Genellikle âlimler Kur’ân’ı şöyle tarif edegelmişlerdir:
“Allah tarafından Cebrail aracılığıyla son peygamber Hz. Muhammed (asm)’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, nesilden nesile bize kadar bozulmadan, tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibâdet edilen, insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı en son İlâhî kelâmdır”.
Bu tarif genel bir tariftir. Bu tarifte Kur’ân’ın muhtevası üzerinde durulmamıştır. Üstad Bedîüzzaman 25. Söz, “Mucizat-ı Kur’âniye” adlı risâlesinin giriş kısmında Kur’ân’ı üç kısımda ele alarak muhtevası yönünden tarifler sunar. Birinci kısım 25 maddedir. Burada Üstad’ın mücmel olarak zikrettiği bu maddeleri kısaca açmaya çalışalım:
Sual: Kur’ân nedir? Tarifi nasıldır?
Elcevab:
1. Kur’ân, şu büyük kâinat kitabının bir tercüme-i ezeliyesi..
Elimizde çok kıymetli bir kitap var, fakat kitap bilmediğimiz bir dilde yazılmışsa onu anlamamız mümkün olmaz. Eğer bir mütercim kitabı tercüme ederse, bu tercümeyle kitabı anlamamız mümkün olur.
Kâinat Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış mücessem -cisimleşmiş- bir kitaptır. Allah bu kitapta yine kendisinden bahseder. Fakat bu kitabı ancak lisan-ı hâli bilenler okuyabilir. Her insan bu dili anlayamadığı için, Allah Kâinat kitabını tercüme eden, Kur’ân kitabını bize göndermiştir. Kur’ân sâyesinde kâinatın ne olduğu, nelerden bahsettiği anlaşılır. (Veya Kur’ân sâyesinde kâinatın dilini öğrenip, kâinatın ne söylediğini anlayabiliriz.)
2. Tekvinî âyetleri okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi..
Âyet; delil, alâmet, nişan mânâlarına gelmektedir. Kur’ân’da âyet kelimesi üç anlamda kullanılmıştır. A) Kur’ân âyetleri, “Sana çok açık âyetler indirdik. Fâsıklardan başkası onları inkâr etmez.” (Bakara, 99). B) Mucizeler. “Musa’ya dokuz âyet (mucize) verdik. (İsra, 101). C) Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün varlıklar –ki onlara Üstad kevnî âyet der. “Arzda yakin sâhipleri için âyetler (deliller) vardır” (Zâriyat, 20).
Kâinattaki her varlık Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına bir delildir. Bu yüzden onlara âyet denilmiştir.
Kur’an’da “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini anlamazsınız. (İsra, 44) âyetiyle canlı cansız her varlığın kendine mahsus bir dille Allah’ı zikrettiği haber verilir.
Üstad kâinattaki her varlığın birer âyet-i tekviniye olduğunu ve onların bizimle kendilerine mahsus bir dille konuştuğunu söyler. İşte Kur’ân kâinattaki her varlığın kendine mahsus bir dille anlattıkları hakîkatları bize tercüme eder.
3. Şu âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet kitabının müfessiri…
Âlem; kendisiyle Allah’ın bilindiği şey demektir. Allah’ı bilmemize vesile olan her şey demek de mümkündür. Şehâdet âlemi gözlerimizle gördüğümüz bu âlemdir. Gayb âlemi ise, var olan, fakat görünmeyen âlem demektir.
Kur’ân gözümüzle gördüğümüz şehâdet âleminin ihtiva ettiği bütün varlıkları, -yıldızları, dağları, denizleri, bitki ve hayvanları- tefsir ederek Allah’ı tanımamıza vesile olur.
Keza gözümüzle göremediğimiz gayb âlemindeki ruhları, melekleri, cinleri, şeytanları, kabri, cennet ve cehennemi de bize öğretir.
4. Âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı..
Bir devletin elçisi başka bir devlette kendi devletinin sözcülüğünü yapar. Kur’ân gayb âleminden şehâdet âlemine gelmiş bir elçidir. O bize âlemi gaybın sözcülüğünü yaparak âlem-i gaybı bize tanıtır ve âlem-i gaybın bizden istediklerini tebliğ eder.
5. Sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakîkatların miftahı (anahtarı)..
Meydana gelen olaylar beşerî olsun, kevnî olsun hepsi Allah’ın izni, dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelir. İşte bu meydana gelen olayların altındaki hikmetler Kur’ân’da tafsil edilmiştir. Fert, aile ve toplum hayatında meydana gelen pek çok olayların hikmetleri, sebepleri Kur’ân’da mevcuttur.
6. Âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..
Üstad “Her bahar, erzak deposu gibi bir vagondur. Gâibden gelir” der. Buğday tarlalarından her yıl tonlarca ürün kaldırılır, fakat tarlalar çukurlaşmaz oldukları gibi dururlar. Her yıl kaldırılan tonlarca ürün nereden gelmektedir? Her insan ferdinin her gün iki ekmek yediğini farz etsek, 7 milyar insan ortalama günde 14 milyar ekmek yemiş olur. 10 günde ise 140 milyar ekmek. Bir yılda ise daha yüksek bir rakam ortaya çıkacaktır. Diğer nimetleri ekmeğe kıyas edelim.
Kur’ân Allah’ın gayb âleminden beşere gönderilen lütuflarını, ihsanlarını, maddî ve manevî nimetlerini çoklukla zikreder.
Keza Allah, insana türlü türlü nimetler göndermenin yanında, onu muhâtap kabul etmiş, ona kıymet vermiş, ona hitap ederek onunla konuşmuştur. Bütün kutsal kitaplar, evliyaya yönelik ilhamlar bunun açık örneğidir. Kur’ân hem nimetleri, iltifatları beşere ihtar eden, hem de bu hitaplarla ona kıymet verdiğini gösteren bir hazine olma özelliğine sahiptir.
7. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritası…
Uhrevî âlemlerden kasıt dünya hayatının bitmesinden sonra başlayacak olan âlemlerdir. Bunları kısaca özetlersek: Kıyâmetin kopması, kıyâmet hâlinin dehşeti, berzah âlemi, yeniden dirilme, yeniden dirilmenin ispatları, mahşer meydanı, mahşerdeki haller ve mahşer meydanının dehşeti, araf, cennet ve cennetin tabakaları, cennetteki nimetler ve cennetliklerin halleri, cehennem ve cehennemin tabakaları, cehennem zebanîleri, cehennem azapları, cehennemliklerin birbirlerini suçlamaları, onların üzüntüleri, pişmanlıkları.
8. Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı kâtıı, tercüman-ı sâtıı…
Kutsî bir hadiste “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek için bu mahlukatı yarattım” buyrulur. Bu hadise göre insanların yaratılmalarının sebebi marifetullahtır, yani Allah’ı tanımaktır. Bu yüzden bir kısım âlimler ve mutasavvıflar “İlimler içinde en şerefli ilim marifetullahtır” demişlerdir. Bu marifetullahtan (Allah’ı tanımaktan) kasıt Allah’ı fiilleriyle, isim ve sıfatlarıyla, bütün yönleriyle tafsilatlı bir şekilde bilmektir. İşte Kur’ân Allah’ı bütün yönleriyle tanımamız için en birinci, en büyük kaynak olma özelliğine sahiptir. Diğer ifadeyle Kur’ân, Allah’ın isim ve sıfatlarını şerheden en güzel söz, en kuvvetli delil ve en açık tefsiridir.
(Kavl-i şârih (şerh edici söz) mantıkta tarif için kullanılan bir terimdir. Burhan-ı kâtı, farsça bir lügattir. Tefsir-i vâzıh, bir tefsir kitabıdır. Burada telmih sanatı yapılmıştır.)
9. Zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı..
Üstad, Allah’ın isimleri için “künüz-i mahfiye” (gizli hazineler) tabirini kullanır. Allah’ın isimleri sebepler perdesiyle gizlenmişlerdir. İşte dedektörler yer altındaki hazineleri gösterdiği gibi, Kur’ân da zeminde ve gökte sebepler perdesiyle gizlenmiş Allah’ın isimlerini izhar ederek, ortaya çıkararak insanın marifetullahı öğrenmesine, mânevî hazineleri keşfetmesine vesile olur.
10. Şu âlem-i insâniyetin mürebbisi..
Peygamberimizden önce, bedevî, câhil insanların yaşadığı Arap yarımadasında her türlü zulüm, ahlâksızlık icra ediliyordu. Bu yüzden o döneme câhiliye dönemi denmiştir. Peygamberimiz 23 yıl gibi kısa bir zamanda Kur’ân’la câhiliye dönemi insanlarını terbiye ederek onları asr-ı saâdet insanları hâline dönüştürdü. Putlara tapan insanları gece namaz kılıp, gündüz oruç tutan, çocuklarını bile diri diri toprağa gömen vahşî tabiatlı insanları karıncaya bile basamayacak kadar şefkatli insanlara, câhil, bedevî insanları kendilerinden daha bilgili, medenî insanlara –hatta bütün insanlık âlemine- öncü, rehber, muallim hâline getirmiştir. Bu inkılab ancak Kur’ân’ın yol göstericiliğiyle gerçekleşmiştir.
Bu gün de modern bir câhiliye yaşanmaktadır. Ümmetçe Kur’ân’a sarıldığımız takdirde bu modern câhiliyeyi, yeni bir asr-ı saâdet toplumu hâline dönüştürebiliriz. Bu potansiyel Kur’ân’da mevcuttur.
11. Nev-i beşerin hikmet-i hakîkiyesi..
Hikmet eşyanın hakîkatını bilmek diye tarif edilmiştir. Kur’ân bize eşyanın hakîkatını en güzel şekliyle ders veren bir kitaptır. Âlimler, evliyalar onun sâyesinde eşyanın hakîkatını öğrenmişlerdir. Felsefe de hakîkatı araştırdığı için ona da hikmet denilmiştir. Fakat felsefe hakîkatı keşfedememiştir.
Bir kitap lafız ve mânâlardan oluşur. Ama asıl olan lafız değil, mânâdır. Modern felsefe kâinat kitabının lafızları ile; Kur’ân ise mânâları ile meşgul olmuştur. Bu yüzden felsefe hakîkî hikmeti bulamamış, dalâlete gitmiş, insanı hakîkate ulaştıramamıştır. (Üstad 30. Söz adlı risâlesinde bunu anlatır). Kur’ân ise, kâinat kitabının mânâları üzerinde durmuş, hakîkî hikmeti bulmuş, insana ders vermiş, onun dünya ve âhiret saâdetini temin etmesine vesile olmuştur.
12. İnsâniyeti saâdete sevkeden hakîkî mürşidi ve hâdisi…
Mürşid ve hâdi doğru yolu gösteren demektir. Çölde yolculuk yapan bir kimse yolu bilmiyor ise ve ona yolu gösteren kimse de yoksa yolu kaybeder. Eşkiyaların zulmüne maruz kalabilir, ihtiyacını temin edemez. Mürşidi olan kimse ise tehlikelerden korunup, ihtiyacını kolayca temin eder.
Hayat yolculuğunda bizim için tehlikeli ve zararlı olan şeyleri bize öğretecek birine muhtacız. Fert, aile ve toplum hayatında huzurlu olabilmemiz buna bağlıdır. İşte Kur’ân bize dünya ve âhiret saâdetini kazanmanın yollarını göstererek dünya ve âhiret saâdetini kazanmamızı sağlar.
Bugün beşeriyet doğru yolu kaybetmiş bir durumdadır. Fert, aile, toplum ve milletler arası karışıklıklar, fitneler insanlık âlemini huzursuz etmektedir.
Kur’ân’a uyulduğu takdirde bütün felaketlerden ancak kurtulabiliriz.
13. Şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi..
Âlemi aydınlatan güneş ne ise, âlem-i İslam için de Kur’ân öyledir. Keza İslam âlemini büyük bir saraya benzetirsek, bu sarayın temeli, plan ve projesi Kur’ân’dır.
14. İnsâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı..
Canlı varlıklar -bitkiler, hayvanlar, insanlar- hayatlarını sürdürebilmek nasıl ışığa ve suya muhtaçlarsa, âlem-i İslamın da hayatını sürdürebilmesi ancak Kur’ân’la mümkündür. Kur’ân âlemi aydınlatan güneş, gökten yere inen su gibidir.
Üstad Bedîüzzaman insanın diğer varlıklardan farklı iki yönüne işâret eder: Biri maddî hayata bakan yönü, diğeri de mânevî tarafa bakan yönüdür. İnsan çeşitli fenleri, teknolojik âletleri yapmakla diğer varlıklardan ayrılır. Bugünkü medeniyet insanın bu yönüyle inşa edilmiştir. Üstad insanın bu yönüne yani medeniyetin güzelliklerini ortaya çıkaran yönüne “İnsaniyet-i suğra” yani küçük insanlık der. Fakat insanı asıl diğer varlıklardan ayıran özelliği onun mânevî yönüdür. O mânevî yönden terakki ettiğinde melekleri bile geçebilecek bir potansiyele sahiptir. İnsanın bu yönü “İnsaniyet-i kübra”dır. İnsanın insaniyet-i kübra makamına çıkması ancak İslamiyetle mümkündür.
İşte büyük insanlık (insaniyet-i kübra) olan İslamiyet ise ancak Kur’ân’la ortaya çıkmakta ve onunla kâim olmaktadır.
15. İnsana hem bir kitab-ı şeriat,
Kur’ân’ın değişik yerlerinde Hak Teâlâ Kur’ân’dan “kitap” diye bahseder. İmam Suyûtî “kitap” kelimesinin “cem etmek, toplamak” manasına geldiğini ve Kur’ân’a kitap denmesinin Kur’ân’ın çeşitli ilimleri, kıssaları, haberleri kendi bünyesinde toplamasından dolayı olduğunu söyler. Keza bazı âlimler “Kur’ân” kelimesinin de Arapçada “toplamak, cem etmek” manasına geldiğini ve “Kur’ân daha önceki kutsal kitapları kendi bünyesinde cem etmiş, toplamış olduğundan dolayı ona Kur’ân denildiğini” söylemişlerdir.
Üstad Bedîüzzaman yukarıdaki ve aşağıda gelecek bütün tariflerde kısaca Kur’ân’ın bir kitap olmakla beraber, pek çok kitapları cem etmiş, toplamış olduğunu nazara vermektedir.
Kur’ân bir şeriat, yani kanun kitabıdır. (Şeriat “din” manasına gelmekle beraber, daha çok hukuk sistemi olarak meşhur olmuştur). İslam hukukunun birinci kaynağı Kur’ân’dır. Sünnet Kur’ân’ın tefsiri, ictihad ise, Kur’ân ve sünnetten hüküm çıkarma faâliyetidir. Dolayısıyla İslam şeriatı Kur’ân’a istinat eder.
Kur’ân’dan çıkmış olan ve insanlar arası münâsebetleri düzenleyen İslam hukuku yüzyıllar boyunca milyonlarca insanı âdilâne idare etmiştir. Günümüz medeniyeti 1400 sene önce tesis edilen İslam hukukuna hala yetişememiştir. Bu yönüyle Kur’ân ve İslam şeriatı ümmî bir zâtın eseri değil, İlâhî bir makamın eseri olma özelliğine sahiptir.
16. Hem bir kitab-ı duâ,
Allah kendi kitabında bize “Bana duâ edin!” diye emretmekle beraber, nasıl duâ etmemiz gerektiğini, duânın âdablarını da öğretmiştir. Kur’ân’da Âdem (as)’dan, Peygamberimize kadar pek çok peygamberin ve sâlih zâtların duâları çoklukla geçer. Keza her namazda okuduğumuz Fâtiha Sûresi bile bir duâdır. Hatta namazın Arapçası olan “salat” da duâ demektir. Bu yönüyle namaz bütünüyle bir duâdır.
17. Hem bir kitab-ı hikmet,
Hikmetin değişik tarifleri yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır “(Allah) hikmeti dilediğine verir, kime de hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 269) âyetini tefsir ederken değişik 23 görüş aktarır.
Kur’ân’ın pek çok yerinde Allah’ın hakîm olduğu zikredilir. Allah’ın hakîm olması, onun boş, lüzumsuz faydasız iş yapmaması, yaptığı her işte mutlaka bir maksat, bir gâye, bir fayda bulunması, her şeyi yerli yerinde –eksiksiz ve fazlasız- yapması mânâsına gelir.
Allah hakîm olduğu gibi, Kur’ân’ın da bir ismi hakîmdir. Yâsin Sûresinde “Hakîm olan Kur’ân’a yemin olsun ki..” buyrulmuştur. Kur’ân’ın hakîm olması, Allah’ın icrâatlarındaki hikmetleri, kâinatta meydana gelen olayların sebep ve neticelerini bize ders verdiği içindir.
Kur’ân’dan ders alan bir şahıs Allah’ın icrâatlarındaki maksatları, gâyeleri keşfeder, anlar, hikmet sâhibi bir kimse olur.
18. Hem bir kitab-ı ubûdiyet,
Allah insanları kendine ibâdet etmeleri için yaratmıştır. Bu ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı Kur’ân tarafından beyan edilmiştir. Namaz, oruç, zekat, hac, zikir, duâ, sabır, şükür vs. bütün ibâdetler tafsilatla ortaya konulur.
19. Hem bir kitab-ı emir ve davet,
Müslümanlar hem Müslüman olmayanları İslam’a davet etmekle, hem de Müslümanlar arasında meydana gelen kötülüklere emr-i bi’l-marufla mukâbele etmekle mükelleftirler. Bu daveti ve emr-i bi’l-marufu niçin yapacağız, nasıl yapacağız gibi konular tafsilatla Kur’ân’da ele alınmıştır. Daha önceki peygamberlerin müşrik kavimleri hakka davet etmeleri, onların kendi ümmetleri içinde meydana gelen problemler ve bu problemleri çözme yolları tafsilatla anlatılır.
20. Hem bir kitab-ı zikir,
Kur’ân’ın bir ismi de zikirdir. Örneğin “Zikri biz indirdik” âyeti buna delildir. Buna binâen onu okuyan Allah’ı zikretmiş olur. Hatta Kur’ân için en üstün zikir demek bile mümkündür. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Rab Tebâreke ve Teâlâ buyurdu ki; “Kimi Kur’ân okumak, beni zikretmekten ve benden bir şey istemekten alıkoyarsa, ben ona isteyenlere verilenlerden daha üstününü veririm”. Allah kelamının, diğer kelamlara, sözlere olan üstünlüğü, Allah’ın yarattığı mahlukatına üstünlüğü gibidir. (Darimî)
Zikrin bir mânâsı da öğüttür. Bu yönüyle Kur’ân için bir öğüt kitabıdır da denilebilir.
21. Hem bir kitab-ı fikir,
Fikir bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyeni bulmak diye tarif edilir. Kur’ân bize bilmediklerimizi öğrettiği gibi, bilinmeyenleri bulabilmemiz için de, aklı çalıştırarak, muhâkemeyi güçlendirerek, tefekkürün prensiplerini öğreterek elimize meçhullerin ipuçlarını da verir. Şöyle buyrulmuştur: “Biz bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 21).
Varlıklar bizim için malumdur. Allah ise mechulümüzdür. Kur’ân varlıkları delil yaparak bize mechulümüz olan Allah’ı tanıtır. Kur’ân’ın kâinattan bahsi bu yüzdendir.
22. Hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci’ olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi’ bir KİTAB-I MUKADDES’tir.
23. 24. 25. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvâfık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semâvî’dir.
İnsanın DNA’sında insanın bütün özellikleri, ağacın çekirdeğinde ağacın bütün özellikleri nasıl derc edilmişse, Kur’ân’a da bütün kâinatın hakîkatları derc edilmiştir. Bir âyette “Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, kitab-ı mübinde olmasın” buyrulmuştur. Bir kısım âlimler kitab-ı mübinden maksat Kur’ân’dır demişlerdir. Bu yönüyle Kur’ân kâinat ağacının çekirdeği, büyük insan olan kâinatın DNA’sıdır.
Allah bütün peygamberlerin kitaplarını, bütün evliya ve asfiyanın risâlelerini Kur’ân’da cem etmiş, bir araya getirmiştir.
Bu yönüyle bütün insanların mânevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek hakîkatlar, düsturlar onda.
Bir yanıt yazın