce kırıp yiyebileceğimiz bir kıvamda olan yumurta, mucize eseri olarak 21 gün sonra civcive dönüşür. Şimdi gözümüz önünde 3 haftada gerçekleşen yumurtanın civciv olma mucizesini tetkik edelim. Yumurta içindeki atomların planlı ve şuurlu hareketlerle civcivi oluşturması, atomların kendilerine verilirse o atomların bir inşaat mühendisi gibi civcivin iskelet sistemini oluşturması gerekir. Bir elektrik-elektronik mühendisi gibi gözünü yapması icap eder. Bir bilgisayar mühendisi gibi sinir sistemini oluşturmaları lazım gelir. Bir makine mühendisi gibi hareket ve kas sistemini, uçak mühendisi gibi kanat sistemini, kimya mühendisi gibi sindirim ve enzim sistemlerini oluşturmaları gerekir. Ayrıca bütün bu sistemleri uyum içerisinde birleştirmeleri şarttır. Bu ise bütün bu atomları sevk ve idare eden ve bir asker gibi emrine itaat ettiren Allah’a verilmezse, her bir atomun bir inşaat mühendisi, bir elektronik mühendisi, bir makine mühendisi, bir uçak mühendisi… Kabul edilmesiyle mümkün olur ki bu imkânsızdır. Evet, Süleymaniye Camiini Mimar Sinan’a vermezsek her bir taşı bir Mimar Sinan kabul etmek durumunda kalacağımız gibi!
Bir yumurtanın civciv oluşu, bir tohumun ağaç olması, gece-gündüz ve mevsimlerin ortaya çıkması, hakir bir damla sudan insanın yaratılması gibi eşsiz ve muntazam inkılâplar kudret-i İlahiyeyi açıkça gösterirler. Bu mucizevî neticelerin her birinin öyle özgün kanunları, öyle orijinal sistemleri ve teknolojileri, öyle düzenli hareketleri vardır ki; cam gibi altında bir kast, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilveleri, parıltılarını gösterirler. Arının bal yapmasında, örümceğin ağ örmesinde, sineğin uçmasında, şahinin gözünde vb. öyle eşsiz, orijinal bir teknoloji ve sanat vardır ki, evrim veya başka bir saçmalıkla açıklanması imkânsızdır.
Kâinatı kitap gibi düşünürsek, bu yaratılan varlıklar o kitabın kelimelerdir. Onlarda parıldayan Allah’ın isimleri de onların manalarıdır, özleridir.
Dikkat edilirse; canlıların vücutları ve organları var oluş açısından kubbeli birer yapıya benzediği görülür. Kubbeli yapıların özelliği, bütün taşların aynı anda ve doğru yerde olmaları ile ortaya çıkabilmeleridir. O yüzden bir kubbeli yapının taşlarının üst üste gelmesi ile ortaya çıkması imkânsızdır. Buna bilimde indirgenemez komplekslikdenir.
Prof. Michael J. Behe indirgenemez kompleksliği şöyle tanımlar:
“İndirgenemez komplekslik; birçok etkileşimli parçadan oluşan, temel bir görevi yerine getiren ya da katkıda bulunan tek bir sistemdir. Bu tür bir sistem tedricen, küçük, başarılı öncü değişiklikler ile üretilemez. Evrimleşmesi imkânsızdır. Bu indirgenemez karmaşık sistemin tam bir bütün olarak çalışır halde aniden oluşması gereklidir. Buna insan gözünü örnek verebiliriz.
İnsan gözü, kırk kadar küçük dokunun uyum içinde çalışması sayesinde işlev yapar. Gözü dış etkilerden koruyan göz kapakları, gözü nemlendiren özel salgı bezleri, ışığın kırılarak içeri alınmasını sağlayan mercek, bu merceği odaklayan küçük kaslar, göze girecek ışık miktarını ayarlayan iris, anti bakteriyel göz sıvısı ya da ışığı yorumlayan retina tabakası, bu kırk ayrı parçanın bazılarıdır. Önemli olan gözün tüm parçalarının doğru yerde, doğru büyüklükte, doğru işlevde olmasıdır.
Eğer bu parçaların biri bile olmasa, ya da işlev göremese insan kör olur. Gözün bu özelliği indirgenemez komplekslik denen özelliktir. Şu halde gözü daha basite indirgeyemez, daha ilkel hale getiremezsiniz. Tek bir eksiklik körlük ile sonuçlanır. Bu durum bilimde akıllı tasarım denen bir yaratıcının varlığını ve evrimin ve tesadüflerin ve sebeplerin imkânsızlığını gösteren apaçık bir örnektir.”
Kâinat Tek Elden İdare Edildiğini İlan Eder
Bu âleme baktığımızda görürüz ki kâinatı teşkil eden bütün varlıklar en muntazam bir fabrikanın çarkları gibi birbirine yardım eder, birbirinin vazifesini yerine getirmesine yardımcı olur. Öyle bir dayanışma, yardımlaşma, birbirinin ihtiyacına cevap verme, birbirine dayanmak suretiyle öyle uyumlu bir birliktelik sergilerler ki insan vücudunun organları gibi birbirinden ayrılamazlar.
