“Melk” şiddet, güç ve “melîk” şiddetli, sıkı, güçlü [şedid] demektir. Hamur iyice
yoğrulduğunda, “Hamur sıkıca yoğruldu” diye bir ifade kullanılır (Arapça’da). Kays
bin el-Hatîm, savrulan bir mızrağı şöyle betimler: “Mızrağı elimle öylesine sıkı
[şedid] tutup sapladım ki, açılan yarığın genişliğinden, karşıda duran kişi arkada
olanı görebilir…”
Ve Allahu Teala, Kur’an’da Lut aleyhisselam’ın şu sözlerini aktarır: “Eğer size karşı
gücüm yetseydi veya güçlü bir kaleye sığınsaydım..” [Hud Suresi, 11/80]. Ve
Resulallah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teala kardeşim Lut’a rahmet etsin, ki o
güçlü bir kaleye sığındı.” Ve Lut aleyhisselam’ın “güçlü bir kale” [rükn-i şedid]
derken kastettiği şey “kabile”dir (yani, kavmini cezalandırmak için, mezahir-i
kaviyye ve şedidedir); “Eğer size karşı gücüm yetseydi..” sözüyle kastettiği de, “karşı
koyma”dır ve bu da burada (yani, Lut aleyhisselam’ın söylediği bağlamda) beşere
özgü himmettir. Ve Resulallah (sav) şöyle buyurdu: “Lut’un, ‘Eğer size karşı gücüm
yetseydi veya güçlü bir kaleye sığınsaydım’ dediğinden bu yana gönderilen bütün
peygamberler, kendi kavminden bir topluluk içerisinde ve kendisini kollayan bir
kabile içerisinde gönderilmiştir” — tıpkı Ebu Talib’in Resulallah’ı (sav) koruyup
kollaması gibi.
Lut aleyhisselam’ın, “Eğer size karşı gücüm yetseydi..” demesi, Allahu Teala’nın,
“Allah sizi zaaftan yarattı ve ardından güç verdi” [Rum Suresi, 30/54] sözünü
(bulunduğu fenafillah makamında, ilahi nur ile idrak etmek suretiyle) işitmiş
olmasından dolayıdır. Demek ki, güç, (önceden varolmayıp) yapınımla [ca’l] ortaya
çıkmıştır; dolayısıyla da bu, arızi bir güçtür. Sonra, gücün ardından zaafı ve
ihtiyarlığı ortaya çıkardı; dolayısıyla yapınım, ihtiyarlığa ilişkilendi. Zaaf ise,
yaratılışın kendi aslına dönmesidir — ve O şöyle buyurmuştur: “Allah sizi zaaftan
yarattı” [Rum Suresi, 30/54]. Böylece O, insanı kendisinden yarattığı şeye döndürür:
“İçinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına dek götürülür, öyle ki bilen bir kimse
olduktan sonra bir şey bilmez bir hale gelir” [Hac Suresi, 22/5]. Burada Allahu Teala,
bu kimsenin başlangıçtaki zaafa döndürüldüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla, zaaf
sözkonusu olduğunda, ihtiyar kişinin durumu –hüküm bakımından– tıpkı bir
çocuğunki gibidir.
Hiçbir nebi yoktur ki, kırk yaşını doldurmadan gönderilmiş olsun — ve kırkıncı yaş,
insanın güçten düşmeye başladığı zamandır. Bundandır ki, Lut aleyhisselam, “Eğer
size karşı gücüm yetseydi..” dedi ve kendisinde zaaf ortaya çıkınca (tabii kuvvet
talebinde bulunmayıp) etkide bulunucu olan himmet’i [himmet-i müessire] istedi.
Eğer sen, “Lut aleyhisselam’ı, etkide bulunucu olan himmetten alıkoyan nedir; tâbi
olma durumundaki saliklerde bulunan bu şey nasıl olur da onlardan daha üstün olan
resulde bulunmaz?” diye soracak olursan, derim ki: Doğru söylüyorsun, ama
bilmediğin şey; marifetin, himmet yoluyla tasarrufta bulunmaya engel olduğudur.
Dolayısıyla arifin marifeti arttıkça, himmet yoluyla (başkaları üzerindeki) tasarrufu
azalır. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, (böylesi bir kimsenin) kulluk makamını
gerçeklemiş ve tabii olan yaratılışının [halk] aslını görmüş olmasıdır. İkincisi ise,
tasarruf-eden ile tasarruf-edilen’in birliğidir — (böylesi bir kimse) himmetini
yöneltebileceği bir şey göremez; dolayısıyla bu, onu tasarrufta bulunmaktan
alıkoyar. Ve bulunduğu müşahede noktasında [meşhed] görür ki, karşısındaki
kendisiyle çekişen kimse, yokluk halindeyken [hal-i adem] ayn’ının değişmezliğinde
bulunduğu hakikat üzere olup, bundan herhangi bir şekilde sapmış değildir —
varlığıyla, yokluk halindeki değişmezliğinde ne üzere bulunuyorsa onu zahir kılar.
Dolayısıyla, kendi (değişmez) hakikatinin sınırını aşmış ve kendi yolundan şaşmış
değildir. Bunun, “çekişme” olarak adlandırılması arızi bir şeydir, böyle görülmesi
ancak insanların gözlerindeki perdeden dolayıdır ve (gözleri perdeli olan bu
kimseler için) Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: “İnsanların çoğu bilmezler” [A’raf
Suresi, 7/187] yani, “Onlar dünya hayatının zahirini bilirler ama işlerin sonundan
gafildirler” [Rum Suresi, 30/7]. Bu (‘gafil’ sözcüğü, ‘gılaf’ sözcüğünden), çevrinmiştir.
Gafil olanlar, şöyle derler: “Bizim kalplerimiz gılaf içindedir” [Bakara Suresi, 2/88].
Ve “gılaf,” hakikati ne ise o olarak görmekten alıkoyan perdedir. İşte bu ve buna
benzer şeyler, arif olan bir kimseyi alemde tasarrufta bulunmaktan alıkoyar.
Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Kâid, Şeyh Ebu Suud bin eş-Şiblî’ye şöyle sordu:
“Niçin tasarrufta bulunmuyorsun?” Bunun üzerine eş-Şiblî şöyle cevap verdi: “Ben
tasarrufu, Hakk’ın üzerimde dilediğince tasarrufta bulunması için terkettim.”
Burada, Allahu Teala’nın, “O’nu vekil kıl!” [Müzemmil Suresi, 73/9] emrine
göndermede bulunur. Ve vekil, tasarrufta bulunandır. Ebu Suud, Allahu Teala’nın şu
emrini işitmiştir: “Allah’ın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin!” [Hadîd
Suresi, 57/7]. Dolayısıyla Ebu Suud ve arifler, ellerinde olanın kendilerine ait
olmayıp, kendilerinin bu mülke halife kılındıklarını bilirler. Hak, ona şöyle dedi:
“Seni halef kıldığım ve sana mülk olarak verdiğim şeyler için Beni vekil kıl!” Böyle
olunca, Ebu Suud, Allah’ın emrine uyarak, O’nu vekil kıldı.
İmdi, buna benzer şeyleri müşahede eden bir kimsede, başkaları üzerinde tasarrufta
bulunabileceği bir himmet nasıl kalabilir ki? Himmet ancak üzerinde tasarruf
edilecek şey üzerinde yoğunlaşılıp diğer şeylerin gözardı edilmesiyle etkisini
gösterebilir — işte bunun bilgisidir ki, (arif kişiyi) böylesi bir yoğunlaşmadan
alıkoyar. Dolayısıyla, marifeti eksiksiz olan arif, son derece acz ve zaaf içerisinde
zahir olur.
Abdallardan biri Abdurrezzak’a şöyle dedi: “Ey Abdurrezzak! Şeyh Ebu Medyen’e
selamdan sonra de ki: Ey Ebu Medyen! Nasıl olur da bize hiçbir şey güç gelmediği
halde, sana şeyler güç gelir — üstelik de biz senin makamına rağbet edici olup, sen
bizim makamımıza rağbet edici olmadığın halde?” Ebu Medyen, Abdallar’ın
makamına ve diğer makamlara sahipti. Biz, ne var ki, zaaf ve acz makamında Ebu
Medyen’den daha ötedeyiz. Abdal’ın Ebu Medyen’e bu söyledikleri, aynı meseleyle
ilgilidir.
Ve Resulallah (sav) bu zaaf ve acz makamında, kendisine yönelik ilahi emir
doğrultusunda şöyle buyurdu: “Ben, bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben ancak
bana vahyolunana uyarım” [Ahkaf Suresi, 46/9]. Dolayısıyla Resul (sav), kendisine
ne vahyolunmuşsa, onun hükmüne uyar ve onun için, ilahi hükme uymaktan
başkası sözkonusu değildir. Ona açıkça tasarrufta bulunması vahyolunursa,
tasarrufta bulunur. Ve eğer tasarruftan sakındırılırsa, tasarrufta bulunmaktan
kaçınır. Ve eğer tasarrufta bulunma konusunda serbest bırakılırsa –marifet’i eksik
olmadıkça– tasarrufta bulunmamayı yeğler.
Ebu Suud bin Şiblî Bağdadî, müridlerine şöyle dedi: “Onbeş yıl oluyor ki, Allahu
Teala bana tasarruf verdi ve ben incelik göstererek tasarrufta bulunmadım.” Burada,
naz sözkonusudur. Ama biz, tasarrufu incelik göstermek için bırakmadık, bizim
tasarrufta bulunmayışımız, ancak marifetin kusursuzluğundan dolayıdır; çünkü
marifet tasarrufta bulunma işini tercihe bırakmaz. Dolayısıyla arif olan kişi,
himmetiyle alemde tasarrufta bulunduğunda bunu, kişisel tercihiyle değil, ilahi
emirle ve zorunda kalarak yapar. Ve hiç kuşkumuz yoktur ki, risaletin (insanlar
tarafından) kabulü gerektiğinden dolayı, elbetteki risalet makamı tasarrufu talep
eder. İmdi, (resulün bu tasarrufu) Allah’ın dininin zahir olması için, ümmeti ve
kavminin doğruluğunda şüphe duymayacakları bir şeyle (yani, bir mucizeyle) zahir
olur. Ne var ki, bu durum (Batın isminin mazharı olan) evliya için böyle değildir.
Resul de tasarrufu zahiren talep etmez. Çünkü kavmine karşı merhametlidir.
Dolayısıyla (ilahi) delilin onlara apaçık kılınmasında –bu, onların helak olmasına
neden olacağından– aşırıya gitmeyi istemez. Böylelikle, onların helak nedenleri olan
delilin ortaya çıkmasında aşırıya gitmek istemeyişiyle, onların yaşamlarını
sürdürmelerini sağlar.
Resul, mucize bir topluluğa apaçık kılındığında bazı kimselerin bu mucizeye
inanacaklarını ve bazı kimselerin de –bildikleri halde– bu mucizeyi inkar
edeceklerini; gördükleri mucizeyi, zulüm, büyüklenme ve çekememezlik nedeniyle
açıktan açığa doğrulamayacaklarını ve (bu inkarcılardan) bir kısmının bu mucizenin
sihir ve büyü olduğunu söyleyeceğini bilir. Resul, bunu gördüğü ve ancak Allahu
Teala’nın, kalbini iman nuruyla aydınlattığı kimsenin mümin olduğunu ve bir kimse
iman denilen bu nur ile bakmadıkça, mucizenin bir yarar sağlamadığını gördüğü
içindir ki –mucizenin, orada bulunanların kalplerindeki etkisi genel olmadığından–
himmetini, mucize göstermekten alıkoydu. Nitekim, Allahu Teala, resullerin en
kâmil olanı, yaratılmışların en bilgili ve hal itibarıyla en sadık olanı (yani, Resulallah
Efendimiz) için şöyle buyurdu: “Sen sevdiğin kimseye hidayet edecek değilsin;
dilediğine hidayet edecek olan Allah’tır” [Kasas Suresi, 28/56]. Ve eğer himmetin
etkisi genel olsaydı; kendisinden daha kâmil ve himmet itibarıyla kendisinden daha
üstün ve yüce bir kimse bulunmayan Resulallah’ın (sav) himmeti (bu şekilde genel
bir) etkide bulunurdu. Ne var ki, Resulallah’ın himmeti amcası Ebu Talib’e etkide
bulunmadı ve yukarıda andığımız ayet, Ebu Talib’e ilişkin olarak indi. Bundandır ki
Allahu Teala Resul (sav) hakkında şöyle buyurdu: “Onun görevi ancak bildirmektir”
[Mâide Suresi, 5/99]. Ve Allahu Teala yine şöyle buyurdu: “Onlara hidayet etmek
senin işin değildir; Allah’tır dilediğine hidayet eden” [Bakara Suresi, 2/272]. Ve
Allahu Teala, Kasas Suresi’nde şunu ekledi: “Allah hidayet olunanları bilir” [Kasas
Suresi, 28/56] — yani, Allahu Teala, değişmez aynları [ayan-ı sabite] yoluyla yokluk
hallerinde hidayet olunmalarına ilişkin ilmi Kendisine verenleri bilir.
Bu, ilmin malum’a tabi olduğunu kanıtlar. Dolayısıyla, ayn’ının değişmezliğindeki
[sübut] yokluk halinde mümin olan bir kimse, varlık halinde de aynı suret üzre zahir
olur. Ve Allahu Teala, onun böyle olduğunu (yani, mümin olduğunu) ondan (yani,
onun bu bilgiyi O’na vermesi yoluyla) bildi. Bundandır ki, “Allah hidayet olunanları
bilir” [Kasas Suresi, 28/56] buyurdu. Ve yine Allahu Teala şöyle buyurdu: “Benim
indimde söz değişmez..” [Kaf Suresi, 50/29] — çünkü Benim sözüm yaratmış
olduklarıma ilişkin ilmimle sınırlıdır. “..Ve Ben kullarıma asla zulmedici değilim”
[Kaf Suresi, 50/29] — yani, Ben onları şaki kılan küfrü kendi üzerlerine takdir edip de
sonradan, onların güç yetiremeyecekleri bir şeyi kendilerinden istiyor değilim; Biz
onlara ancak (değişmez aynlarındaki onlara ilişkin) ilmimiz kadarınca muamele
ettik; eğer ortada bir zulüm sözkonusuysa, zalim olanlar ancak kendileridir.
Dolayısıyla, Allahu Teala onlara zulmetmiş değildir: “Onlar kendilerine
zulmediyorlar” [Bakara Suresi, 2/57] — ve Biz, Zatımız onlara ne söylemekliğimizi
verdiyse onu söyledik; ve Zatımız, Bize malumdur ve böylelikle onlara şunu mu
yoksa bunu mu söyleyeceğimizi biliriz; Biz ancak söylemekliğimize ilişkin olarak
neyi biliyorsak onu söyleriz; söz Bizden, işittikleri söze uymak veya uymamak ise
onlardandır.
Her şey Bizden ve her şey onlardandır
Ve ilmin alınması da Bizden ve onlardandır
Bizden olmasalar bile
Hiç kuşkusuz Biz onlardanız.
Öyleyse ey dostum, marifetin özü olan bu Lut kelimesindeki melkî hikmeti iyi anla!
Şimdi sır sana açıldı ve iş açıklığa kavuştu:
“Tek” denilenin, çiftin içerisinde yer almasıdır bu.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın