Başka bir hadîs-i şerîfte de “Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse, onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa, kalbiyle değiştirsin (buğz etsin). İmanın en zayıfı da budur.” (Sahih-i Müslim, Kitabu’l – İman) buyrulmasından anlaşılan hakîkat şudur ki: Bir fenâlığa karşı çıkmak; fiilen, elle müdâhale etmek; kavlen, sözle müdâhale etmek, kalben de ondan nefret etmek ile olabilir. Bu üç muâmelenin birden tahakkukunun daha çok müessîr olduğu, bunların eksilmesi nisbetinde te’sîrin de azalacağı muhakkaktır.
Geçen âyet-i kerîme ve bu hadîs-i şerîfler bir ibâdetin, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin özellikle yaşayarak yapılması gerektiğini, ifâde ediyorlar. Bu te’sîrin hikmetini şöylece ifâde edebiliriz:
Nasıl ki üç elif ayrı ayrı olsa üç kıymeti vardır. Rakam olarak yan yana konulsa yüz on bir (111) kıymetini ifâde eder. Eğer o rakamlardan birisi alınırsa, sayı yüz on birden (111), on bire (11) düştüğü gibi, bir nasîhat da inanarak, söyleyerek ve yaşayarak yapıldığında yüz on bir (111) kıymet ve kuvvet-i mânevîyeye sahip olduğu için daha fâideli ve müessîr olur. Söylediğimiz şeyleri yaşamadığımız takdirde, te’sîri o nisbette azalır.
Eğer inandığımızı söyleyip yaşamıyorsak, sözün tesiri ânında bir (1) elif seviyesine iner. Zaten hadîs-i şerîf, sadece kalpte muhâfaza edilen bir îmânın da böylece zayıf olduğunu ifade ediyor. Şuna da dikkat etmek îcab ediyor ki, “Yapmadığınızı niçin söylüyorsunuz?” demek, “Söylediğiniz şeyleri yapınız!” demektir. Yoksa “Yapmadığınız bir ibâdeti başkasına söylemeyiniz, bunu söylemek yanlıştır.” anlamına gelmez. Çünkü bir ibâdeti yaşamak farz olduğu gibi, onu başkalarına söylemek de farzdır. Ancak nasîhatin daha çok müessîr olması için yaşamak lâzımdır.
Ekserîyetle fiilen yapılan bir ibâdet, lisânen söylemeyi ve kalben buğz etmeyi de ifâde ettiğinden, daha ziyâde müessîr olduğu gibi hem lisân-ı hâl ile yapılan, basara yani görmeye hitâb ettiği için, görenlerin daha çok anlamalarına vesîle olur. Çünkü hiçbir zaman gören ile işiten bir olmaz. Ama söylenilen ve îtikad edilenler ise insanların basîretine, anlayışına ve ruhlarına hitâb etmek olduğundan, herkesin basîreti her vakit tam açık olamadığından ve rûhen istenilen seviyede her vakit müteyakkız olup hassasiyet gösterilemediğinden, istifâde de o nisbette azalır. Çünkü ruhî hassasiyet ve basîretin açılması ekserîyetle ilmî terakkî ve manevî huzûr ile mümkün olabilir.
Bilhassa her cihetle ruhu meşgul eden ve huzûr-ı dâimîyi kazanmaya mâni olan ve hakâik-i îmâniye ve istikameti gösteren ilimlere vâsıl olup ulaşmaya engel olan her türlü fitne ve fesadların yaşandığı böyle bir zamanda bulunan insanların, yaşayarak yapılan bir nasîhate ne kadar muhtaç olduklarını az bir tefekkür ile anlamamız mümkündür. Hatta bugün umûm âlemde ve bilhassa İslâm dünyasında, Siyonizm ve zındıka komitesinin yaptığı tahribâtın, hemen hemen yüzde sekseni görsel basın denilen faaliyetle yapılan ifsâdatın tahribâtı olduğu şüphesizdir. Televizyonlar vâsıtasıyla ve ahlâkı bozan filmler ve bilhassa her türlü saygı ve hürmete lâyık olan kadınları, ifsâd edip açmak ve tahribâta âlet etmek gibi vesîlelerle beşeriyeti belki de kâinatı felâketlere sürüklemeye sebep oluyorlar.
Bu hususta bizleri ve belki bütün Müslümanları en çok üzen de bu kadar tahribâta vesîle olan tesettürsüzlüğe ve kadınların açılmasına fetvâ veren ulemâ-i sû’ tâbirine lâyık olan bir kısım âlimlerdir ki bu tahribâtın getirdiği mes’uliyeti nasıl düşünemiyorlar diye hayret ediyoruz. Hâlbuki İslâm uleması nâmahreme bakmayı fuhşîyâtın kapısı olarak kabûl ediyor. Ve bu hususta içinde fâsıkların bulunduğu bir toplumda kadının yüzünü ve ellerini açmasına bile cevaz vermiyor. Şu anda bu fetvâyı düşünürken bile sıkılıp titrediğimiz halde onlar, sıkılıp titremeden hangi cesâretle bu fetvâyı veriyorlar, diye aklımıza geliyor. Çünkü ulemâ-i sû hakkında büyük bir tehdîd vardır. Hatta bu hususta İmâm-ı Ali de, “Âhir zamanın en fenâ insanları bir kısım ulemâ-i sû’dur ki, hırs sebebiyle karınlarını haramla doldurmak için bid’alara fetvâ verip, intişârına yardım edenlerdir.” diye ulemâ-i sû’u yani bid’alara fetvâ veren hocaları, âhir zamanın en fenâ insanları diyerek tehdîd eder. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bid’alara taraftar olmayı mubikât-ı seb’a denilen, insanın helâkine sebep olan en büyük yedi günahtan birisi olarak sayar ve kabul eder.
Demek nasıl ki, yaşayarak yapılan nasihatin büyük bir tesiri vardır. Öyle de yaşayarak yapılan günahların da tahribatı büyüktür.
Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm, bizleri ve bütün ehl-i îmânı bid’alara taraftar olan ulemâ-i sû zümresine dâhil olmaktan muhâfaza eyleyip İslamiyeti hakkıyla yaşayan ve insanlara güzel örnek olan kullarından eylesin. Âmîn.
Bir yanıt yazın