Kur’ân kelimesi, kıraattan gelir. Fu’lân bâbındadır. Baştan sona ve tamamıyla okuma ile dolu mânâsı verilebilir. Allah’ın kelâmı olduğuna kat’î îman ettiğimiz Kelâmullah’ın en çok Kur’ân ismiyle anılması tesadüfî olmasa gerek. Zâten inzal olan ilk âyet-i kerîmenin de “ikra” olması, ismiyle müsemmâ tâbirini akla getirmekte. İlk emrin “oku” olması ve bu emrin en başta, en fazla ve en çok Kur’ân’ın okunmasında uygulanması; hem ilk emrin üzerinde daha fazla düşünmemizi, hem de Kur’ân isminin hikmetleri üzerinde daha fazla durmamızı gerektiriyor.
LAFIZ MÂNÂYI KALBE İNDİRİR
Tahkîkî îmanı elde etmenin en önde gelen şartlarından biri, insanda akıl ve kalbin birlikte nurlanmasıdır. Sâdece aklın ya da sâdece kalbin öne çıkarılması, tahkîkî îmana ulaşmayı zorlaştırır. Aynen bunun gibi de Kur’ân’ı hayatımıza tatbik ederken sâdece Kur’ân’ın mânâsı üzerinden durur, Kur’ân hakikatlerinin anlaşılmasını yeterli görür de; Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye gerekli önemi vermez ve bu konuda gevşek davranırsak, meselenin kalb boyutunu ihmal etmiş oluruz. Böyle bir durumda mânâ, aklımıza yerleşir ancak kalbimize olması gerektiği gibi yerleşemez. Bu sebeble Kur’ân bizim için aynı zamanda bir vird ve zikirdir. Kur’ân’ı anlamaya aklımızın ne kadar ihtiyacı varsa; dilimizin de o kadar Kur’ân’ı okumaya, kulaklarımızın da o kadar duymaya, gözümüzün de o kadar görmeye ihtiyacı vardır.
KUR’ÂN’IN LAFZI EKMEK GİBİDİR
Hayatımız boyunca defalarca Kur’ân’dan aynı sûreleri veya aynı âyetleri okuruz, ancak hiçbir zaman usanmayız. Hatta her okuyuşumuzda da lezzet alırız. Küçük çocuklar bile çok rahat ezberlerler. Sesten ve konuşmalardan rahatsız olacak derecede ağır olan hastaların kulağına Kur’ân çok hoş gelir, hiç rahatsız olmazlar. Hatta ölüm döşeğinde yatan bir insana dahi Kur’ân, sanki tatlı bir şerbet içmiş gibi lezzetli gelir. Asr-ı saadette, kâfirler bile Kur’ân’ın lafzına hayran kalıyorlardı. Sahâbelerin evlerinin etrafında saklanıp gizli gizli Kur’ân dinliyorlardı. Bu hâdiseler de işaret ediyor ki; nasıl ki vücûdumuz havaya, ekmeğe, suya muhtaçtır. Her gün havayı teneffüs ederiz, su içeriz, ekmek yeriz; ancak yine de bunlardan sıkılmayız. Çünkü ihtiyâcımız tekrar ediyor. Aynen bunun gibi de Kur’ân’ın lafzına her gün muhtâcız. Ruhumuz, kalbimiz, vicdanımız, kısacası maddî mânevî bütün organlarımız Kur’ân’ın lafzına ve sesine muhtaçlar.
KUR’ÂN RUBUBİYET-İ MUTLAKA CİHETİNDE BİR MÜKÂLEMEDİR
Kâinâtın tek Rabbi Cenâb-ı Hakk’tır. Başka bir ifadeyle kâinâtı düzenleyen, tanzim ve terbiye eden yalnız Cenâb-ı Hakk’tır. Kâinatta hiçbir mevcûdât hatta hiçbir zerre yoktur ki; Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinin dışında kalabilsin. Cenâb-ı Hakk’ın bu mutlak terbiye ediciliğinin bir tezâhürü de kulları ile konuşmasıdır. Muhâlefetü’n-li’l-havâdis sıfatının bir gereği olarak Cenâb-ı Hakk’ın konuşmak için kelimelere ve sese ihtiyâcı yoktur. Cenâb-ı Hak, bizim tam mânâsıyla idrâk edemeyeceğimiz bir şekilde konuşur. Ancak şu imtihan dünyasında, Cenâb-ı Hak, bizimle Peygamberleri aracılığıyla gönderdiği mukaddes kitabları ve suhufları ile konuşmaktadır. Emir ve yasaklarını ve kısacası nasıl bir kul olmamız gerektiğini bize başta Kur’ân olmak üzere mukaddes kitablar ve suhuflar aracılığıyla bildirmiştir. Cenâb-ı Hak, bizi Kur’ân aracılığıyla terbiye etmektedir. Biz nasıl yaşamamız gerektiğini Kur’ân’dan öğreniyoruz. O sebeble şu imtihan dünyasında herkes ve her şey susacak yalnız Kur’ân’ın sadâsı işitilecek. Kur’ân’dan başka okunan her şey, yalnız Kur’ân hesabına ve Kur’ân’ı daha iyi anlamak için okunacak. Yoksa Kur’ân’ın terbiyesi dışında kalınırsa dalâlete ve yanlış yollara sapmak işten bile değildir.
KUR’ÂN DİNLEYİP MÜSLÜMAN OLANLAR
Kur’ân’ın lafzında öyle bir i’câz var ki; duyan herkes şeksiz ve şüphesiz; “Bu bir beşer kelâmı değildir, bu Allah kelâmıdır.” demekte. Târih bu gerçeğin ispatlarıyla dolu. Asr-ı saadette, îman etmeyen Kureyşli müşrikler, Kur’ân’la mücadele ederken savaş yolunu tercih etmişler. Çünkü Kur’ân’ın lafzındaki i’câz karşısında âciz kalmışlar, bir söz söyleyememişler. Eğer Kur’ân’a karşı, Kur’ân’dan daha üstün bir söz bulup söyleyebilselerdi, canlarını tehlikeye atmazlardı. Arapların en zeki edipleri dahi Kur’ân’ın karşısında susmuşlar, hatta îman etmedikleri hâlde belâgatine secde etmişlerdir.
Önde gelen birçok sahâbe, sâdece Kur’ân’dan birkaç âyet dinleyerek îman etmişlerdir. Çünkü Kur’ân’ı dinledikleri anda, bunun bir beşer kelâmı olmadığını anlamaktaydılar. Bu hâlin çok misallerinden birkaç misal:
Hz. Ömer (ra): Hz. Ömer (ra), Peygamber Efendimizi (asm) öldürmeye giderken yolda kız kardeşinin ve eniştesinin de îman ettiğini öğrenir. Peygamber Efendimizin (asm) yanına gitmekten vazgeçip doğruca kız kardeşinin evine yönelir. Kapıya geldiğinde içeride Kur’ân okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içeridekiler okumayı kesip Kur’ân sayfalarını sakladılar. İçeri giren Hz. Ömer (ra), eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kız kardeşinin ise aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kız kardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur’ân âyetlerini okuyan Hz. Ömer (ra), hemen orada îman etti.
Hz. Osman (ra): Hz. Osman (ra) şöyle anlatır: “Teyzem Abdulmuttalib’in kızı Erva’yı ziyarete gitmiştim. Bu esnada Resûl-ü Ekrem (asm) halasının evine geldi. Ben durmadan Resûlullah’a (asm) bakıyordum. O gün Resûlullah’ın (asm) durumundan bir şeyler meydana çıkmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) bana yönelerek dedi ki: “Ey Osman! Sana ne oluyor? Niçin bana öyle bakıyorsun?” “Sana hayret ediyorum. Bizim içimizdeki durumundan da, senin aleyhinde söylenenlerden de!” dedim. Resûl-ü Ekrem (asm) bana “Lâ ilâhe illallah de!” dedi. (Allah biliyor ya, bu sözü Resûlullah’tan (asm) dinlediğim zaman tüylerim diken diken oldu). Sonra Resûlullah (asm) devam etti: “Gökte de rızkınız ve va’d edilmekte olduğunuz (Cennetler) vardır. İşte göğün ve yerin Rabbine and olsun ki, şübhesiz o, gerçekten sizin konuşmakta olmanız gibi kesin bir gerçektir.” (Zâriyât, 22-23). Resûlullah (asm) bunları söyledikten sonra çıktı. Ben de O’nun arkasından çıktım, O’na yetiştim ve Müslüman oldum.
Cübeyr bin Mut’im (ra): Cübeyr bin Mut’im (ra) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz (asm), akşam namazında Tûr Sûresini okuyordu. “Yoksa bir şey (bir yaratıcı) olmadan mı yaratıldılar? Yoksa o yaratıcılar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır! (Onlar, yaratmak ne demektir) yakînen bilmiyorlar. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa (her şeye) hâkim olanlar kendileri midir?” (Tûr, 35-37) âyetlerini işitince kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. İslâm’ın kalbime yerleştiği ilk an bu andı.
Bir yanıt yazın