Mesela bir elmayı bize rızık olarak yediren kim ise, elma ağacını da o yaratmıştır. Elma ağacını yaratan kim ise, ağacın meyve vermesi için baharı getiren de odur. Çünkü o elma bahar tezgâhında dokunuyor. Baharı getiren kim ise, elbette Güneş sistemini o düzenlemiştir. Çünkü baharın gelişi güneş sisteminin muntazam hareketleriyle olur. İşte kâinatın simasında görünen bu yardımlaşma, dayanışma, birbirinin imdadına koşma açıkça bize bu kâinatın tek bir elden idare edildiğini gösterir.
Evet, tecrübe ile sabit bir bilimsel kanun vardır. “Bir varlıkta birlik, uyum, organizasyon varsa elbette bir elden çıkmıştır.” Özellikle o varlık mükemmel bir teknoloji, hassas bir ölçü, karmaşık ve özgün bir sistem ve duyularla donanmış bir hayata sahipse; farklı ellerden çıkmadığını, kudret ve hikmet sahibi bir tek elden çıktığını net olarak gösterir.
Kanunların Kudreti ve Çekici Yoktur
Üniversitedeki bir hocamız, bilimin gayesini anlatmak için bize şöyle bir örnek vermişti:
Geçmiş yıllarda, teleskoplar daha gelişmemişken, güneş sisteminde yedi gezegen biliniyormuş. Bir bilim adamı güneşin ve diğer yedi gezegenin yörüngelerini, büyüklüklerini ve hızlarını inceleyip bu sistemin bu haliyle dengede kalamayacağını ve sekizinci bir gezegenin güneşten şu kadar mesafede ve şu büyüklükte olması gerektiğini söylemiş. Gerçekten de daha sonraki bilimsel araştırmalar ve gelişen teleskoplar bilim adamının tezini doğrulamış.
Güneş sisteminin dengede kalması iki bilim (fizik) kanunuyla açıklanır.
Birincisi: Kütleler arası çekim kanunudur ki, iki kütle birbirlerini (kütlelerinin çarpımıyla doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı) olarak çekerler. Buna göre dünyamız ve güneş birbirini çeker ve dünyanın güneşin içine gömülmesi gerekir.
İkincisi: Bu çekim kuvvetini başka bir kuvvet (merkez kaç kuvveti) dengeler. Arabayla bir dönemece girdiğimizde ters yönde savrulduğumuz gibi, dünya da güneş etrafında döndüğünden merkezkaç kuvvetiyle fırlayıp uzay boşluğuna gitmek ister.
Bu iki kuvvet birbirini dengelediğinden dünya yörüngesinde kalır. Fakat bu iki kuvvetin tesiri sadece dünya ve güneş arasında değildir. Sistemdeki bütün gezegenler birbiriyle etkileşirler. Sistemin dengede kalması hepsinin doğru yörüngede, uygun büyüklük ve kütlede, gereken hızda olmalarına bağlıdır. Yoksa sistem dengede kalmayıp kıyameti başımıza koparır.
Asıl soru şudur; Güneş Sisteminin dengede kalması bu iki fizik kanunuyla izah ediliyor diye, bu sistemi bu iki kanun mu kurmuştur. Bu kanunlar mı o gezegenleri yapmış, yerleştirmiş, düzenlemiştir? Yoksa bu iki kanunu, iradesiyle tayin eden ve sonra dünyanın, güneşin, ayın ve diğer gezegenlerin büyüklük, hız ve yörüngelerini ona göre tanzim eden bir yaratıcı mı var?
Elbette, bütün kanunları elinde tutan bütün kâinatın hâkimi bir tek yaratıcı vardır ve o da Allah’tır.
Allah Teâlâ Sebepleri Neden Şart Koşmuş?
Malumdur ki bir eserin fabrikası ve tezgâhı, o eserden daha sanatlı ve daha mükemmeldir. Yukarıdaki izaha binaen, bir civciv veya bir ağacın sebeplerle, kendi kendine veya tabiat kanunlarının etkisiyle olamayacağını kesinlikle anladık. Elbette o ağacın fabrikası olan ve gerçekte ağaçtan daha sanatlı ve mükemmel olan bir tohum da sebepler veya kendi kendine oluş veyahut tabiat kanunlarıyla izah edilemez.
Sebeplerin konulması ise Cenabı Hakkın vahdaniyetinin ve bütün kâinatın kabza-i tasarrufunda bulunduğunun ilanı içindir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bir elmayı bize kim yedirdiyse, elmanın tezgâhı olan ağacı da o yaratmıştır. Ağacı yaratan kimse, ağacın meyve vermesi için baharı getiren de odur. Baharı yaratan elbette Güneş Sistemini de o tanzim etmiştir. İşte bu sebepler silsilesi bize gösteriyor ki kâinatı halk edemeyen, bir elmayı yaratamaz.
Evet, eğer bize de Hz. İsa (as) gibi gökten bir sofra inseydi, Allah’ı Rabbimiz olarak tanırdık. Fakat bu sebepler silsilesi, basiret sahiplerine gösterir ki; “Bana bir elmayı yediren, benim ve bütün âlemlerin Rabbidir.” Bu açıdan baktığımızda bir elmanın yaratılış mucizesi, Hz. İsa’ya gökten inen sofradan daha az bir mucize değildir.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın