İlah, (Kendisi için) rızık irade etmeye meylettiğinde
Varoluşun [kevn] bütünü onun gıdasıdır
Ve eğer ilahi meşiyyet bizim için rızık irade etmeye yönelirse
Meşiyyetin gereğince, O bizim (değişmez aynlarımız) için gıdadır
O’nun meşiyyeti iradesidir
Öyleyse deyin ki: meşiyyetle iradeyi diledi
Böylece irade, meşiyyetin dilediğidir.
Meşiyyet artmayı (varetmeyi) ve azalmayı (yok etmeyi) irade eder
Ama, O’nun meşiyyetinden başka meşiyyet yoktur
İşte bu, ikisi (meşiyyet ve irade) arasındaki farktır, iyi anla
Ve bir yönden bakıldığında her ikisinin de ayn’ı birdir.
Allahu Teala, “Biz Lokman’a hikmeti verdik” [Lokman Suresi, 31/12] ve “Hikmet
verilen kimseye hiç kuşkusuz büyük hayır bağışlandı” [Bakara Suresi, 2/269]
buyurdu. Dolayısıyla Lokman, Kur’an’da belirtildiği üzere ve Allahu Teala’nın
şehadetiyle büyük bir hayır sahibidir. Ve hikmet kimileyin dile getirilir ve kimileyin
de dile getirilmez. Lokman’ın oğluna söylediği şu sözler, dile getirilmiş olan
hikmettendir: “Ey oğulcuğum! İnsanın rızıkları ve amelleri bir hardal tanesi kadar
bile olsa, o amel ve rızık tanesi ister bir kayanın içerisinde olsun, isterse göklerde
veya yerde olsun Allah onu ortaya çıkarır [ihzar]” [Lokman Suresi, 31/16]. Bu
hikmetin dile getirilmiş bir hikmet olması, Lokman’ın Allahu Teala’yı, (habbeyi)
ortaya çıkarıcı kılmasıdır — ve Allahu Teala bunu Kitabı’nda (Kur’an’da) onaylamış
ve bu sözü, söyleyene geri çevirmemiştir.
Ve dile getirilmemiş [meskûtün anha] hikmete gelince, hal karinesi ile bilinen bu
hikmet, tanenin kim için ortaya çıkarıldığının (Lokman tarafından) söylenmemesidir.
Lokman bu hikmeti söylemedi ve “Allah onu senin için veya senden başkası için
ortaya çıkarır” demeyerek, ortaya çıkarılmayı genele ilişkin kıldı — yani,
bakan/düşünen [nazar] kimsenin, Allahu Teala’nın, “O göklerde, yerde Allah’tır”
[En’am Suresi, 6/3] sözüne bakması/sözünü düşünmesi için, tenbih olarak, ortaya
çıkarılanı göklerde ve yerde kıldı.
Lokman, dile getirdiği veya dile getirmekten geri durduğu şeyle, Hakk’ın (her şeyin
değil de) her bilinen’in ayn’ı olduğunu haber verdi; çünkü “bilinen,” “şey”den daha
kapsamlıdır. Dolayısıyla da, (“bilinen,” şey’iyyetin olmadığı taayyün-i evvel
mertebesinde yalnızca Hak tarafından bilindiğinden, insanlar için) bilinmezlerin en
bilinmezidir.
Bundan sonra, Lokman, kendi oluşumu bu hikmetle kâmil olabilsin diye, bu hikmeti
eksiksiz kıldı ve onu eksiksiz bir şekilde aldı. Böylece, “Allah Latif’tir” [Lokman
Suresi, 31/16] dedi. Latif oluşu ve lütfundandır ki O, kendi ismiyle adlandırılan ve
kendi sınırıyla sınırlı [mahdud] olan şeyde, bu şeyin ayn’ıdır. Ve bu şey için, isminin
delalet ettiği şey denir. Dolayısıyla, ona “gök,” “yer,” “kaya,” “ağaç,” “hayvan,”
“melek,” “rızık” veya “yiyecek” denir. Ve (bütün bu) şeylerin herbirinden ve
herbirinde zahir olan, bir-olan-ayn’dır [ayn-ı vahid]. Öte yandan, Eş’ariler şöyle
derler: “Bütün alem cevher bakımından benzeşiktir.” Dolayısıyla alem, tek bir
cevher’dir [cevher-i vahid]. Ve bu bir-olan-cevher, bizim “bir-olan-ayn” dediğimiz
şeyin aynısıdır. Eş’ariler daha sonra, “(tek cevher) araz yoluyla kendi içerisinde
farklılaşır” dediler. Bu da bizim “(bir-olan-ayn) ayrışabilmek için, suretler ve
nisbetler yoluyla çoklaşır ve birbirinden farklılaşır” sözümüzün aynısıdır. Suret, araz
veya mizaç yönünden, “Bu, öbürü değildir” denir. Ve cevher yönünden, “Bu,
öbürünün ta kendisidir” denir. Bundandır ki, her suret ve mizacın tanımında
cevherin ayn’ı içkindir [ahz]. Dolayısıyla biz şöyle deriz: “Cevher, Hak’tan başka
değildir.” Ve cevher olarak adlandırılan her ne kadar Hak ise de, kelamcılar, bu
cevherin, keşf ve tecelli ehlinin mutlak kıldığı Hakk’ın ta kendisi olmadığını
zannederler. (Yani, ‘cevherin ayn’ı başka, Hakk’ın ayn’ı başkadır’ deyip, iki ayn isbat
ederler.) İmdi, işte bu, O’nun “Latif” olmasının hikmetidir.
Daha sonra Lokman, Hakk’ı “O, Habîr’dir” [Lokman Suresi, 31/16] –yani, deneme
[ihtibar] yoluyla ortaya çıkan ilimle bilir– diyerek nitelendirdi. Ve bu ilme şu ayette
işaret edilmiştir: “Biz sizi deneriz, ta ki … bilelim” [Muhammed Suresi, 47/31]. Ve bu
ilim, deneyimleme [zevk] ilmidir. Hak Teala, işi ne ise o olarak bilmekle birlikte,
Kendisini bir ilimle bilgileniyor olarak niteledi. Ve Hak Teala’nın Kendisi hakkında
kesinlediği bir şeyin inkarı sözkonusu olamaz. Böylece Hak Teala, mutlak ilim ile,
yetilerle kayıtlı olan deneyimleme [zevk] ilmini birbirinden ayırdı.
Ve Allahu Teala, Kendi nefsinin, o kulun yetilerinin ta kendisi [ayn] olduğunu
bildirdi: “Ben onun işitmesi olurum” dedi — ki bu, kula ilişkin bir yetidir. Ve “dili,
eli ve ayağı olurum” dedi — ki bunlar, kulun uzuvlarındandır. Allahu Teala,
kulunun yetileri olduğunu söylemekle kalmayıp, aynı zamanda uzuvları da
olduğunu belirtti — ve kul, bu uzuvlar ve yetilerden başkaca bir şey değildir. İmdi,
(Hak kulun yetileri ve uzuvları olunca) kul olarak adlandırılanın ayn’ı Hak’tır. Ama
bu, kulun, efendinin ayn’ı olduğu demek değildir. Çünkü nisbetler, zatlarıyla
birbirinden ayrışıktır. Ama bu nisbetlerin, Kendisine mensub oldukları Hakk’ın
Zatı’nda ayrışıklık yoktur. Çünkü, varlıkta bütün nisbetlerde O’nun ayn’ından
başkası yoktur. Böylece O, nisbetler, izafetler ve sıfatlar sahibi olan Bir-olan-ayn’dır.
Lokman’ın, oğluna öğüt verirken, Allah’ı “Latif” ve “Habîr” İsimleri’yle
adlandırması, Lokman’ın hikmetinin kemalat derecesini gösterir. Ama eğer, “Allah,
Latif ve Habîr’dir” [Lokman Suresi, 31/16] demek yerine, “Allah, Latif ve Habîr idi”
(yani, “Allah ezelde kendi zatında Latif ve Habîr olduğu gibi, şimdi de öyledir”)
diyecek olsaydı, sahip olduğu hikmet çok daha kusursuz ve apaçık olurdu. Ve
Allahu Teala, Lokman’ın sözünü –bu söze herhangi bir şey eklemeksizin– olduğu
gibi aktardı. Her ne kadar Lokman’ın, “Allah, Latif ve Habîr’dir” [Lokman Suresi,
31/16] sözü Allah’ın sözü ise de, Allahu Teala bilir ki, eğer Lokman, sözünü (dile
getirilmemiş bırakmayıp) tam söyleseydi, elbette ki, “Allah, Latif ve Habîr idi” derdi.
Lokman’ın, “Hardal tanesi ağırlığınca olsa bile..” [Lokman Suresi, 31/16] sözüne
gelince: Burada sözü edilen tane, bir kimseye gıda olan bir şeydir. Ve bu (gıda ile)
beslenen, Allah’ın, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görecektir ve kim zerre
kadar kötülük yapmışsa onu görecektir” [Zelzele Suresi, 99/7-8] sözündeki
“zerre”den başkası değildir. Dolayısıyla bu zerre, beslenen’in küçüğüdür; ve bir
hardal tanesi de besinin küçüğüdür. Eğer beslenenler arasında, zerreden daha küçük
bir şey olsaydı, Allahu Teala elbette ondan söz ederdi. Nitekim, Allahu Teala, “Allah
bir sivrisinekle misal getirmekten çekinmez..” [Bakara Suresi, 2/26] buyurdu. Sonra,
varlıkta sivrisinekten daha küçük bir şey olduğu ilahi ilimde sabit olduğundan, “..ve
onun ötesindeki ile” [Bakara Suresi, 2/26] sözünü ekledi — ve bu (“ötesindeki” olan),
küçüklükte (sivrisinekten daha küçük bir mahluk) demektir. Bu da, tıpkı Zelzele
Suresi’ndeki ayet gibi Allah kelamıdır. İmdi, bunu bil. Ve biz biliriz ki, zerreden daha
küçük bir şey olsaydı, Allahu Teala, ağırlığı, abartmalı bir ifade olarak kullandığı
zerreye özgü kılmazdı. Ama en doğrusunu Allah bilir.
Lokman’ın, oğluna küçültme kipiyle (“oğulcuğum” biçiminde) seslenmesine gelince:
Bu küçültme, rahmettir. Merhametinden dolayı, oğluna, kendisini mutluluğa
eriştirecek ameller işlemesini öğütledi. Ve, Lokman’ın, “Allah’a şirk koşma!..”
sözüyle oğlunu şirkten sakındırması ise, şundan dolayıdır: “..Şirk en büyük
zulümdür” [Lokman Suresi, 31/13]. Ve (bu durumda) mazlum olan, makamdır (yani,
ayn-ı vahid’den ibaret bulunan uluhiyet makamıdır); çünkü bu makamı, bir-ayn
[ayn-ı vahid] olduğu halde, bölünebilirlikle nitelemiştir. Ve O’na şirk koşan kimse,
O’na O’nun ta kendisini [ayn] ortak koşmuş olur — ve bu da en büyük cehalettir. İşi
ne ise o olarak bilmeyen ve işin hakikatini bilmeyen kişi, bir-olan-ayn’da [ayn-ı
vahid] suretler birbirinden farklı olduğunda, bu birbirinden farklılığın bir-olan-ayn
içerisinde olduğunu bilmeyip, bu makamda (yani, ayn-ı vahid makamında) olan bir
sureti diğer surete ortak koşar. Ve herbir suret için bu makamdan bir parça [cüz]
ortaya çıkarır (yani, o Bir-olan-ayn’ı suretlere göre parçalara ve kısımlara ayırır).
İki şeyin ortaklığı sözkonusu olduğunda, iyi bilinir ki, bir şeyi ortak kılındığı diğer
şeyden ayıran; ortak kılındığı diğer şeyi, onun kendisinden ayıranın aynı değildir.
(Yani, belli bir ortaklaşalık noktası dışında, ortak olan şeylerin sadece kendilerine
özgü olan yanları vardır.) Böyle olunca, aslına bakılırsa varlıkta ortaklaşalık
sözkonusu değildir. Çünkü aralarında ortaklaşalık olduğu söylenen iki şeyin herbiri
kendine özgü bir paya sahiptir, (birinin sahip olduğu paydan diğerinin nasibi
yoktur). Bunun sebebi ise, paylaşımsız ortaklıktır [şirket-i müşa’a]. Ve her ne kadar
paylaşımsız ise de, ikisinden birinin kullanılması [tasrif] paylaşımsızlığı ortadan
kaldırır. “İster ‘Allah’ deyin, ister ‘Rahman’ deyin..” [İsra Suresi, 17/110] — işte bu
(ayet), meselenin (yani, ortaklaşalık meselesinin) ruhudur.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın