Bin dört yüz senedir Kur’ân-ı Hakîm’e nazîre yapılamaması, bir benzer getirilememesi, onun üzerindeki ‘i‘câz’ damgasını güneş gibi âşikâre gösteriyor. O Furkân’ın üzerindeki ‘i‘câz’ mührü dahi, Kur’ân-ı Hakîm’in ‘Kelâmullah’ olduğunu kat‘î bir sûrette ispat ediyor. “(Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: ‘Yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, (yine) onun benzerini getiremezler’ ” (17/88)
İ‘câz, Fahr-ı Âlem (asm)’ın risâlet da‘vâsında göstermiş olduğu en büyük mucizesi olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın, sahib olduğu harikulade hususiyetleriyle, başkalarını, onun benzerini yapmaktan “âciz” bırakarak hakkaniyetini ispat etmesi demektir.
İ‘câz, Kur’ân’ın üzerindeki İlâhî tuğra ve sikkedir, onun Mütekellim-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’a ait bir kelâm olduğunu gösteren bir mühürdür..
İ‘câz, Kur’ân’ın câzibeli bir husûsiyeti, aynı zamanda onun Allah katından geldiğinin en büyük delîli ve Kur’ân’ın tahrîfine en büyük mâni‘dir.
Kur’ân’dan beslenmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan bütün sözler toplansa, değil bütün Kur’ân’ın, en kısa bir âyetinin dahi benzerini getiremezler.
Zîrâ, her âyet farklı bir mânâ ve sûrete sâhib olsa da, üzerindeki i‘câz damgasından dolayı hepsi birden lisân-ı hâlleriyle aynı hakikati haykırıp, tevhîde işâret ediyorlar.
İ‘câz, belâğat nüktelerindeki inci gibi incecik parıltıların karışıp toplanmasından meydana gelen hârika bir nûrdur. İksir gibi te’sirli olan i‘câzın en mühim ciheti ve esâsı ise, Kur’ân’ın nazmındaki belâğatıdır.
Kur’ân-ı Hakîm’in her ciheti ve sûrelerinden harflerine kadar istisnâsız her cüz’ü mucizedir; beşer, taklîdinden âcizdir.
Âlemlerin Rabbi’nin emir ve nehiylerini ve dînin hükümlerini kullara teblîğ etmek; kâinât kitâbının sahîfelerinde nakşedilmiş olan hikmetli mânâları okuyup, sâir insanlara okutmak ve yaratılış ile ölümden sonraki hayâtın sırrını ve hikmetlerini insanlara ders vermek için gönderilen peygamberlere, dâvâlarını tasdik için verilen ve insanların benzerini yapmaktan âciz kaldığı hârikulâdeliklere mucize denir. Peygamberlerin mazhar oldukları mucizeler, gönderildikleri zamana ve içinde bulundukları kavmin husûsiyetlerine göre farklılıklar arz etmiştir.
Meselâ, Hazret-i Mûsâ (as) zamânında sihir çok ileri gitmiş olduğundan mucizeleri de sihirbazlara galebe çalacak neviden gelmişti. Hazret-i Îsâ (as) zamânında tıp meşhur olmakla, gösterdiği mucizeler de o cihetten gelmiş ve ölüleri dahi Allah’ın izniyle diriltmiştir.
Bunun gibi, belâğat ve fesâhatin, şiir ve hitâbetin, kâhinlik ve gaybdan haber vermenin ve geçmiş ümmetlerin hâlini ve bazı yaratılış hâdiselerini bilmenin revaçta olduğu hatta zirveye çıktığı bir zamanda kendisine risâlet vazîfesi verilen ve sözleri ve hâlleriyle Kur’ân’ın bir mucizesi olan Resûlullah (asm)’ın en büyük mucizesi de Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dır.
KUR’ÂN’IN BENZERİ GETİRİLEMEZ!
Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, nâzil olduğu zamandan beri cinlere ve insanlara, tam bin dört yüz senedir: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’ân’)dan şübhe içinde iseniz, onun benzerinden bir sûre getirin; eğer (iddiânızda) doğru kimseler iseniz, Allah’dan başka şâhidlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın!” (2/23) ve “Eğer yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, öyleyse o ateşten sakının ki, yakıtı insanlarla taşlardır; (ve) kâfirler için hazırlanmıştır.” (2/24) meâlindeki pek çok âyetlerle meydan okuyor.
Netîcede: Kur’ân, “(Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: ‘Yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, (yine) onun benzerini getiremezler’ ” (17/88) meâlindeki âyetinin de sarâhatiyle, asla bir benzerini getiremediler ve hepsine birden diz çöktürdü ve hepsi hayretle dinleyip belâgatine secde ettiler.
Öyle ki, Muallakât-ı Seb‘a (yedi askı) namındaki gurur kaynakları olan en büyük şâirlerinin altın harfler ile yazarak Kâ‘be duvarına astıkları en meşhur şiirlerini oradan indirtti, hükümlerini kaldırdı.
O kadar ki, meşhur şâir Lebîd’in kızı babasının şiirini Kâ‘be’nin duvarından indirirken: “Âyetlere karşı bunların kıymeti kalmadı” diye i‘tirâf ediyordu.
Hattâ Hazreti Ömer (ra)’ın da dâhil olduğu Ashâb-ı Kîrâm’dan pek çok zât (radıyallâhü anhüm ecmaîn) vardır ki, bunlar, Kur’ân’ın âyetlerini dinledikten sonra: “Bu kelâm, aslâ bir insan kelâmı değildir” diyerek İslâm’ın nûrlu halkasına dâhil olmuşlardır.
Ebû Cehil gibi bazı müşrik ileri gelenlerinin ise, müşrik kaldıkları hâlde Peygamberimizin Kur’ân kırâetini gizlice ve hayranlıkla evinin penceresinden dinlediklerini, yine bazı müşriklerin âyetleri işitince secdeye kapandıklarını ve kendilerine: “Sen Müslüman mı oldun?” diye sorulduğunda; “Hayır! Ben bu âyetin belâğatına secde ettim!” dediklerini târih nakletmektedir.
Bin dört yüz senedir Kur’ân-ı Hakîm’e nazîre yapılamaması, bir benzer getirilememesi, onun üzerindeki ‘i‘câz’ damgasını güneş gibi âşikâre gösteriyor. O Furkân’ın üzerindeki ‘i‘câz’ mührü dahi, Kur’ân-ı Hakîm’in ‘Kelâmullah’ olduğunu kat‘î bir sûrette isbât ediyor.
KUR’ÂN BÜTÜN KİTAPLARIN ÜZERİNDEDİR
Hem Kur’ân’ın dostları olan mü’minler, Kur’ân’a benzemek ve onu taklîd etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ân’a mukabele ve tenkid etmek ve Kur’ân’ın hakikatlerini çürütmek sevkiyle, nâzil oluşundan günümüze kadar yazılan ve fikirlerin birikip birbirine güç katmasıyla terekküb eden milyonlarla Arabca kitablar ortada geziyor. Bu kitablarla Kur’ân’ı mukayese edip insaf ile nazar eden herkes, hiçbirisinin ona yetişemediğini i‘tirâf edip elbette: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil” diyecek.
Hiçbirisine benzemediğine göre, ya onların altında veya umûmunun fevkinde olacak. Umûmunun altında olduğunu dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ şeytan dahi diyemez. Hiç mümkün müdür ki bu kadar ulvî, emsalsiz hakikatlerden bahseden ve işitilmesiyle her ruha tesir eden bir kitap bütün kitapların altında olsun!
Öyle ise Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, yazılan umum kitapların fevkindedir.
Hadd-i zâtında beyânı mucize olan Kur’ân, başka kelâmlarla kıyas dahi edilemez ve ona değil yetişmek yaklaşılamaz bile. Kur’ân’ın membaına dikkat edilse, derece-i belâğatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Çünkü Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve yaratıcısının hitâbı ve içinde hiçbir cihette taklîdi ve sun‘îliği hissettirecek bir emâre bulunmayan eşsiz ezelî kelâmıdır.
Hem de iki cihan saâdetini ve kâinâtın yaratılışının netîcelerini ve ondaki Rabbânî maksadlara âid mes’eleleri beyan ve îzâh eden ve koca kâinâtın bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafını gösterip çevirerek, onları yapan san‘atkârı talîm ve tarif eden Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i‘câzına yetişilemez.
Kur’ân’ın üslûb-ı âlîsinden anlaşılıyor ki, kâinâtı sonsuz kudretiyle yaratan Zât kim ise, bu Kitâb-ı Mübîn de O’nun kelâmıdır.
Kur’ân’da hiçbir cihetle sun‘îlik ve tekellüf eseri görülmediği gibi, hiçbir taklit şüphesi veya başkasının yerine kendini farz edip konuşmuş gibi bir hîle emâresi dahi gözükmüyor. Nasıl ki bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsuyla sâfî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyası “Güneş’ten geldim” der. Kur’ân dahi: “Ben kâinâtın Yaratıcısının beyânıyım ve kelâmıyım” der.
Elhak, dünyayı ışıklandıran ziyâyı, güneşten başka bir şeye vermek mümkün olmadığı gibi; kâinâtın sırlarının üzerindeki örtüyü kaldırıp, yaratılışın hikmetlerini keşfederek, âlemi nûru ile ışıklandıran Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân dahi, ancak Rabbü’l-Âlemîn olan Şems-i Ezelî’nin kelâmı olabilir.
Bir yanıt yazın