Allah’ın insanlığa indirdiği en son kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok yönlerden mucizeler ve hârikalıklarla doludur. Onun, Allah sözü olduğunu gösteren pek çok yönleri vardır. Kur’ân’ı eline alıp okumaya başlayan bir insanın ilk karşılaşacağı ve baştan sona kadar dikkatini çekecek olan şey, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın hem kendisine, hem tüm insanlığa hitab ettiğini görmek olacaktır.
Kur’ân öyle bir tarz da hitab ediyor ki, asla bir taklid emâresi hissedilmez. Yani hâşâ, bir insanın kendini Allah yerine koyarak, kendini kâinatın yaratıcısı yerinde farz ederek konuştuğunu düşündürecek hiçbir yapmacıkla karşılaşmayız.
Hâlbuki bazı inkârcıların iddia ettiği gibi bu kitap Allah katından inmemiş ve bir insan sözü olmuş olsa idi muhakkak pek çok yapmacıklıklar ve yanlışlıklar içinde bulunacaktı. Çünkü yaradılıştan âciz bir insanın, nihayetsiz ilim ve kudret sâhibi Allah’a yakışacak derecede bir bilgi ve üslub ile sözler uydurabilmesi mümkün değildir. İşte Kur’ân-ı Azimüşşân bu duruma şöyle işâret eder:
“Kur’ân’ı hiç düşünmüyorlar mı? Hâlbuki (o,) Allah’tan başkası tarafından (gelmiş) olsaydı, elbette onda birçok çelişki bulurlardı.” (1)
Allah kelâmı olan bir sözle Allah adına uydurulmuş bir söz arasındaki çok açık farkı görmek için, aslı bozulmuş ve insanların sözleri içine çoklukla karışmış olan İncil ile Kur’ân’ı karşılaştırmak kâfidir. İncil’de, Aziz Pavlus’un Romalılar’a, Efesliler’e yazdığı mektublarla veya İsa (as)’a atfedilen sözlerle, İsa (as)’ın hayatını anlatan cümlelerle; ya da Matta, Markos, Luka ve Yuhanna gibi dört farklı İncil ile ve bunların râvilerinin kendi rivâyetleriyle karşılaşırsınız. Kur’ân’da ise asla böyle bir hâl yoktur. Karşınızda konuşan, doğrudan doğruya âlemlerin Rabbi ve her şeyin Hâlıkı olan Allah’tır.
Kur’ân’ın Allah’ın sözleri olduğu içindeki hitab tarzı ve üslubdan anlaşıldığı gibi ortaya koyduğu ilimlerin, verdiği bilgilerin, anlattığı bahislerin bir insan tarafından ortaya konulamayacak kadar genişlik, zenginlik ve çeşitlilik taşımasından da anlaşılır. Buna Kur’ân’ın Câmiiyyeti denir ki, Kur’ân’ın yedi büyük mucizesinden biridir. Kur’ân, söz konusu câmiiyyetine şu âyetle işâret etmiştir:
“Ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, apaçık bir Kitab’da (Kur’ân’da) bulunmasın!” (2)
Altı yüz dört sayfadan ibâret olan bu mucize kitapta o kadar çok ilimler vardır ki, tefsir, fıkıh, kelam ve bunların usulleri gibi bütün İslâm ilimleri ondan alınmıştır. Şeriat, tarikat ve hakikat ilimleri sahasında yazılan bütün kitaplardaki bilgi ve marifetlerin asıl ve özleri Kur’ân’dan çıkarılmıştır. Kâinatın yaratılışı ve bütün fen ilimlerinin asılları Kur’ân’da vardır. Hususen ilimlerin en büyüğü olan marifetullah ilmi, yani Allah’ı tanıma ve tanıtma noktasında Kur’ân’ın asla misli olamaz. Kur’ân bize Allah’ı, ancak kendisinin tarif edebileceği azameti, yüceliği ve üstün vasıflarıyla en mükemmel şekilde tanıtır…
Asırlar boyunca bazısı yüz cildi bulan, binlerce farklı Kur’ân tefsirleri onun zengin mânâlarını anlata anlata bitirememişlerdir. İşte bu zenginlik ve câmiiyyet sebebiyle Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm), “(Kur’ân’ın) İnsanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri bitip tükenmez.” diyerek Kur’ân’ın bu sonu gelmez mânâca zenginlik ve câmiiyyetine dikkatlerimizi çekmiştir. (3)
Bu ilimce zenginlik yanında, Kur’ân’da çok büyük bir konu zenginliği de vardır. Hatta o kadar zengindir ki, “Huz mâ şi’te, limâ şi’te” cümlesi meşhur olmuştur. Yani, “İstediğin herşey için Kur’ân’dan her ne istersen al!…”
KUR’ÂN’DAKİ KONU ZENGİNLİĞİNDEN BAZI ÖRNEKLER
Kur’ân-ı Hakîm, insan ve insanın vazifesi, kâinatın ve yaratıcının, yer ve göklerin, dünya ve âhiretin, geçmiş ve geleceğin, ezel ve ebedin geniş konularını içine almakla beraber insanın nutfeden yaratılmasından, ana rahmindeki evrelerinden tâ kabre girinceye kadar geçirdiği devirler; günlük hayatta yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader gibi konulara kadar; âlemin altı günde yaratılışından tut tâ rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar; “Şübhesiz Allah, kişi ile kalbi arasına girer” (4), “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz!” (5) âyetlerinin işâretiyle, Allahu Teâlâ’nın insanın kalbine ve irâdesine müdâhalesinden tut, tâ “Gökler de O’nun sağ eliyle (kudretiyle) dürülmüştür.” (6) âyetinde ifade olunan kıyâmette yer ve göğü kudretinin tasarrufuna alışına kadar; “Orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bahçeler yaptık” (7) gibi ifadeleriyle, yeryüzünün çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, tâ “Yer, (o şiddetli) sarsıntısıyla sarsıldığı zaman” (8) âyeti ile ifade ettiği kıyâmet hâdiselerine kadar ve göklerin ilk yaratılışındaki “Sonra duman hâlinde bulunan göğü kasdetti de ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi.” (9) vaziyetinden tut, tâ kıyâmet günü göğün dumanla yarılmasına ve yıldızlarının düşüp hadsiz uzayda dağılmasına kadar ve dünyanın insanların imtihanı için açılmasından, tâ kapanmasına kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzah âleminden, haşirden, Sırat Köprü’sünden tut, tâ Cennet’e, tâ ebedî saâdete kadar; geçmiş zamanının hâdiselerinden, Hazret-i Âdem’in bedeninin yaratılmasından ve iki oğlu arasındaki kavgadan tâ Nuh Tufanı’na, tâ Firavun ve kavminin denizde boğulmasına, tâ pek çok peygamberlerin mühim hâdiselerine kadar ve “(Ben) sizin Rabbiniz değil miyim?” (10) âyetinin işâret ettiği “elest bezminde” ruhlardan misak almasından tut, tâ “Nice yüzler vardır ki, o gün (âhirette) parlaktırlar! Rablerine bakarlar!” (11) âyetinin ifade ettiği Allah’ın ebedî güzelliğine kavuşmaya kadar, insanların kendiliklerinden bilmeleri ve çelişkisiz ve yapmacıksız uydurmaları mümkün olmayan pek çok mühim hâdiseleri Kur’ân gâyet açık, tutarlı ve kâinatı tümden gören bir bakış açısıyla beyan eder, açıklar. (12)
KUR’ÂN’DAKİ CÂMİİYYETİN ANLAMI
Kur’ân’ın gâyet zengin, câmi (her şeyi içine alan) ve zaman ve mekânı kuşatıcı bu açıklamalarından yola çıkan Bedîüzzaman şu mühim tesbiti yapar:
“Nasıl bir usta, bina ettiği ve idâresini yaptığı iki evden bahseder ve o evlerin programını ve işlerinin listesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı, (yeri ve göğü) bina ve idâre eden ve işlerinin listesini ve -tabir câiz ise- programını yazan, gösteren bir Yaratıcının açıklamalarına yakışır bir tarzdadır. Açıklamalarında hiçbir yönden yapmacıklık ve zorlama görünmüyor. Hiçbir taklid şübhesi veya başkasının hesabına ve onun yerine kendini koyarak konuşmuş gibi bir hilenin emâresi olmadığı gibi bütün ciddiyetiyle, bütün samimiyetiyle, sâfi, berrak, parlak beyanıyla, nasıl gündüzün ışığı “Güneş’ten geldim” der. Kur’ân dahi, “Ben, Âlem’in Yaratıcısının beyanıyım ve kelâmıyım” der. (13)
Ümmî bir insan olup kırk yaşında peygamber oluncaya kadar hiçbir kimseden ders almamış ve içinde yetiştiği kavmi gibi okuma yazma bilmeyen, yani hiçbir kitap ne okumuş ne de yazmış olan Hz. Muhammed (asm) Kur’ân’da bahsi geçen bu kadar çok ilimlerin ve bu kadar zengin çeşitlilikteki bahislerin gerçek sâhibi olamaz. Kur’ân, Hz. Peygamber (asm)’ın ümmîliğine ve bu ilimlerin asıl sâhibi olamayacağına dikkatlerimizi şöyle çeker: “Hâlbuki (sen), bundan önce ne bir kitab okumuş, ne de sağ elinle onu yazmış değildin.” (13)
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Bu ilimlerin sâhibi ne o Yüce Resûl olabilir, ne de başka bir insan olabilir. Çünkü bu ilimler ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a yakışacak bir yükseklikte ve ancak O’nun bilebileceği bir câmiiyyettedir. Kur’ân’ı baştan sona okuyan akıl ve insaf sâhibi insan, “Kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olmayanın böyle konuşması imkânsızdır” demek zorunda kalacaktır.
(1) Nisa, 82
(2) En’am, 59
(3) Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14/2906
(4) Enfal, 24
(5) Tekvir, 29
(6) Zümer, 67
(7) Yâsin, 34
(8) Zilzâl, 1
(9) Fussilet, 11
(10) Araf, 172
(11) Kıyame, 22-23
(12) Bkz. Zülfikar Mecmuası, 25. Söz’ün 2. Şua’ı
(13) Bkz. Zülfikar Mecmuası, 25. Söz’ün 2. Şua’ı
(14) Ankebut, 48-49
Bir yanıt yazın